• Sonuç bulunamadı

2.1.2. Ziya Gökalp

2.1.2.1 Ziya Gökalp’in Hayatı

Ziya Gökalp (Mehmet Ziya Bey), 23 Mart 1876 günü, Kanun-i Esasî‟nin ilânına dokuz ay kala Müftüzâde Tevfik Efendi ile Pirinçzâde Zeliha Hanım‟ın oğlu olarak Diyarbakır‟da dünyaya gelir (Korkmaz, 2005: 18).

Mehmet Tevfik Efendi, Vilâyet Evrak Müdürlüğü, Vilâyet Nüfus Müdürlüğü görevlerini yürütmüş; Diyarbakır Salnâmesi‟ni (Yıllığını) hazırlamış, Diyarbakır‟ın resmî gazetesi “Diyarbekir”i çıkarmış ve Meşrutiyet‟in ilânından sonra bu gazetenin başyazılarını kaleme almıştır. Yeni Osmanlıların, özellikle de Namık Kemal‟in etkisindeki (Korkmaz, 2005: 18) Mehmet Tevfik Efendi‟nin Diyarbakır Salnâmesi‟ni çıkardığı için Maarif Nezareti tarafından verilen “Seçkin” rütbesi de bulunmaktadır (Şapolyo, 1974: 16).

Babasının, Gökalp‟in düşünmeye ve okumaya meraklı bir kişi olarak yetişmesinde büyük etkisi vardır. Oğlunun, çocuk yaşlardayken, -arkadaş çevresinden gelen daha ciddî kitapları okutması yönündeki telkinlere kulak asmayarak- özellikle ilgi duyduğu, kendi seçtiği kitapları okumasını destekler; çünkü ona göre, “Bir çocuk hangi kitapları anlar ve zevk alırsa onları okuyabilir. Anlamadığı, hoşlanmadığı kitapları, zorla okutursanız kitaplardan nefret eder.” (Gökalp, 1982ç: 95).

Babasının, Gökalp üzerindeki bir diğer büyük etkisi, ona Namık Kemal‟in ölüm haberini aldığı gün –Gökalp, bu tarihte 12 yaşındadır- “Namık Kemal gibi hürriyetperver ve vatanperver olmasını” öğütlemesiyle gerçekleşmiştir (Gökalp, 1982ç: 96). Namık Kemal gibi, ismi hürriyet ile özdeşleşmiş bir aydını örnek almak, Gökalp‟in ideolojik duruşunu; hatta karakterini ve kaderini şekillendirecektir.

M. Tevfik Efendi, oğlunun yalnızca medrese bilimleri ile Arapça ve Farsça öğrenmesinin yeterli olmayacağının farkında olduğu için onun medrese öğrenimi ile yetinmesini istemez. Fakat yalnızca pozitif bilimleri ve Batılı düşünce adamlarını öğrenmekle yetinirse de, özünü yitirip, Batılı eğitim alanların çoğunda gözlemlediği aşağılık kompleksine kapılmasından kaygı duyar. O nedenle, oğlunun hem millî ve dinî

bilgileri, hem de Batı kaynaklı bilgileri öğrenmesini ve bunları karşılaştırarak bir senteze varmasını ister (Gökalp, 1982ç: 96-98).

Ne var ki, Tevfik Efendi‟nin ömrü, oğlunun eğitim hayatını sonuna kadar takip etmeye yetmez. Gökalp, babası hayattayken Memedin Mescidinde Elifbâ ve Amme Cüzü‟ne başladıktan bir yıl sonra Mercimekörtmesi Mahalle Mektebine kaydolur. Mahalle Mektebinin ardından 1886‟da Askerî Rüşdiyeye başlar (Korkmaz, 2005: 19). Rüşdiyeyi bitirdiğinde babasını kaybeder. Önceleri, liseyi (sultanî) İstanbul‟da okumak istediyse de, medrese eğitimi almasını isteyen amcasını, idadî mektebinde okumaya bile zor ikna eder (Erişirgil, 2007: 22) ve 1891‟de Diyarbakır Mülkiye İdadisine kaydolur (Korkmaz, 2005: 20).

