• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3.1.2. Ziya Gökalp’in BaĢlıca GörüĢleri

3.1.2.3. Dilde SadeleĢme

Gökalp, her ne kadar bir düşünce adamı ve teorisyen olsa da, esasında yazı hayatına şiirle başlamış ve ilk okumaları da edebiyat eserleri üzerine olmuştur. Dolayısıyla dille ilgili meselelerle başından beri yakından ilgilenmiştir. Gökalp Selânik‟te 1909 yılında çıkardığı Genç Kalemler dergisinde, dilde sadeleşme akımının içinde yer almış ve dil konusundaki görüşleri, bu dönemde şekillenmiştir.

Gökalp‟in dil konusunda üzerinde durduğu konular konuşma ve yazı dilindeki ikilikler, hangi sözcüklerin alınıp, hangi sözcüklerin korunup, hangilerinin dilden atılması gerektiğidir. Ayrıca çağdaş bir felsefî metin yazmaya veya bir edebî başyapıtı çevirmeye olanak tanıyacak sözcüklerin dilde bulunmayışı ve yabancı bir sözcüğe karşılık gelen sözcüklerin yarattığı anlam kargaşaları üzerinde de durmuştur. Gökalp‟in dil konusundaki görüşleri, hars ve medeniyete ilişkin fikirlerinden izler taşımaktadır. Bu fikirler, Genç Kalemler dergisinde edindiği ve savunduğu dilde sadeleşme akımının görüşlerini yansıtmakta ve daha ileri öneriler içermektedir.

Gökalp‟e (2007b:191) göre Osmanlı Devleti‟nde yüzyıllardır hemen her alanda yaşanmakta olan ikiliklerden başlıcası, dil alanında yaşanmaktadır. Yalnızca halk arasında konuşulan, doğal bir oluşumla kuşaklar boyu kullanılagelmiş olan esas dil Türkçe harsın dili iken; Türkçe, Arapça ve Farsça‟nın dilbilgisini, sözdizimini ve sözcüklerini içeren, bireyler tarafından metod ve iradeye bağlı olarak kurallı bir şekilde kullanılan Osmanlıca medeniyetin dilidir.

Onun dil konusunda savunduklarından biri, yazı dili ile konuşma dilindeki ikilikleri ortadan kaldırmaktır. Böylesi bir ikiliğin yalnızca İstanbul‟a özgü olduğunu, diğer başkentlerde yazı dili ile konuşma dilinin aynı olduğunu belirten Gökalp‟e göre İstanbul, “lisanî bir hastalık”tan mustariptir. Bu ikiliğin ortadan kaldırılması için konuşma dili, yazı dili haline getirilmelidir; zaten bunun aksi mümkün değildir. Aslında konuşma dilinin yazı dili haline getirilmesi için yapılması gereken yeni bir şey yoktur; çünkü halk edebiyatı gibi bir örnek zaten mevcuttur. Osmanlıcayı yok sayarak yaşayan halk edebiyatı, halkın dili olan Türkçe ile yapılagelmiştir. Türkçüler dil konusundaki ikiliği ortadan kaldırmak için, İstanbul halkının -özellikle de İstanbullu kadınların- konuştukları dili konuşma dili olarak benimsemişlerdir. Yayılacak olan İstanbul konuşma diline önce “Yeni Lisan”, sonra “Güzel Türkçe”, daha sonra da “Yeni Türkçe” denmiştir (Gökalp, 2007b:237-238).

Üzerinde durduğu bir diğer nokta ise hangi yabancı sözcüklerin aynen alınacağı, hangi sözcüklerin dilden atılacağı konusudur. Gökalp, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkçeye pekçok yabancı sözcük girdiğini ve çağdaş milletlerin gazete ve kitaplarından çeviriler yapılarak dil hazinemizde bulunmayan yeni sözcük ve anlamlarla tanışıldığını belirtir. Türkçede ve diğer Müslüman ülkelerin dillerinde, Batı dillerinden alınan sözcüklerin karşılıkları Arapça veya Farsçadan türetilmektedir (Gökalp, 2007a: 50-51).

Gökalp‟e (2007a:51) göre Türkçe, gerekli olan ve tüm İslâm ümmetince kullanılan uyarlamaları koruyup gereksiz Arapça ve Farsça kelimelerin yanı sıra, Arapça ve Farsça terkiplerden (sözcük birleştirmelerinden) ve fiil çekimlerinden temizlenmelidir. Dil, anlam bakımından çağdaşlaşmalı, Türkçeye uyarlama bakımından İslamlaşmalı, gramer bakımındansa Türkçeleştirilmelidir. Aslında uyarlamaların da mümkünse Türkçe yapılması daha doğrudur; fakat yine de Rusça veya Fransızca olmasındansa Arapça ve Farsça daha hayırlıdır.

Gökalp‟in Arapça ve Farsça sözcükleri dilden dışlayan yaklaşımına, halk dilinde de bu dillerden sözcükler bulunduğuna ilişkin itirazlar yükselmiştir. Gökalp de bunun üzerine, bu sözcüklerin elit sınıfa mensup bilimcilerle edebiyatçılar tarafından

Osmanlıcaya alınışıyla halk tarafından halk diline alınışı arasındaki farkları ortaya koymuştur.

