• Sonuç bulunamadı

Levh-i Mahfûz ve Levh-i Mahfûz’dan İndirilen Kur’an’ın Mahiyeti

B. Eski Ahid’de Vahiy

1.3. KELÂMULLAH TARTIŞMALARI VE KUR’AN

1.3.3. Levh-i Mahfûz ve Levh-i Mahfûz’dan İndirilen Kur’an’ın Mahiyeti

Kur’an’ın içinde mevcut olduğu ve aynı zamanda içindeki diğer yazılı şeylerin açıklayıcısı olduğu Levh-i Mahfûz, Kur’an’ın mahiyetinin anlaşılması hususunda kilit noktalardan birisidir. Çünkü, Allah katından bir söz olan Kur’an’ın ilk kayıtlı kaynağı Levh-i Mahfûz’dur ve Kur’an buradan indirilmiştir. Bu nedenle Kur’an’ın mahiyetine dair görüşler içerisinde Levh’deki Kur’an yazısı ve buradan indirilen Kur’an hakkındaki fikirlere de yer verilmiştir.

Levh; üzerine yazı yazılan tahta, masa, düz yüzey demektir. Ancak, her şeyin tespit edilip yazıldığı ve Allah’ın bilgi hazinesi olan “Levh-i Mahfûz (Korunmuş Levha)”; bildiğimiz anlamda bir levhaya, bildiğimiz şekilde kalemle, mürekkeple yazılmış bir kitap değildir.237 Kur’an’ın ve eksiksiz olarak her şeyin kaydedildiği Levh-i Mahfûz; bir hadise göre kalem,238 arş ve kürsî ile birlikte âlem yaratılmadan önce yaratılmıştır. 239

İslam coğrafyasında oluşan mezhepler kelâm hakkında konuşmadan önce de Müslümanlar, Yahudiler’in Tevrat hakkındaki inançları gibi Kur’an’ın Levh-i Mahfûz’da yaratılmış olduğuna ve oradan dünya semasına indirildiğine inanıyorlardı. Mezhepler içerisinde ise ilk olarak Mu‘tezile, ilahî kelâm hakkındaki düşüncelerinin bir

235 “Peygamberlerden, kendisine insanların iman edebileceği mucize verilmeyen hiçbir peygamber

yoktur. Bana verilen de Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an)dir…” es-Safârînî, Levami‘u’l-Envar Şerhu Durreti’l-Mudiyye, Beyrut 1985, s. 177.

236 Diğer Kutsal Kitapların, gaybî haberler içermeleriyle mu‘ciz olsalar da, nazım ve telifleri yönüyle

mu‘ciz olmadıkları ve benzersiz olma konusunda Kur’an gibi meydan okumadıkları belirtilir. Kaynak için bk. Nasrullah Hacımüftüoğlu, Kur’an’ın Belâgatı ve İ‘câzı Üzerine, Erzurum 2001, s. 72.

237 Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 396.

238 Nisâbûri, Muhammed b. Abdullah el-Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahiheyn I-IV, (Musatafa Abdulkadir

Ata), Beyrut, 1990, II, 373.

239

Tirmizî, Muhammed b. Îsâ, es-Sünen, (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Beyrut ts., Kader, 17; İman, 18; Müslim, Ebu’l Hüseyn Müslim b. el-Haccâc, es-Sahîh, Beyrut ts., İman (Miraç), 263; Kader, 8; Buhârî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, es-Sahih, (nşr. Mustafa Dibe’l-Buğa), Dâru İbn Kesir, Beyrut 1990, Kitâbu’s-Salat, 1: 91; Kitâbu’l-Enbiya, 5: 106-108.