İdadî yılları, Gökalp için bazı uyanışların yaşandığı yıllardır. Ahmet Vefik Paşa‟nın “Lehçe-i Osmanî”sini ve Süleyman Paşa‟nın “Tarih-i Âlem”ini okur ve Türklük meseleleri ile tanışır. Bu yıllarda tanıştığı diğer kavramlarsa “vatan”, “millet”, “hürriyet” ve “müsavat” (eşitlik)tır (Korkmaz, 2005: 20). Gökalp‟in bu yıllarda bu kavramlarla tanışması tesadüfi değildir. Zira, Maarif Nezaretinin programları ve emirleriyle, okullarda ortaya çıkan sonuçlar arasındaki uyumsuzluk İstibdâd dönemi maarifinin karakteristiğini oluşturmaktadır. Padişah II. Abdülhamit‟e sadık, milliyetçi fikirlerden uzak ve dindar kişiler olarak yetiştirilmek istenen gençler, tam aksine dinî bilgilere kuşkuyla yaklaşan, Padişah‟a muhalif kişiler haline gelir (Erişirgil,2007:22- 23).

Gökalp, idadînin dördüncü sınıfındayken, okula gelen bir duyuruda, okullarda her akşam yapılacak duanın sonunda, ülkedeki tüm öğrencilerin “Padişahım çok yaşa!” demesi emredilir. Bu emir, rejim aleyhtarı öğrenciler tarafından tepkiyle karşılanır. Gökalp, tepkiyle karşılanan bu emiri protesto etmek için duanın sonunda “milletim çok yaşa!” demek üzere muhalif arkadaşlarını örgütler. Bunun üzerine, hakkında bir soruşturma açılır ama Ceza Başkanı‟nın yardımıyla, sözleri “Padişahım, milletinle çok yaşa!” diye değiştirilerek cezadan kurtarılır (Beysanoğlu, 1989: 76).

Gökalp‟in idadî yıllarında, okumaya ve yazmaya yönelik ilgisi daha da artar. O da, dönemin pekçok genci gibi Ahmet Mithat Efendi‟yi ilgiyle okur. Amcası Hasip Efendi‟den öğrendiği Arapça ve Farsça ile İslâm filozof ve mutasavvıflarını araştırır,

Gazâlî‟nin dinsel inançlarda şüpheye düşülebileceğini ve şüpheden kurtulma yollarını anlattığı kitaplarının büyük etkisi altında kalır. Sonraki yıllarda, Gazâlî‟nin Descartes‟tan daha önce akılsal gerçekleri arama yolunu ortaya koyduğunu pekçok kez yazacaktır (Erişirgil, 2007: 24).

Bu dönemde Gökalp üzerinde tarih-i tabiî hocası Dr. Yorgi‟nin büyük etkisi vardır. Yorgi Efendi, esasında bir tıp doktorudur; fakat Batı felsefesine, Fransız ve yeni Türk edebiyatına vakıf bir entelektüeldir. Gökalp, hocası Yorgi Efendi‟den okulda öğrendiklerine ek olarak Fransızca ve felsefe dersleri alır. Öğrendikleri, Gökalp‟in zihnine şüphecilik tohumları eker ve ontolojik sorular üzerine yoğunlaşmaya başlar. Gökalp, bu düşünceler içinde derin bir psikolojik buhrana sürüklenir ve tabancayla alnına ateş ederek intihar eder (Gökalp, 1982d: 99). Kolera salgını nedeniyle şehirde bulunan Dr. Abdullah Cevdet ve iki arkadaşı, kafatasında kalan kurşunu çıkartamaz ama yarayı iyileştirerek, onu on beş gün sonra taburcu eder (Korkmaz, 2005: 25).

Gökalp‟in intihar nedeniyle ilgili çeşitli spekülasyonlar bulunmaktadır. İntihar ettiğinde yanına ilk koşan Dr. Abdullah Cevdet ile sohbetlerinin ve onun Gökalp‟e okuması için verdiği “Atheisme” adlı kitabın onda kafa karışıklığı yarattığı öne sürülür (Erişirgil, 2007: 31). Gökalp‟in gençlik yıllarında Osmanlı aydınları arasında “Biyolojik Materyalizm” ya da “Sosyal Darwinizm” diye adlandırılan düşünce oldukça yaygındır. Bu akım, insanı ve toplumu açıklarken bilimsel olmayan argümanları reddederek, dinin toplumsal hayat üzerinde oynadığı rolün yerine bilimsel esasları getirmeye çalışmaktadır. Dr. Abdullah Cevdet bu düşüncenin en radikal savunucularından biri olarak Gökalp‟i derinden sarsmıştır. Gökalp‟in, bu düşüncelerin etkisiyle, biyolojik materyalist şiirler yazdığı bilinmektedir (Hanioğlu, 1986:28). Ayrıca, sonu intiharla biten çok sayıda roman okuması, amcasının kızıyla evlenmek istememesi ve gizli bir sevdaya tutulmuş olması da, Gökalp‟in intihar nedenleri arasında gösterilmektedir (Erişirgil, 2007:31).

