• Sonuç bulunamadı

Müdelles Haber ve Kısımları

Müdelles kelimesi sözlükte “

ﺲﻟد

” kökünden türemiş bir kelime olup kök anlamı ise, “alacakaranlık denilen karanlık ile aydınlığın birbirine karışması”

anlamına gelmektedir.368

364 Bkz. Önder, a.g.mak., 117-120 365 Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 29

366 Kaynaklarda tespit edilememiştir.

⇒ Müzekkî: Şahitlerin, şehadete ehil olduklarını haber veren zat. (Erdoğan, a.g.e., s. 358) 367 Bkz. Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 29; Serahsî, a.g.e., c. I, s. 370

368 Ebû Şehbe, a.g.e., s. 295; Askalânî, Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ali b. Mahmûd b. Ahmed b.

Hacer b. Ahmed el-Kinânî, Hadis Istılahları Hakkında –Nubetu’l-Fiker Şerhi-, çev. Talat Koçyiğit, A.Ü.Đ.F.Y., Ankara, ts., s. 55

Müdelles olan hadis, müdellis ile hadisi isnad ettiği kimse arasında karşılaşma ihtimalinin bulunduğuna delalet eden ‘an ve kâle gibi rivâyet sığalarından biri ile nakledilir; fakat ne zaman ahbaranâ gibi açık ve kesin bir sığa ile nakledilirse bu doğru değildir; çünkü yalan olur.369

Alimler arasında müdelles teriminin tek bir anlamda kullanılmadığı görülmektedir. Kimileri tedlîs yöntemi ile irsâl(-i hafî) yöntemi arasında eşanlamlılık ilişkisi görürken kimileri de bunları birbirinden farklı özelliklere sahip bir terim olarak kullanmaktadır.

Örneğin Ahmed b. Hanbel’e370 ve Yahyâ b. Mâ’in’e371 göre “irsâl” ile “tedlîs”

aynı anlamda kullanılmaktadır. Đbn Hibbân’ın terminolojisinde de “tedlîs”, “irsâl-i hafî” olarak adlandırılmaktadır.372 Ahmed b. Hanbel; Sa’îd b. Ebî ‘Arûbe’nin, ne Hakem’den ne Hammâd’dan, Ne ‘Amr b. Dînâr’dan, ne Hişâm b. ‘Urve’den, ne Zeyd b. Eslem’den, ne Đsmâil b. Ebî Hâlid’den, ne ‘Ubeyd b. Ömer’den ne Ebû Beşîr’den ne de Ebû’z-Zenâd’dan rivâyette bulunduğunu, aksine bizzat hadis işitmediği halde bu kişilerden tedlîs yoluyla hadis aktardığını belirtmektedir.373 Buna karşın el-‘Avnî ise; mutlak şekilde işitme/hadis dinleme olmaksızın rivâyette bulunmanın tedlîs olmadığında, aksine, râvilerin çağdaş olmaları şartıyla râvinin senedden düşürülmesinin irsâl-i hafî olduğunda hiç şüphe bulunmadığını ifade eder; bunun için de Đbrâhim en-Neha’î’nin, tedlîste bulunmuş olduğunu, kendisiyle Abdullah Đbn Mes’ûd arasına râvi olarak Huneyy b. Nuveyre’yi, Sehm b. Mincâb’ı, Hızâmetu’t-Tâî’yi dahil ettiğini, çoğunlukla da bu râvilerden tedlîste bulunduğunu iddia eden(ler)e karşılık olarak Đbrahim en-Neha’î’nin bu işleminin tedlîs olarak değil de müteahhirin ulemanın görüşüne dayanarak irsâl olarak adlandırılmasını gerekçe göstermektedir.374

Hanefi bilginlerinden Serahsî; genel olarak tedlîsi, “edâda ruhsat”

çeşitlerinden biri olarak değerlendirmektedir. Çünkü kişi, kendisinden hadis dinlemediği halde karşılaştığı kişi hakkında “

اﺬﻛ نﻼﻓ لﺎﻗ

” demek suretiyle tedlîs yapmış olur ve böylece o hadisi işitenler de tedlîste bulunan kişinin, o kişiden o hadisi bizzat dinlediği düşüncesine kapılmış olurlar. Hanefiler, el-A’meş ve es-Sevrî’nin bu yöntemi kullandıklarını, Şu’be’nin ise bu yöntemi reddetmiş olduğunu ve mümkün

369 Askalânî, a.g.e., s. 55

370 ‘Avnî, eş-Şerîf Hâtim b. ‘Ârif, el-Mürselu’l-Hafî ve ‘Alakâtuhu bi’t-Tedlîs, I-IV, c. I, 1. Baskı, Dâru’l-Hicret, el-Memleketu’l-‘Arabiyyetu’s-Su’ûdiyye,1418/1997, s. 44

371 ‘Avnî, a.g.e., c. I, s. 46 vd.