uzantısı olarak Kur’an’ın Levh-i Mahfûz’daki varlık boyutu ile, Dünya’ya indirilmiş, okunmakta ve yazılmakta olan varlık boyutunu değerlendirmiştir. Çağıl; bu değerlendirmenin Mu‘tezilî kaynaklarda “el-Hikâyetu ve’l-Mahkiyyu” başlığı altında yapıldığını, sünnî kaynaklarda ise bu başlığa rastlamadığını ancak zaman zaman az da olsa konunun dolaylı olarak bahis konusu yapıldığını belirtir. Hikâye “bir kelimeyi herhangi bir hareke ya da siga değişikliği yapmadan başka bir konuma nakletmek” demektir. Mu‘tezile âlimleri, işitilen Kur’an’ın Allah’ın ihdas ettiği kelâmın aynı mı gayrı mı, yani hikâyenin mahkî (hikâye edilenin)nin aynı mı yoksa benzeri, yani gayrı mı olduğu konusunda iki tür görüş belirtmişlerdir. Kelâmın sesin dışında bir mana olduğunu kabul edenler, mana yönüyle kelâm kalıcı olduğundan hikâye ve mahkînin aynı olduğunu söylerken kelâmın kalıcı olmayan sesten ibaret olduğunu düşünenler, kelâm sarf edildikten sonra yok olup gittiği için hikâyenin mahkînin benzeri yani gayrı olduğunu düşünmüşlerdir. Görüldüğü gibi Mu‘tezile’nin en çok eleştirilen görüşlerinden biri olan kelâmın sesten ibaret olduğu düşüncesi, bütün Mu‘tezilî âlimlerin düşüncesi değildir. Hikâyenin mahkînin gayrı olduğu anlayışında kelâm sesten ibaret görülürken, Kur’an’ın Levh-i Mahfûzda’ki varlığı da yazıya kelâm denmediği için hakikî değil mecazî olarak kabul edilmiştir. Buna göre Levh’de var olan, ilâhî kelâmın aynı değil ona delâlet eden emarelerdir. Mu‘tezile’den bu düşüncede olanlar, bir varlık aynı anda iki mahalde olamaz mantığından hareketle, okunmakta olan Kur’an’ın da Levh-i Mahfûz’daki Kur’an’ın aynı değil nakli olduğunu düşünmüşlerdir. Kelâmın kalıcı olduğunu ve kelâmda esas olanın ses değil mana unsuru olduğunu düşünenler ise, bir mahlûğun hüviyeti değişmezken aynı anda farklı varlık kategorilerinde mevcut olmasını câiz görmüşlerdir. Buna göre, Kur’an’ın; Levh-i Mahfûz’daki, hafızalardaki, yazıdaki varlığı hep aynıdır, hepsi için “Allah kelâmı” denir.240 Burada hikâyeyi mahkînin aynı kabul edenlerin de okuyucuların okunan Kur’an’daki fonetik farklılığını, kıraatı makrû (okuyucunun fiili ile okunan kelâm)dan ayırarak dikkate aldıkları ifade edilmelidir. Hikâyeyi mahkînin gayrı kabul edenlere göre ise bu görüşte zaten ses unsuru ve farklılığı dikkate alınarak hikâye ve mahkî birbirinden ayrıldığı için kıraat ile makrûyu ayrı kabul etmeye gerek kalmamış, ikisi de aynı şey olarak görülmüştür.241

240 Görüş, bilgi ve kaynaklar için bk. Çağıl, s. 83-92. 241 Görüş ve kaynakları için bk. Öge, s. 137-142.

Sünnî kelâmda, Levh-i Mahfûz’dan dünya semasına indirilen Kur’an’ın böylece bir boyuttan başka bir boyuta intikal ederek kitaplaşıp kitaplaşmadığı konusundaki görüşlerine bakacak olursak dokuzuncu yüzyılda sünnî ekolün önemli isimleri olan Eş’arî, İbn Küllab ve takipçileri, kelâm Allah’ın bir cüzü olmayıp O’ndan ayrılmış ve başka bir şeye intikal etmiş olmadığından Allah’ın kelâmı olan Kur’an’ın kitaplaşmadığını düşünürken İbn Hanbel ve takipçileri ise; Kur’an’ın ses ve harfleri ile birlikte ezelî kelâmın ta kendisi olduğuna inandılar.242 Bu da ilâhî kelâmın intikal ettiği yani kitaplaştığı düşüncesini ortaya çıkarır ki ilâhî kelâmın mutlak olarak mushaflarda olduğu inancı İbn Hanbel zamanında ortaya çıkmıştır. Söz konusu dönemde İbn Hanbel’in düşüncelerinin halk seviyesinde yanlış anlaşılmış olabileceği de zikredilir.243

Ehli Sünnet âlimleri, bir taraftan ilâhî kelâmın intikal ettiğini ve kitaplaştığını kabul etmezken diğer taraftan kelâma ve Kur’an’a dair yaptıkları açıklamalarla hakkında fikir belirtmeyi çok da istemedikleri “hikâye-mahkî” konusunda, hikâyeyi mahkînin aynı kabul ettikleri izlenimi verirler. Çünkü Kur’an ile bizim “okumak” gibi Kur’an’a yönelik eylemlerimizi birbirinden ayırırlar. Böylece kıraatı makrûdan ayırırken, hikâyeyi de mahkînin aynı saymış olurlar.244 Sünnî düşüncede mahkî, Levh-i Mahfûz’daki nefsî kelâm; hikâyesi ise Cebrail’in Hz. Peygamber’e getirdiği ibarelere karşılık geldiğine göre elimizdeki Kur’an ibareleri Levh-i Mahfûz’da yazılı olanın aynıdır sonucu çıkar. Ne var ki bu noktaya gelince ibarelerin nefsî kelâmın aynı değil ona delâlet eden şey olduğunu söylerler, aynı zamanda ibareler de delâlet ettiği şeyler de kadîmdir derler ki bunu nasıl izah etmeye çalıştıklarından bahsedilmişti. Bütün bunlar ezelî kelâm ile hâdis kelâm arasındaki bağlantıyı kuramamanın oluşturduğu bir karmaşa gibi görünmektedir. Bu karmaşanın bir uzantısını da ibare olarak Kur’an’ın kime nispet edileceği konusunda görürüz. Kur’an ibareleri hem Allah’a hem Cebrail’e hem de Hz. Peygamber’e nispet edilmektedir. Bunun nedeni, Kur’an’da iki yerde, bir söz olarak Kur’an’ın, çoğunluğun tefsirine göre birinde Cebrail’i diğerinde ise Hz. Peygamber’i kasteden “şerefli elçiye” nispet edilmesidir (69: 40; 81: 19).245 Eş’arî’nin takipçisi ve onun fikirlerini geliştiren bir âlim olan Râzî ilgili âyetin tefsirinde, Kur’an’ın hem Allah’a hem Cebrail’e hem de Peygamber’e nispetinin ne anlama geldiğini açıklarken,