Altuğ‟a (1986:5) göre Diyarbakır‟daki gençlik günleri, Gökalp‟in en sıkıntılı günleridir. Onu intihara sürükleyen neden kişisel olmaktan ziyade, kendi kuşağının İslâmî eğitim ile Batı pozitivizmi arasında yaşadığı bocalama ve sürüklendiği derin bunalımdır. Gökalp, Parla‟nın (1989:23) belirttiğine göre, sonraki yıllarda Durkheim‟ın

intiharlar üzerine yapıtını okuduktan sonra, kendi deneyimini “anomik intihar” olarak niteleyecektir.

Gökalp için, bu intihar girişiminin ardından Diyarbakır‟da zor bir dönem başlar. Hem şehirde dedikodular çıkar, hem de Gökalp millet ve hürriyet adına mücadele etmek varken, kolay yolu seçip intihar ettiği için kendini suçlar. Artık tam bir hürriyet ve millet savaşçısı olmaya karar verir ve Diyarbakır‟da kalarak hiçbir şey yapamayacağını anladığı için ailesine haber vermeden yüksek öğrenim görmek üzere İstanbul‟a gider. İstanbul‟da herhangi bir yerde kalmaya yetecek parası olmadığından, yatılı öğrenci alan tek okul olan Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisine kaydolur (Erişirgil, 2007: 33).

Gökalp, Diyarbakır‟dayken, İstanbul‟da tıbbiyelilerin hürriyet ve meşrutiyeti getirmeyi hedefleyen bir örgüt (İttihat-ı Osmanî Cemiyeti) kurduğunu ve bu örgütle irtibat kurması gerektiğini söyleyen Dr. Abdullah Cevdet‟in tavsiyesine uyarak Dr. İbrahim Temo ve İshak Sükûti ile görüşür. Onlar da Gökalp‟in Meşrutiyet‟i ilân etmek isteyen örgütün ihtilâl komitesinde üye olarak yer almasına yardımcı olurlar (Erişirgil,2007: 34).

Gökalp, bu yıllarda Meşrutiyet‟in ilân edildiği bu günlerde, memleketin tüm sorunlarının çözüleceğine inanan diğer Meşrutiyetçiler gibidir. Ne var ki, idâdîdeki hocası Dr. Yorgi‟nin İstanbul‟a gelmesiyle birlikte, ondan aldığı son ders bu düşüncelerini sorgulamasına yol açacaktır.

Dr. Yorgi, gençlerin meşrutî bir yönetim kurma arzusunu takdir etmekle birlikte, reformların taklitle olamayacağını düşünmektedir. Ona göre, yapılacak olan Anayasa, Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini yansıtmalıdır. Hâlbuki, meşrutiyeti ilân etmeye çabalayanlar meselenin bu yönünü ihmal etmektedir. Hocasının bu tespitleriyle, adeta kendine gelen Gökalp, sosyoloji ve psikolojinin temel prensiplerini öğrenmeye ve milletini bu özellikleriyle tanımaya yönelik çalışmaya koyulurken, bir yandan da cemiyet çalışmalarına devam eder (Gökalp, 1982:102).

Cemiyet çalışmalarına devam ederken, Gökalp‟i bazı güçlükler beklemektedir. O dönemde, II. Abdülhamit özellikle yüksek öğrenim gören gençleri takip ettirmekte ve onları sıkı bir denetim altında tutmaktadır. Gökalp de, gizli cemiyet faaliyetlerine

devam eden bir öğrenci olarak tehlike altında bulunmaktadır. 1898‟de üçüncü sınıftayken rutin bir genel arama sırasında, Gökalp‟in dolabında “zararlı” kabul edilen bazı Fransızca kitaplar ele geçirilir; ama Gökalp, okuldan atılmaktan hocalarının yardımıyla kurtulur (Korkmaz, 2005: 29).