Gökalp (2007b:239-240) öncelikle, halkın Arapça ve Farsçadan aldığı kelimelerin eşanlamlılarını dilde barındırmadığını belirtmektedir. Bazen yeni sözcükle birlikte eskilerin de korunduğu görülmektedir; fakat bu durum yine de bir eşanlamlılık yaratmamaktadır; çünkü ya eski ya da yeni sözcüğün anlamında değişiklik meydana gelmektedir. Kara ve ak sözcüklerinin soyut ve manevi, siyah ve beyaz sözcüklerininse maddi şeyler için kullanılması buna örnektir. Bazen de, dinî terimlerde olduğu gibi, alınan Arapça veya Farsça sözcüklerin Türkçe karşılığı bulunmayabilmektedir. Ayrıca halk yabancı bir dilden aldığı sözcükleri söyleyiş veya anlam bakımından değişikliğe uğratılabilmektedir.

Gökalp (2007b:240-241), halkın kullandığı dilde her anlama yalnız bir sözcük getirdiğini ve bunu tamamen bilinçsizce yaptığını ortaya koymakta ve bu dili her sözcüğü, özel bir görevi bulunan bir organ gibi çalışan, gerçek bir organizmaya benzetmektedir. Bilimciler ve edebiyatçılarsa, halkın bilinçsizce yaptığı bu değişiklikleri bozma olarak kabul etmiş ve bu bozulmuş sözcüklere “galatât” (yanlış sözcükler) demiştir. Onlara, yani “Fesâhatçılar”a göre Arapça ve Farsça sözcüklerin söyleniş, yazılış ve anlam bakımlarından olduğu gibi korunması gerekmektedir.

Gökalp, yalnızca Fesahatçilerle değil, “Tasfiyeci” denilen dil devrimcilerinin fikirleriyle de çatışmıştır. Tasfiyecilere göre bir sözcüğün Türk olabilmesi için Türkçe bir kökten türetilmiş olması gerekmektedir. Halk diline yerleşmiş olsa bile dini terimler de dahil olmak üzere, yabancı sözcükler Türkçeden atılmalı ve bunların yerine ya eski Türk sözcükleri canlandırılmalı ya Orta Asya‟da konuşulan lehçelerden aslen Türkçe köklerden gelen sözcükler alınarak ya da Türkçede yeni ek ve türetme yolları bulunarak, atılan sözcüklerin yerine yeni sözcükler türetilmelidir. Gökalp, Türkçe kökten geldiği sanılan pekçok sözcüğün Çince, Moğolca, Hintçe ve Farsça gibi dillerden eski Türkçeye girdiği bilimsel olarak saptandığı için tasfiyecilerin bu fikrine karşı çıkmaktadır. Gökalp‟e göre Tasfiyecilerin diğer Türk lehçelerinden sözcük almaları da yanlıştır; çünkü bu lehçeler, Türklerin ana dili olan eski Türkçeden ayrıldıktan sonra ses, biçim ve anlam bakımlarından değişikliklere uğramıştır. Eğer bu lehçelerden kelime alınırsa,

İstanbul Türkçesinin güzelliği bozulacaktır. Zaten bu lehçelerdeki sözcükler İstanbul Türkçesi‟nde mevcuttur (Gökalp,2007b: 243-244).

Gökalp‟e (2007b.250-251) göre, Türkçede eksik olan sözcükler iki kısımdan oluşmaktadır. Bunlar “millî tabirler” ve “milletlerarası sözcükler”dir. Millî tabirler ile kastedilen; aslında millî dilin zenginliğini ve güzellik hazinelerini oluşturan; fakat yazı diline girmemiş özel tamlamalar, galisizmler (kurallara aykırı olduğu halde yaygınlaşan sözler) ve cümlelerdir. Her şehrin öğretmenleriyle birlikte Türk Ocakları ve Etnografya Müzesi, bu özel tabirleri toplamaya çalışırsa, birçoğunu bulması mümkün olacaktır. Halk kitapları, halk masallarında, halk şiirlerinde ve atasözlerinde milli tabirlere rastlanabileceğini belirten Gökalp, özellikle de “Oğuzların İlyada‟sı” olarak nitelendirdiği Dede Korkut Kitabı‟nın orijinal halini bozmadan yeni imlâ ile yeniden yayımlanarak yeni Türkçenin zengin bir hazinesi olarak kullanılmasını önerir. Ayrıca Orhun Kitabeleri, Kırgız Kazaklarının Manas Destanı ve diğer lehçelerdeki masallar ve şiirler, Türk lehçelerinin ortak ve özel şivelerini göstermesi bakımından Gökalp tarafından önemli bulunmaktadır.

