• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM

3.1.2. Ziya Gökalp’in BaĢlıca GörüĢleri

3.1.2.6. Ailenin Önemi, Eğitim ĠĢlevi ve Kadınların Eğitimi

Gökalp‟in aile kurumuna ilişkin fikirlerine, özellikle sürgün hayatı yaşadığı Limni ve Malta adalarından eşine ve kızlarına yazmış olduğu mektuplarda rastlanmaktadır. Gökalp‟in mektuplarında, ailesinden ayrı kaldığı süre boyunca, ailenin önemini daha iyi kavradığı anlaşılmaktadır. Limni ve Malta mektuplarında değindiği konular arasında ailenin insan ve toplum hayatındaki yeri ve önemi; aile bireyleri arasındaki sevgi bağları; ailenin eğitici işlevi; kadınların eğitimi, çalışma hayatına katılması ve aile ile toplumdaki önemi gibi konular bulunmaktadır.

Gökalp‟e göre insanı mutlu eden, bir mefkûreye bağlanmasıdır. Mefkûrelerin en küçüğü, en kadimi, en samimisi ve en yakını ise aile birliğidir. İnsan beraberlik zevkini ve birlik olmanın tadını öncelikle ailede tatmaktadır. Aile hayatının tadını alan ve ailesini seven bir insan, milletini ve meslek topluluğunu ailesine benzetip daha çok sevecektir (Tansel, 1989: 323-333).

Gökalp‟in hemen her mektubunda, ailesinden uzakta yaşamak zorunda kalan bir eş ve babanın duygularıyla, bir sosyologun düşünceleri iç içe geçmektedir. Eşine yazdığı bir mektubunda şunları söylemiştir: “… sevginin kaynağı ailedir. İnsan en evvel ailesini sever ve ibtidâ sevmeyi aile içinde öğrenir. Şimdi ben ailemden ve milletimden uzak yaşaya yaşaya, korkuyorum ki sevmeyi de unutayım. Sevgiyi nasıl şiddetle yaşayabilirim ki, en çok sevdiklerim benden uzak, ben onlardan ırak!” (Tansel, 1989: 442).

Gökalp, kızına yazdığı bir mektupta ise şunları söyler:

Allah sevgi cemiyetine numune olarak aileyi yaratmış. İnsan ailesi içinde her ferdi sever, her fert tarafından sevilir. Ailesi içinde yaşayan adam mesuttur. İnsan için en büyük saadet aile hayatıdır. En büyük bedbahtlık da ailesinden uzak düşmektir. İşte ben iki buçuk senedir bu bedbahtlığı çekiyorum. Aileme kavuşunca, yeniden hayata gelmiş gibi olacağım; çünkü benim şimdiki hayatım kâbuslu bir rüya gibidir (Tansel, 1989:551).

Gökalp‟e göre aile en küçük topluluk olduğu gibi, aynı zamanda en canlı topluluktur. Milletin temeli olduğu için; aile ne kadar güçlü olursa millet de o kadar güçlü olur. Milletin temeli olan ailenin temeli ise kadındır. Türkiye‟de kadınlar iyi öğrenim göremedikleri için milletin gelişmediğini belirten Gökalp, memleketin ilerlemesi için öncelikle kadınların eğitimi meselesine eğilinmesini ve kız mekteplerinin reforme edilmesini önerir. Ona göre kızlarının iyi tahsil görmesi, bir milleti yeniden ihyâ edebilir. Çünkü iyi yetişmiş bir kadın, iyi bir aile; iyi bir aile de iyi bir millet demektir (Tansel, 1989: 415).

Gökalp, ailenin bir toplum için ifade ettiği anlamın farkında olan ve aileye değer veren bir sosyolog olarak, Türk toplumunun gelişme kaydedebilmesi için, önce ailenin gelişmesini önemli bir koşul olarak ortaya koymaktadır. Burada, anne olarak çocukların yetiştirilmesinde birinci derecede sorumlu olan kadının iyi bir eğitim almasının önemi ortaya çıkmaktadır. Gökalp‟in bu saptamaları hiç kuşkusuz ki yerindedir ve günümüzdeki anlayışla da uyuşmaktadır. Ancak, modern kadının yerinin yalnızca evi olmadığı ve iş yaşamında da varolacağı da bir gerçektir. Nitekim, Gökalp de kadını eve hapsetmemiş ve onun çalışma hayatında varolmasını da savunmuştur.

Gökalp, kadınla erkeğin farklı yeteneklere sahip oluşunu, yaratılıştan gelen nedenlere değil, toplumsal nedenlere bağlamaktadır. Ona göre, aksi takdirde, bu eşitsizliğin toplum tarafından değiştirilmesi söz konusu olamazdı (Tütengil, 1964: 39).

Gökalp‟e göre, bir insanın ruhunu yükselten din, ahlâk, bilim, edebiyat, felsefe gibi manevî alanlardır ve insan mutlu olabilmek için maddî refahtan ziyade, “manevî servet” olarak nitelendirdiği bu alanlarla meşgul olmalıdır. Bu alanlarla meşgul olmak, insanı mutlu kıldığı gibi şahsiyet sahibi eder ve ona şeref verir. Kadınlarla erkekleri eşit kabul eden 20. yüzyıl, kadınların da bu meziyetlere erkekler kadar, hatta belki daha çok sahip olmasını istemektedir. Nitekim Amerika‟da erkekler yalnız sanayi ve ticaretle meşgul olduğu için bilim, edebiyat, felsefe ve güzel sanatlar, adeta yalnızca kadınlara ait hale gelmiştir (Tansel, 1989: 322).