Aynı yıl, yaz tatilinde Diyarbakır‟a gelir ve burada arkadaşlarının yaşadıkları bazı sorunları nedeniyle Vali‟yi İstanbul‟a şikâyet eder. Vali, bunun üzerine Gökalp ve arkadaşlarının evlerini yasak kitap buldurmak üzere arattırırken, Gökalp‟in bir akrabasının evinde onun İstanbul‟dan gönderdiği ve içinde baskı yönetimini eleştiren cümlelerin bulunduğu bir mektup ele geçirilir. Diğer gençlerin evinde de yasak dergi ve gazeteler bulunur. Gökalp ve arkadaşları, Vali tarafından fişlenir; ama mesele burada kalmayacaktır. Gökalp, bu olaydan sonra İstanbul‟a dönünce, önce hakkında açılan soruşturma nedeniyle yönetim tarafından okula bir hafta gelmemesi istenir ve nihayetinde, bir süre sonra tutuklanır (Şapolyo, 1974: 56- 57).

Böylelikle, Gökalp‟in on bir ay yatacağı Taşkışla‟daki hapis hayatı başlamış olur. Burada, tüm ısrarlarına rağmen Kur‟an-ı Kerim dışında hiçbir kitabı okumasına izin verilmez (Şapolyo, 1974: 57). Ancak burada tanıştığı ve “piri” addettiği ihtiyar bir hürriyetçi olan Naim Bey‟in bilgi birikimi ve deneyimlerinden istifade etme şansı vardır. Onunla geçirdiği günler, Gökalp için adeta bir okul görevi görmüştür. Naim Bey, Kanun-i Esasi‟nin tekrar yürürlüğe koyulmasının belki sultanın yetkilerini ve otoritesini sınırlandırabileceğini ama gerçek hürriyetin gelmesinin ancak ciddi bir eğitim seferberliğiyle mümkün olabileceğini söyler (Gökalp, 1982e: 103-107).

Gökalp, on ayın sonunda zaptiye nezareti altında kalmak suretiyle şartlı tahliye edildikten sonra Dikarbakır‟a döner ve vefat eden amcasının vasiyetini yerine getirerek amcasının kızıyla evlenir (Vakkasoğlu, 1984: 60). Bir süre Türk tarihini ve hocası Dr. Yorgi‟nin tavsiyesi doğrultusunda milletin sosyolojisini ve psikolojisini öğrenmek üzere çok yoğun bir okuma sürecine girer. Demolins‟in düşüncelerini anlamaya çalışır. Bu ismi Prens Sabahattin‟in Avrupa‟daki yayımlarından öğrenmiş olmalıdır. Gökalp, yalnızca okumayla meşgul olduğu bu dönemde, kısa süreliğine Askerî Rüşdiye‟de Farsça öğretmenliği yapar (Erişirgil, 2007: 41-42).

1903-1908 yıllarında Ticaret Odası‟nın fahrî kâtibi olur. 1904 yılından itibaren ise babasının da yazı işleri müdürlüğünü yürüttüğü Diyarbekir gazetesinde yazarlığa başlar. Devrin edebî akımı Servet-i Fünun etkisindeki edebî yazılarını, iktisat ve ticaret konulu yazıları ile dinî konuları ele alan şiirleri takip eder (Korkmaz, 2005: 39). İlk yazılarında, Namık Kemal‟in Osmanlıcı görüşlerinin etkisinde olan Gökalp, çeşitli unsurlardan oluşan ve gücünü Müslümanlıktan alan, Amerikan milleti gibi bir Osmanlı milletini savunmaktadır (Ülken, 1994: 304).

Bu dönemde, içinde Gökalp‟in de yer aldığı “Millî İbrahim Paşa” olayı patlak verir. II. Abdülhamit‟in 1890 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟nun altı ilinde kurdurduğu Hamidiye Hafif Süvari Alaylarından on biri Diyarbakır‟da bulunmaktadır. Bunlardan beş tanesi Millî Aşireti lideri İbrahim Paşa‟nın idaresi altındadır. Bu aşiretin önceki yıllardaki bir isyanı çok sert bir şekilde bastırılmıştır. İbrahim Paşa, Saray‟ın kendine olan itimadını da arkasına alarak, geçmişin öcünü almak için Diyarbakır halkına zulmetmektedir. İşte Gökalp ve arkadaşları da bu duruma daha fazla seyirci kalamaz ve halkla temasa geçer. Çıkan ayaklanma sırasında telgrafhaneyi işgal edip, Saray‟la irtibata geçerler. Sonuçta, Paşa‟nın elinden adamları alınır ve sürülmesine karar verilir (Beysanoğlu, 1989: 80).