242

Wolfson, s.191-192.

243 Öge, s. 97.

244 Tespit ve kaynakları için bk. Çağıl, s. 92-98.

“Kur’an onu Levh-i Mahfûz’da açığa çıkarması, şu anki mahiyeti üzere tertip ve tanzim etmesi yönüyle gerçekte Allah’ın; göklerden yeryüzüne indirip, Hz. Peygamber’e intikal ettirmesi ve ona okuması yönüyle Cebrail’in; halka açıklanması, insanları onu tasdik etmeye çağırması ve onu peygamberliğine delil kılması yönüyle de Hz. Muhammed’in

kelamı sayılır.”246 izahını yapar. Bu tefsirde Kur’an’ın Allah’tan Cebrail’e, ondan da

Hz. Peygamber’e intikal ettiği anlaşılır. Ne var ki Ehli Sünnet’e göre Allah’ın ezelî kelâmının bir yerden bir yere nakledilmesi söz konusu değildir. Bu durumda Kur’an’ın indirilmesi, Cebrail’in kendi makamında bulunurken Allah’ın kelâmını idrak etmesi ve bunları yeryüzüne inerek Hz. Peygamber’e belletmesi olarak açıklanır.247 Şu durumda da ibareler Cebrail’e ait olmuş olur ki bu da kabul edilmeyen bir husustur.

Sonuç olarak “hikâye- mahkî” konusundaki düşüncelerine değindiğimiz Mu‘tezile mezhebinde; Bağdatlı Mu‘tezilîler muhdes olan ve sesten hâsıl olan kelâmın sadece bir mahalde olabileceği mantığıyla, okuyup yazdığımız Kur’an’ın Levh-i Mahfûz’dakinin aynısı değil benzeri olduğu düşüncesi ile kitaplaşmayı kabul etmezken Basralı Mu‘tezîliler, kelâm manadan ibarettir ve bu yüzden aynı anda birden fazla mahalde olabilir düşüncesi ile kitaplaşmayı kabul ettiler ki bu düşünce diğerine göre daha makul görünmektedir.248 Ehl-i Sünnet’e gelince, onların Kur’an’ın kitaplaştığını kabul etmesi durumunda, aynı durumda Mu‘tezile’nin görüşleri için söz konusu olmayan bir problem ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın kitaplaşması, Mu‘tezilî düşüncede Allah’ın kelâmı mahlûk kabul edildiği için ezelî olanın hulul etmesi (enkarnasyon) gibi bir anlayışa sebebiyet vermezken sünnî düşüncede ezelî kelâm ve bunun ibaresi olarak muhdes kabul edilen Kur’an arasındaki bir bağlantı, kitaplaşmanın kabulü ve böylece ezelî olanın hululu anlamına geleceğinden Ehl-i Sünnet âlimleri çoğunlukla kitaplaşmayı kabul etmemişler, diğer yandan ilâhî kelâmın varlık boyutları arasındaki bağlantı hakkında da tam bir açıklama getirmemiş ya da getirmek istememişlerdir. Sonuç olarak Ehl-i Sünnet, Kur’an’ın Allah’ın ezelî kelâmı olduğunu ve Mu‘tezile gibi Kur’an’ın Levh-i Mahfûz’daki ön varlığını kabul etmekle birlikte Kur’an ibarelerinin Allah’ın zâtı ile kaim olan “kelâm” sıfatına delâlet ettiğini savunmuşlardır.249

246 Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XXX, 117. 247

Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, IV, 156.

248 Eş’arî, Makâlât, s. 192; Şehristânî, Milel, s. 256. Bağdatlıların görüşü için bk. Nesefî, Tabsıra, I, s.

341.