Gökalp, eskiden kızların eğitimi dendiğinde akla yalnızca onları ev işlerine alıştırmanın anlaşıldığını; ama bugün kızlardan yüksek tahsil de istendiğini belirtir. Artık, kızlar için darülfünunlar ve çeşitli yüksek okullar da açılmıştır; çünkü kadınların

vazifesi yalnız çocuklarını eğitmek değildir. Aynı zamanda erkekleri doğru yola sevk etmek ve toplumu eğitmek de onların vazifesi arasındadır. Gökalp‟e göre, basın, meclis, hükûmet yalnız erkeklerin elinde bulunduğu için, dünya hiçbir zaman savaştan, kavgadan, gürültüden kurtulamamaktadır. Oysa kadınlar da bu güçlere ortak olursa, her işte şiddetten ziyâde şefkat hâkim olacaktır (Tansel, 1989:322).

Gökalp‟e göre eski ahlâk, korku ahlâkıdır; yeni ahlâk ise sevgi ahlâkı olacaktır. Bu yeni ahlâk ise, ancak kadınların da eğitimde erkeklerle eşit haklara sahip olduğu ve onlar kadar eğitim hakkına sahip olduğu zaman başlayacaktır. Çünkü tarih göstermiştir ki, yalnız erkekler tarafından yönetilen ve oluşturulan bir medeniyet kalpsiz, şefkatsiz ve samimiyetsizdir. Kadınlar manevî medeniyeti yükselterek; kalpleri, ruhları ve vicdanları da yükseltecektir (Tansel, 1989: 446).

Gökalp‟in sürgündeyken kızlarına ve eşine yazdığı mektuplarda çağdaş kadınların özelliklerini, bizzat kadınlara anlatmış olması, bu yazdıklarını yalnızca inanmakla kalmayıp, onları hayata geçirmeye yönelik samimi teşvikler olarak algılanmalıdır.

Gökalp, Türk kadınının 20. yüzyılın gereklerine uygun olarak yaşamasını savunurken, kendine özgü niteliklerini yitirmemesi gerektiğini vurgulamaktan da geri durmaz. Cumbur‟a (1989:55) göre, Gökalp, Türk ailesinin millî nitelikte bir aile olması gerektiğini belirtirken, kendi orijinalliğini yitirmemek kaydıyla çağdaş medeniyetin gelişmelerinden payını almasına karşı değildir; ama Türk kadınının bir Fransız, İngiliz ya da Alman kadını gibi davranmasına ve yaşamasına da kesinlikle karşıdır.

Gökalp‟in, mektuplarında aile konusunda değindiği noktalardan biri de, ailenin eğitici işlevidir. Gökalp, bir çocuğun eğitiminde aile ortamının ve ebeveynlerin çocuğa karşı turumlarının belirleyiciliğine dikkat çekmektedir. Bunu özellikle, küçük kızı Türkân‟ın eğitimiyle ilgili yazdıklarından öğrenmekteyiz.

Gökalp, hemen her mektubunda çocuklarının derslerini ve eğitimlerini sormaktadır. 1920 yılında, Malta‟dan büyük kızına yazmış olduğu bir mektupta, küçük kızı Türkan‟ın eğitimine dikkat edilmesini özellikle rica ederken, ona şu nasihatlerde bulunur:

Her mektupta dersten, kitaptan bahsettiğime şaşmayınız; çünki ben de burada hep derslerle, kitaplarla meşgulüm. Mini mini Türkân ne yapıyor? Çocuk, her işittiğini, her gördüğünü taklit eder. Çocuğu şımartmak iyi olmadığı gibi, onu korkutmak da iyi değildir. Çocuk tatlılıkla, sevgi ile daha iyi yola getirilebilir (Tansel,1989: 276).

Gökalp, ailedeki büyüklerin davranışlarının çocuğun davranışlarında bıraktığı etkilerin ve çocuğu şımartmak veya korkutmak gibi uç davranışlardan sakınılması gerektiğinin yanı sıra, bir başka mektubunda da kızı Türkân‟a derslerin masallar eşliğinde anlatılmasını önerir (Tansel,1989:180).

Gökalp, ayrıca çocukların sordukları sorulara büyükler tarafından sabırla yanıt verilmesinin önemine de değinmektedir. Ona göre, çocuklar her şeyi anlamak ister ve soru sorar; fakat Türkiye‟deki ailelerde genelde ebeveynler, çocuğun sorularını önemsemez ve ona baştan savma yanıtlar verir. Ne var ki çocuk daima sorularına baştan savma cevaplar alırsa, artık hiçbir şeyi merak etmez ve sormaz olur. Oysa bir çocuk soru sorduğunda anlamaya hazırlanmış demektir. O yüzden, bu fırsat kaçırılmamalı çocuğa sorduğu şey hakkında, onun anlayacağı bir şekilde bilgi verilmelidir. Ayrıca, ebeveynler çocuklara kendileri de ayrıca soru sormalı ve onları düşünmeye sevk etmelidir. Eğer çocuk doğru cevaplar verirse, kendi aklına ve zekâsına güvenmeye, kendi kendine sorunlar halletmeye alışır. Bu, eğlenceli bir çocuk eğitimi yoludur (Tansel,1989: 513-514).

Tüm bu düşüncelerinden anlaşılıyor ki, Gökalp yalnızca bir düşünür ve sosyolog değil, aynı zamanda iyi bir pedagogdur. Ebeveyn-çocuk ilişkilerinde, ebeveyn otoritesi yerine çocuk merkezli bir anlayışı savunmuş olması, içinde yaşadığı topluma göre ileri bir düşüncedir. Çoğu anne-babanın bu prensipleri bugün bile uyguladığı söylenemez.