Ne var ki, Diyarbakır‟daki huzur yalnızca iki yıl sürer ve İbrahim Paşa‟nın yerine geçen oğlu Abdülhamit‟in liderliğindeki Hamidiye Alayları yine halka zulmetmeye başlar. Gökalp, bu sefer daha büyük bir kitlesel direniş başlatır ve on günlük Telgrafhane işgalinden sonra, suçlular daha ağır cezalara çarptırılır. Gökalp, burada yaşananları 1908 yılında “Şakî İbrahim Destanı” adıyla kitaplaştırır (Beysanoğlu, 1989: 81).

Diyarbakır‟da bunlar yaşanırken, bir yandan da 23 Temmuz 1908‟de gerçekleşen “Hürriyetin İlânı” olarak lanse edilen Meşrutiyet‟in ilanı ülkenin her yerinde olduğu gibi heyecan ve umutla karşılanır. Gökalp, Meşrutiyetin ilan edildiği ilk günlerde, arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır şubesini oluşturduklarının ortaya çıktığı İttihat ve Terakki‟nin Diyarbakır‟daki kulübünde meşrutiyet, eşitlik, adalet ve hürriyet konulu konuşmalar yapar. 1909‟da İttihat ve Terakki‟nin Diyarbakır, Bitlis ve Van vilayetlerini kapsayan bölge müfettişliğine getirilir, 7 Ocak 1909‟da yapılan Viranşehir şubesindeki kongreye katılır. Viranşehir dönüşü kaleme aldığı on dört maddelik

“Viranşehir havalisinin te‟min-i umrânı” başlıklı raporu Cemiyet merkezince çok beğenilen Gökalp, Merkez-i Umumî‟den bir teşekkür telgrafı alır (Korkmaz, 2005: 90- 91). 31 Mart Olayı‟nın patlak verdiği günlerde Diyarbakır‟daki ayaklanmaları bastırmak da Gökalp‟e düşer. Gökalp, Kur‟an ve hadislerden örnekler vererek halkı, meşrutiyet rejiminin dine aykırı olmadığına ikna eder (Erişirgil, 2007: 46).

Gökalp, bir taraftan da Piri‟nin vasiyeti doğrultusunda bir gazete çıkararak düşüncelerini yaymak amacıyla 28 Haziran 1909‟da Avukat Şükrü (Asena) ile birlikte, Diyarbakır‟ın ilk özel gazetesi Peyman‟ı çıkarır. Haftalık yayımlanan Peyman‟ın ilk on sayısında, Gökalp‟in çeşitli mahlaslarda yazıları çıkar. Yazıların çoğu; vali, aşiretler, meşrutiyet, hürriyet, Türklük ve Osmanlılık, tekkeler ve medreseler gibi güncel politik konuları ele almaktadır. Bu yazılarda, İttihat ve Terakki‟nin o yıllardaki Osmanlıcılık politikalarına uygun yazılar yazdığı görülmektedir (Korkmaz, 2007: 95-104).

Gökalp, aynı yıl Cemiyette daha aktif görevler üstlenebilmek için İstanbul‟a gider. Buraya vardığında, Maarif Nazırı Emrullah Efendi, ondan kendisinin yerine Edebiyat Fakültesindeki psikoloji ve mantık derslerini vekâleten okutmasını rica eder. Ancak Gökalp‟in Darülfünundaki hocalığı uzun sürmez; zira hem bu işte kendini pek başarılı bulmamıştır, hem de aldığı ücret yetersiz gelmiştir (Erişirgil, 2007: 47).

Gökalp, İstanbul‟da bulunduğu dönemde İttihat ve Terakki‟nin merkezinde Akçuraoğlu Yusuf Bey (Yusuf Akçura) ile tanışır. Yusuf Bey, İmparatorluktaki hâkim unsur olan Türklerin, neden diğer unsurlar gibi hürriyet istediğine bir anlam veremediğini söyler. Ona göre, bu fikirler diğer milletlerin yararına olabilir ama Türkler için bir yarar getirmeyecektir. Bu nedenle, artık Osmanlı Türklerinin de yalnızca kendilerini ilgilendiren millî bir yol belirlemesi gerekmektedir. Yusuf Bey‟in bu sözleri Gökalp‟in düşüncelerini ve ülke meseleleri hakkındaki bilgilerini gözden geçirmesine yol açar ve biraz da İstanbul‟da edindiği kısa süreli deneyimden hayal kırıklığına uğrayarak Diyarbakır‟a döner. Burada kendisine verilen Diyarbakır Maarif Müfettişliği görevini yürütecektir (Erişirgil, 2007:48-51).