372 ‘Avnî, a.g.e., c. I, s. 56 373 ‘Anvî, a.g.e., c. I, s. 44-45 374 Bkz. ‘Avnî, a.g.e., c. I, s. 51-53

olduğunca bu yolla hadis rivâyetinden kaçınmış olduğunu belirtmektedir.375 Abdülazîz el-Buhârî ise; tedlîsi, cerh sebebi isabetli olmayan müfesser tan’a örnek vermektedir.376

Hanefilere göre sahabe, bu yöntemi kullanmıştır. Onlardan herhangi biri, “

لﺎﻗ لﻮﺳر

ﷲا

اﺬﻛ

” dediği ve kendisine müracaat edildiği zaman, “ben bu hadisi Nebi (a.s.)’dan rivâyet eden falanca kişiden dinledim” demekten kaçınmamışlardır. Bu yöntemi kullanmaktan ötürü de birbirlerini kınamamışlardır. Bundan da, bu yöntemde herhangi bir sakınca olmadığı anlaşılmaktadır. Bu, mutlak anlamda bir tedlîs olmayıp, bundan dolayı hiç kimsenin, sahabeyi müdellis olarak adlandırması, Hanefilere göre, caiz değildir.377

a. Tedlîs türleri

a1. Tedlîsu’l-isnâd

Tedlîs türlerinden bir olan tedlîsu’l-isnâdın tanımı; ehl-i hadis alimlerinden olan Đbnu’s-Salâh’a göre şöyledir: “Kişinin, karşılaşıp da hadis dinlemediği kişiden dinlemiş izlenimi uyandıracak şekilde veya çağdaşı olup da karşılaşmadığı kişiden, karşılaşmış ve hadis dinlemiş izlenimi uyandıracak şekilde rivâyette bulunması demektir. Bu izlenimi de “

نﻼﻓ ﺎﻧﺮﺒﺧا

” veya “

نﻼﻓ ﺎﻨﺛﺪﺣ

” gibi ifadeler kullanmak yerine “

لﺎﻗ نﻼﻓ

” veya “

نﻼﻓ ﻦﻋ

” gibi (bizzat dinlemiş olma) ihtimali barındıran bir takım ifadeleri kullanarak yapar.”378

Đbnu’s-Salâh; bu kısımla ilgili olarak Ali b. Haşrem’le ilgili bir anekdotu örnek vermektedir. Đbn Haşrem, hadis rivâyet ederken ez-Zührî’den… ifadesini kullanınca kendisine bu hadisi bizzat ondan dinleyip dinlemediği sorulduğunda ilkinde cevap vermemiş ve hadisi okumaya devam etmiş. Ancak daha sonra kendisine yine bu soru sorulunca “hayır, ne bizzat ondan ne de bizzat ondan dinleyenden dinledim”

karşılığını vermiştir.379

375 Serahsî, a.g.e., c. I, s. 379

376 Bkz. Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 108 377 Bkz. Serahsî, a.g.e., a.y.

⇒ “Filancayı işittim”, “filanca bana haber verdi” ve “falanca bana rivâyet etti” gibi rivâyette kullanılan tabirler, râvinin, hadisi isnad ettiği kimseden bizzat aldığına delalet ederler. Eğer râvi, hadisi tedlîs ettiği kimseyi kastederek “filancayı işittim”, yahut “filanca bana haber verdi” derse, aslında işitmediği kimseyi “işittim” demesi itibariyle yalan söylemiş olur. (Bkz. Askalânî, a.g.e., s. 55; 67 nolu dipnot)

378 Şehrezûrî, ‘Ulûm, s. 73; Şehrezûrî, Marifet, s. 157; bkz. Ebû Şehbe, a.g.e., s. 295; Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 108

379 Bkz. Şehrezûrî, ‘Ulûm, a.g.e., s. 74; Şehrezûrî, Ma’rifet, s. 158; Ebû Şehbe, a.g.e., s. 296

Ancak Đbn Hacer; kişinin karşılaşıp da hadis dinlemediği kişiden rivâyette bulunması meselesiyle, çağdaşı olup da karşılaşmadığı kişiden rivâyette bulunması meselesini birbirinden ayrı olarak değerlendirmiş ilk durumu “tedlîs” olarak ikinci durumu da “irsâl-i hafî” olarak adlandırmak suretiyle Đbnu’s-Salâh ve onun gibi düşünenlerden farklı düşündüğünü göstermektedir.380 Her ne kadar o, farklı isimlendirme yoluna gitmiş olsa da mürsel-i hafî olan hadisin hükmünü aynen müdelles hadis hükmünde görmektedir.381

Bu kısma giren hadisin hükmüne gelince; bu tür tedlîs gerçekten mekruhtur.