Gökalp‟e (2007b:251) göre bir millet hangi medeniyet zümresine mensupsa, onun tüm bilimsel terminolojisini, felsefî doktrinlerini, edebî dünyasını ve şiirsel hissiyatını ifade eden özel sözcükleri bilmelidir. Türkler için bu medeniyet Avrupa medeniyeti olduğuna göre, bu medeniyete ait özel kelimelerin yeni Türkçeye girmesi için en verimli yol edebî başyapıtlarla, bilimsel ve felsefî monografilerin tercüme edilmesidir. Böylece dilimize yeni kelimeler, anlatım biçimleri, dil incelikleri ve akıcılıkları, dil bilgisi öğeleri, söz dizimi alternatifleri ile duygusal ve gizemli anlamları ifade etmeye yarayacak yeni yetenekler girecektir.

Tercüme sırasında, bu yeni kavram ve anlamlara Türkçede birer karşılık bulabilmek için öncelikle başvurulması gereken kaynak, halk dili olmalıdır. Halk dili yeterli olmazsa Türkçe edatlar, ekler ve tamlama kurallarıyla yeni sözcükler yaratılmaya çalışılmalıdır. Bu yol da yeterli gelmezse, alınacak sözcüklerin tamlama biçiminde değil de tek başına alınması suretiyle, Arapça ve Farsçadan alınmalıdır. Gökalp ayrıca, birtakım yabancı sözcüklerin de çevrilmeden, olduğu gibi alınması gerektiğini savunur. Bunlar bir millete, bir devre ya da bir mesleğe özgü sözcüklerdir ve zaten çevrilmeden direkt alınmıştır (Gökalp, 2007b: 251-252).

Gökalp‟in dil konusunda dikkat çektiği bir başka önemli nokta da Türkçede bir anlama karşılık gelen birden fazla sözcük bulunmasıdır. Bu durum her ne kadar Türkçenin zenginliğini ortaya koyuyor gibi görünse de aslında tam tersi söz konusudur. Yapılması gereken, tıpkı İngilizce, Almanca, İtalyanca ve Rusçada olduğu gibi Türkçede de her Fransızca sözcüğe bir Türkçe sözcük karşılık gelecek biçimde Türkçe- Fransızca ya da Fransızca-Türkçe sözlükler hazırlanmasıdır (Gökalp,2007b:252). Gökalp, Fransızcanın uluslararası etkinliği ve önemi nedeniyle, özellikle Fransızcanın üzerinde durmuş olmalıdır.

Gökalp, dil ile millet arasındaki bağa da dikkat çekmekte; onun millet anlayışında, dil birliği millet olmanın öncülü olarak kabul edilmektedir. Gökalp (2007a:82-83), milleti “lisanî zümre” (dil topluluğu) olarak tanımlamaktadır. Ona göre artık Avrupa‟da yalnızca lisanî zümrelere dayanan devletler gelecek vaat etmektedir. Çünkü, herkesin anladığı üzere “tüm etnik unsurlar için ortak devlet ve vatan” fikri maneviyattan ve duygudan yoksun soyut bir kavramı işaret eder hale gelmiştir ve tarihe karışmaya mahkûm olmuştur.

Gökalp‟in bunları Osmanlıcılık politikasının iflâsı ve yeni bir Türk ulus-devleti kurulması sürecine girilmesine dayanak olarak söylediği ve dili bir toplumu millet yapan en önemli unsur olarak gördüğü açıktır. Sonraki bölümde ayrıntılı bir şekilde ele alınacağı üzere; Gökalp‟in eğitimi bir millî kültürün, o kültüre mensup bireyler tarafından içselleştirilmesi süreci olarak tanımladığı ve aynı millî eğitimi almış olmanın bir toplumu millet yapmaya yeteceğini savunması dikkate alınırsa, kültürün en önemli unsuru olan dil ile eğitimin dolaysız ilişkisi de ortaya çıkmış olur. Çünkü bireyin gerek toplumda gerekse okulda aldığı eğitimi şekillendiren ve millî kültürü aktarma vazifesi gören dildir. Nitekim, Gökalp dil ve eğitim ilişkisine dair şunları söylemektedir:

İnsan, en samimî, en içten duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil ana dilimizdir. Ruhumuza coşkunluk veren bütün dinî, ahlâkî, estetik duygularımızı bu lisan vasıtasiyle almışız. Zaten

ruhumuzun sosyal kısmı bu dinî, ahlâkî, estetik duygulardan ibaret değil midir? (Gökalp, 1992ç: 227).

Gökalp, dil ve din arasında da kuvvetli bir bağ olduğunu düşünmektedir. Dil, duygu ve düşüncelerin oluşup gelişmesinde, gelenek ve göreneklerin aktarılmasında gördüğü benzersiz işlevle, ortak vicdan ve zihniyetin oluşmasına da aracılık etmektedir. Aynı dili konuşan, ortak bir vicdanı ve zihniyeti paylaşan bir topluluğun aynı dini benimsemesi kaçınılmaz olduğu gibi tarihsel bir realite haline de gelmiştir. Ayrıca, nasıl ki dilin din üzerinde etkisi varsa, dinin de bir milliyete girmede etkisi vardır. Buna Fransa‟dan kovulan Protestan Fransızların Almanya‟ya giderek Germenleşmesi, Eski Bulgaristan‟daki Türk aristokrasisinin Hıristiyanlığı kabul ederek Slavlaşmasını örnek göstermektedir (Gökalp, 2007a:82-83).