Gökalp, kısa süre sonra 18 Eylül 1909 tarihinde “Kâbe-i Hürriyet” Selanik‟te düzenlenecek İkinci İttihat ve Terakki Cemiyeti Kongresi‟ne Diyarbakır delegesi olarak seçilir. Kongre genel sekreteri Tevfik Rüşdü Bey‟in (Aras) hatıralarında belirttiğine

göre, burada en çok dikkat çeken iki isim Mustafa Kemal ve Ziya Gökalp‟tir (Beysanoğlu, 1989: 84). Mustafa Kemal, askerlikle siyasetin ayrılmasına yönelik görüşleriyle dikkat çekerken (Korkmaz, 2005: 121), Gökalp gençleri İttihat ve Terakki politikalarının yanına çekmenin yollarını anlattığı konuşmasıyla Cemiyet‟in takdirini kazanır ve Merkez-i Umumî üyeliğine getirilir. Artık, gençlerden o sorumlu olacak ve onları Cemiyet‟e bağlayacaktır (Erişirgil, 2007: 52).

Gökalp, Selanik‟te gençlerle ilgili amaçlarını şöyle sıralamaktadır: Gençlere bireysel ve millî ahlâk telkin etmek; özellikle düşünceye yatkın gençlere eğilimlerine göre iş bulmak, âlim olmaya yatkın gençlere ülke meselelerini araştırma yollarını öğretmek ve onları Maarif Nezaretine tanıtmak ve öğretmenlik, profesörlük gibi görevlerde yer almalarını sağlamak; gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki‟nin ilkelerini yayan misyonerler olarak yetiştirmek; fikir kulüplerine, özellikle de İttihat ve Terakki Kulübü‟ne devama teşvik etmek; gençleri Avrupa‟dan gelen zararlı fikirlerden korumak. Görevi gereği gençlerle bir arada bulunan Gökalp, onlar tarafından sevilmeye ve sayılmaya başlar. Onlara İttihatçı fikirler hiçbir zaman tebliğ gibi sunmaz; Sokratvari bir tavırla, onları birtakım konular üzerinde düşünmeye sevkeder ve “doğru yol”u kendi kendilerine bulmalarını sağlar (Erişirgil, 2007: 53-55).

Gökalp, İttihat ve Terakki‟nin Selanik‟teki Merkez-i Umumi‟nin bir odasını, Fransızca felsefe ve sosyoloji kitapları aldırarak, bir kütüphane haline getirir (Korkmaz, 2005: 124). Kitaplarını okuduğu yazarlar arasında; bireylerce üretilen ve taklit süreciyle yaygınlaşan “kolektif davranışlar” anlayışıyla bilinen Fransız sosyolog Gabriel Tarde ve bir ırkın karakterine içkin olduğunu ileri sürdüğü “kolektif duygular” anlayışıyla bilinen Gustave Le Bon üzerinde yoğunlaşır. En çok okuduğu ve derslerinde sözünü ettiği kişi ise Alfred Fouillée‟dir. Ayrıca, sonraki yıllarda en çok etkileneceği ve düşüncelerini oluştururken büyük ölçüde yararlanacağı Emile Durkheim‟ın yapıtlarıyla da bu dönemde tanışır (Parla, 1989:24, 59).

Gökalp, sosyoloji okumalarının ve derslerinin yanı sıra milliyetçi fikirlerini de burada şekilendirir. Artık Osmanlıcılığı terk edip, Türkçülüğe yönelmektedir. Bu yönelişinde önemli bir durak olan “Genç Kalemler” adlı dergiyi çıkaranlar arasında yer alır. Dergide, Ömer Seyfettin‟in Arapça ve Farsça dil kurallarına uygun terkip kullanmaksızın yazdığı öyküler dikkat çekmektedir. Derginin başyazarı Ali Canip

Bey‟in bir sohbetlerinde Gökalp‟e belirttiğine göre amaçları yazı dilini sadeleştirmek ve halk diline yaklaştırmaktır; Ömer Seyfettin‟in öyküleri de bu amaca hizmet etmektedir (Erişirgil, 2007: 56).