Alimlerin pek çoğu tedlîsin bu türünü kınamışlardır. Öyle ki; ehl-i hadis arasından tedlîs yöntemini en sert dille eleştirenlerden biri de Şu’be b. el-Haccâc’dır. Đbnu’s-Salâh’ın da belirttiği üzere o “zina yapmak, benim nazarımda tedlîste bulunmaktan daha hoştur” demiştir. Đbnu’s-Salâh, onun bu sözü söylemesinden maksadının, tedlîste bulunmaktan sakınılması ve nefret edilmesi konusunda mübalağalı olarak söylenmiş bir söz olarak görülmelidir, demektedir.382

Ayrıca ehl-i hadisten bir grup ve fakihler ise, bu yöntemi yapmakla kişinin cerhedilmiş sayılacağı; buna göre ister hadisi dinlediğini açıkça söylesin ister söylemesin fark etmez, hiçbir şekilde böyle bir hadisin makbul sayılmayacağı kanaatindedirler.383

Hanefi bilginlerinden olan Serahsî; tedlîsu’l-isnâdı, gerçek anlamda tedlîs olarak değerlendirmekte ve muhaddislerden farklı olarak tedlîsi, “mevcut hadisi rivâyet eden râvinin isminin düşürülmesi ve isnadın yüceliğini yaygınlaştırmak (yani isnadı âlî hale getirmek) amacıyla asıl/ilk râviden rivâyette bulunmakla gerçekleşir”

şeklinde tanımlamaktadır. Serahsî, bunun övülecek bir amaç olmadığını; eğer böyle bir amaç yoksa ve sadece yapılan bu tedlîs işlemi, isnadı kısaltmak suretiyle dinleyenlere bir kolaylık sağlamak amacıyla yapılmışsa ya da bu sözün kesinkes Nebi (a.s.)’a ait olduğunu gösterebilmek için tekit amacıyla yapılmışsa bunda herhangi bir sakınca bulunmayacağını savunmaktadır. Serahsî, sahabe ve tabiînden aktarılan sözleri bu şartları taşıyan kısma dahil etmektedir. Ve yine ona göre;

tedlîste bulunmakla tanınmayan, aksine sika râvi(ler)den hadis dinlemekle tanınan, yukarıda caiz görülen amaçlara binaen tedlîste bulunmakla ve sika râvilerden rivâyette bulunmakla meşhûr olan bir kişiden rivâyette bulunmayı caiz görmektedir.

380 Ebû Şehbe, a.g.e., s. 296

381 Askalânî, a.g.e., s. 56

382 Bkz. Şehrezûrî, ‘Ulûm, s. 74-75; Şehrezûrî, Ma’rifet, s. 158-159; ‘Avnî, a.g.e., c.I, s. 80; Ebû Şehbe, a.g.e., s. 296-297; Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 109

383 Ebû Şehbe, a.g.e., s. 297

Eğer bu kişi, sika olmayan râvilerden rivâyette bulunmuşsa ve yukarıda caiz görülmeyen özelliği taşıyan tedlîste bulunuyorsa o kişiden rivâyette bulunulmasını caiz görmemektedir.384

a2. Tedlîsu’ş-şuyûh

Tedlîsu’ş-Şuyûh bu kısım; hadisi bizzat dinlediği şeyhinden, şeyhi tanınmasın diye başka bir ismini, künyesini, nesebini veya sıfatını kullanarak rivâyette bulunulmasına denir.385 Bazı âlimler bu kısma mutlak anlamda tedlîs denmesine itiraz etmişlerdir. Örneğin, el-Beyhakî, Muhammed b. Râfi’in şöyle dediğini aktarmaktadır: “Ebû ‘Âmir’e, es-Sevrî’nin (bu şekliyle) tedlîs yapıp yapmadığını sorduğumda, “hayır” cevabını vermişti.”386