Bu dönemdeki milliyetçilik, rengini daha çok dilde sadelik akımıyla belli eder. Ancak, esas önemli etkiyi Gökalp‟in 7 mart 1911 tarihli Genç Kalemler‟de yayımlanan “Tûran” adlı şiiri yaratır. Ömer Seyfettin‟in dilde başlatmış olduğu hareketi yeterli görmediği için, Türkçülüğü daha geniş bir çevreye tanıtmayı amaçlar (Korkmaz, 2005: 127-128). Tûran, çoğu kişi tarafından romantik bulunur; ancak o dönemdeki Türk milliyetçiliğine canlılık getirerek ve yeni bir yön çizecek kadar önemli etkiler uyandırır(Göksel, 1968:12). Gökalp, Altuğ‟un(1986: 7) belirttiği gibi Genç Kalemler‟de “…Türkçülüğünü sade Türkçeciliğe dönüştürecek ortama kavuşmuştur. Diyarbakır‟daki Ziya ile Selânik‟teki Ziya‟nın iki ayrı kişiliği görülür. Birincisi Tanzimat Dönemini yaşayan Osmanlı, ikincisi Türkçü ve milliyetçi Ziya‟dır.”

Tûran şiiri, sonraki yıllarda Gökalp‟in Pantürkist bir düşünür olarak anılmasına yol açacaktır. Parla (1989:11) Gökalp‟i iyi bilmeyenlerin ya da bilerek çarpıtanların kullandığı yarım-kanıtların, daha çok onun kimi özdeyişleri ve kısa şiirleri olduğunu belirtmektedir. Gökalp‟in bazı görüşlerini sloganlaştırmak için seçtiği bu formlar, teorik yazıları bilinmeden ya da dikkate alınmadan değerlendirilirse, yanıltıcı ve saptırıcı olabilmektedir. Nitekim, kimi zaman böyle olmuştur.

Gökalp yazı hayatına Genç Kalemler için Tûran dışında farklı mahlaslarla “Meşhed‟e Doğru” ve “Altun Destan” adlı manzumelerini kaleme alarak devam eder. Ali Canip‟in artık bir isimde karar kılması gerektiğinin daha doğru olacağını söylemesi üzerine, Altun Destan‟da kullandığı “Gökalp” mahlasında karar kılar. Bu mahlas, ömrünün sonuna kadar adı olarak kalacaktır (Erişirgil, 2007: 66).

Gökalp‟in yazı çalışmaları dışında Selanik‟te gerçekleştirdiği önemli bir iş de, Selanik İttihat ve Terakki İdadîsi programına sosyoloji ve psikoloji derslerini koydurmaktır. Aslında önce, burada bir darülmuallimin kurulmasını ve sosyoloji ile psikoloji kürsülerinin de yer almasını istemiş; ama bu isteği kabul edilmemiştir. O da sosyoloji ve psikolojinin hiç değilse idadîlerde öğretilmesini ister ve bu dersleri kendisi

okutur. Böylece, Türkiye‟de ilk kez bir lisede sosyoloji ve psikoloji dersleri öğretilmiş olur (Şapolyo, 1974: 107).

Gökalp, buradaki görevinin kalıcı bir hal alması üzerine 1911 baharında ailesini de yanına aldırarak Selanik‟e tamamen yerleşir. Ne var ki, Balkan Savaşı‟nın patlak vermek üzere olduğu bu dönemde Cemiyet, Merkez-i Umumî‟yi İstanbul‟a taşımaya karar verdiği için, aynı yılın son aylarından itibaren ailesiyle birlikte İstanbul‟da yaşamaya başlar (Erişirgil,2007:72). İstanbul‟a gelince 1912‟de yapılan seçimlerde Ergani-Mâdeni mebusu olarak Meclis‟e girer (Korkmaz,2005:147). 23 Ocak 1913‟teki Bab-ı Âli Baskınında aktif bir biçimde rol aldığı, hatta olay sırasında Talât Paşa‟nın yanında bulunduğu iddia edilir. Merkez-i Umumî âzâsı olarak Cemiyetin her icraatından