Bu kısmın hükmüyle ilgili olarak Đbnu’s-Salâh, tedlîsu’l-isnâdın durumundan daha hafif olduğunu ifade etmektedir. Bu kısımda; rivâyette bulunulan veya rivâyette bulunan kişinin ihmal edilmesi durumu söz konusudur. Zira bazen râvi, rivâyette bulunduğu kişiyi ihmal eder de o kişi(ler) meçhûl hale gelmiş olur. Böyle bir hadis ise makbul olmaz. Ayrıca, rivâyette bulunulan kişinin yeterliliğine ve durumuna vâkıf olmak isteyen kişinin bunu öğrenebilme yolunu engebeli hale getirme durumu söz konusu da olabilir.387

Abdülaziz el-Buhârî, râvinin, niçin tedlîsu’ş-şuyûhta bulunmuş olabileceği konusuna; belki de adını zikretmediği şeyhini hedef alan kişinin, sika olmadığı şeklindeki saldırısından şeyhini korumak için yapmış olabileceği veya şeyhi yaşça kendisinden daha küçük olabileceği ya da şeyhi çokça rivâyette bulunduğu için, tek bir şekilde bunca rivâyeti bir kişinin adını zikrederek rivâyet etmeyi gerekli görmemiş olabileceği türünden gerekçeler göstermiştir.388

a3. Tedlisu’l-kinâye

Tedlîsu’ş-şuyûh kısımlarından biri olup Pezdevî tarafından “telbîs” olarak adlandırılan bu tür tedlîs, “kişinin, rivâyette bulunduğu kişinin künyesini kullanması (kinâye etmesi) yöntemi” olarak adlandırılmakta ve tedlîsu’ş-şuyûh hükmünde kabul edilmektedir. Çünkü künye kullanılması, râvinin isminin söylenmemesinden daha aşağı konumda olan bir yöntemdir. Rivâyette bulunduğu kişinin, hadisi makbul

384 Bkz. Serahsî, a.g.e., c. I, s. 379-380

385 Ebû Şehbe, a.g.e., s. 298; Şehrezûrî, ‘Ulûm, s. 74; Şehrezûrî, Ma’rifet, s. 158 386 Ebû Şehbe, a.g.e., s. 299

387 Ebû Şehbe, a.g.e., s. 298; bkz. Şehrezûrî, ‘Ulûm, s. 76; Şehrezûrî, Ma’rifet, s. 161; Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 109

388 Bkz. Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 109

sayılmayan bir kişi olması muhtemel olduğu için, râvi bu yöntemi kullanmış olabilir ki, bu durumda böyle bir hadis makbul sayılmaz.389

Örneğin Hasan el-Basrî’den hadis rivâyetinde bulunan iki Đsmail b. Müslim adlı kişi vardır ki, bunlardan ilkinin künyesi Ebû Rebî’a’dır ve bu kişi metrûku’l-hadis olan biridir. Bu kişiden Süfyân es-Sevrî, Yezîd b. Hârûn, Ebû ‘Âsım en-Nebîl ve benzeri kişiler hadis rivâyetinde bulunmuşlardır. Diğeri ise Ebû Muhammed künyesini taşımakta olan sika bir râvidir. Bu kişiden de Yahyâ b. Sa’îd, Abdurrahman b. Mehdî, Vekî’, Ebû Nu’aym gibi şahıslar rivâyette bulunmuşlardır. Bu kişiler, rivâyet esnasında bu iki kişiyi künyeleriyle temayüz ettirmişlerdir. Örneğin Kûfe’de de Đsmail b. Ebân adında iki kişi vardır ki, bunlardan biri Ğanevî olarak tanınır ve sika bir râvi değildir; diğeri de Đsmail b. Ebân el-Varrâk olarak tanınır ki, sika bir râvidir.390

Alimler, râvinin “sika bir kişi bana bu hadisi aktardı”, “ithamda bulunamayacağım biri bu hadisi bana aktardı” veya “benden daha sika bir râvi bana bu hadisi aktardı” ifadelerini kullanarak ta’dîl ettiği kişinin adını söylemeksizin müphem ta’dîlde bulunmasının yeterli olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Örneğin Ebû Bekir es-Sayrafî ve bir kısım hadisçiye göre yeterli değildir.

Çünkü ona göre sika bir kişinin, biri ya da birileri tarafından cerh edildiğine başka birisi muttali olmuş olabilir. O zaman tanınabilmesi için onun adını söylemesine gereksinim duyulur. Bazılarına göre ise eğer bu ifadeleri kullanan kişi alim biri ise kendi görüşüne uygun düşen kişi hakkında bununla yetinebilir, uygun düşmeyen kişi hakkında ise yeterli görmeyebilir. Hanefilere göre herkes hakkında bu ifadelerin kullanılması ta’dil olup olmaması bakımından yeterlidir. Çünkü adâlet vasfı, bir kişi hakkında, ancak gerçekten âdil olduğu tespit edildikten ve âdil olup olmadığının gerekçeleri araştırıldıktan sonra “sika” hükmü verilebilir. Ta’dîl sebebi açıklanmadan sadece “sika” veya “âdil” ifadelerinin kullanılması makbul sayılır. Buna göre, râvinin künyesini kullanarak tedlîste bulunduğu gerekçesiyle birilerinin, başka birini ta’n etmesi, cerh işlemi için uygun değildir. Çünkü rivâyette bulunulan kişinin künyesi;

ya rivâyette bulunulan kişi itham edildiği için ya da rivâyette bulunulan kişi hakkında batıl ta’nda bulunulmasından onu korumak için kullanılmış olabilir. 391

389 Bkz. Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 110

⇒ Bunlardan ilkinin adı, Đsmail b. Müslim el-Mekkî Ebû Đshâk el-Basrî, diğeri de Đsmail b. Müslim Ebû Muhammed el-Basrî el-Kâdî’dir. (Bkz. Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 110, 2 nolu dipnot)

390 Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 110-111 391 Bkz. Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., c. III, s. 111

b. Müdelles haberin hükmü

“Tedlîsu’l-isnâdda bulunmakla tanınmış birinin rivâyetinin makbul sayılıp sayılmayacağı konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bir grup hadisçi ve fakih bu yöntemi kullanmayı, bu yöntemi kullanan kişi için bir cerh sebebi saymışlar ve ister hadisi bizzat dinlediğini açıkça söylesin ister söylemesin böyle bir rivâyeti makbul saymamışlardır.” diyen Abdülaziz el-Buhârî şöyle devam etmektedir: “doğru olan yaklaşım, bu noktada ayrıma gitmektir. Şöyle ki, bu tür tedlîsi kullanan müdellisin, bizzat dinleme ve ittisal özelliklerinin belirgin bir şekilde bulunmadığı muhtemel/olasılık taşıyan bir lafızla rivâyet ettiği hadisin hükmü mürsel hadis ve mürsel hadis çeşitlerinin hükmü gibidir. “

ﺖﻌﻤﺳ

”, “

ﺎﻨﺛﺪﺣ

”, “

ﺎﻧﺮﺒﺧا

” vb. lafızlar gibi açıkça ittisal özelliği barındıran bir lafızla rivâyet ettiği hadis ise sahih hadis hükmündedir.

Tedlîs bir yalan türü olmadığına göre sahîhayn vb. kitaplarda, Katâde, A’meş, Süfyân es-Sevrî vb. kişilerin rivâyet ettikleri bu türden pek çok hadis bulunduğuna göre bu tür bir tedlîs, eksik bir lafızla rivâyette bulunulduğu için bir tür yanıltma anlamına gelir ki, bundan ötürü râviye fısk özelliği nispet edilemez. Bu tür bir hadisteki ittisal özelliği açıkça ortaya konur ve belirsizlik ortadan kaldırılırsa rivâyet açısından makbul sayılır.

Đkinci tür tedlîs yapmakla tanınmış olan bir kişiden, rivâyette bulunduğu kişinin adını açıklaması istendiğinde bunu yapmazsa böyle bir hadis hüküm kaynağı olmaktan çıkar. Çünkü bu tür tedlîste, sahtekarlık olduğuna ve gerçek olmadığına dair bir izlenim bulunmaktadır ki, bunlar da hadisin doğru/ râvinin doğru sözlü olmasına etkide bulunur. Râvisinin adını açıklaması istendiğinde onun ismini söylemesi ve hadisi o kişiye izafe etmesi ne o hadisi hüküm kaynağı olmaktan çıkartır ne de bundan dolayı o hadisin geçersiz sayılması gerekir. Örneğin Süfyân b.

‘Uyeyne, tedlîste bulunan bir kişiydi. Ancak rivâyet ettiği haberi kimden işittiği kendisine sorulduğunda onun ismini gizlemezdi. Zira bu yaygın olarak kullanılan bir yöntemdi ve hiç kimse de bu yöntemi kınamazdı.392

3. Bize Ulaşma Yönünden Haberin Kısımları