• Sonuç bulunamadı

Kentler sosyal icatlardır, kendilerine özgü fiziksel ve sosyal özellikleri vardır ve ekonomik, siyasi ve sembolik işlevlerine sahiptir. Kentler öncelikle yerel nüfusun kültürel özellikleri ve siyasi-ekonomik anlayışıyla şekillenmiştir. Daha sonra teknolojinin ilerlemesiyle ve ulaşım araçlarının gelişmesiyle birlikte, diğer coğrafik alanlarla irtibat sonucu birbirlerinden etkilenme eğilimi göstermiştir. Kırsaldan farklı olarak kademeli nüfus artışı mevcuttur ve sosyal kaynakları seferber etmek suretiyle

42 sürekli olarak fiziksel değişime maruz kalmaktadır. Bundan dolayı bu kaynaklar, kentin kendine özgü fiziksel ve ekonomik özelliklere sahip olmasına imkân verir. İlk kurulan kentler genel olarak imparatorluk, feodalite, demokrasi gibi siyasi özellikleri ile anılırken, daha sonra kentler sembolik işlevleriyle anılmaya, törenlerin merkezi olmaya ve dinî çeşitlilik gibi farklılıkların mekânı olarak gelişmeye devam etmiştir.

Ekonomik veya siyasi sebeplerden dolayı tarihe baktığımızda yıkılan, kaybolan, yeniden inşa edilen ya da taşınan birçok yerleşim yerleriyle karşılaşılmaktadır.

Bundan dolayı dış etkilere karşı korunma yanında modern yaşamın bir gereği olarak gelişimini sürdürebilme konularında güçlü olmak zorundadır.

Modern yaşamın bir gereği olarak sürekli değişim gösteren bu mekân ayrıca değiştirendir. Bundan dolayı onu sadece bir sosyal faaliyet alanı olarak görmek yanlıştır. Mekân sadece eylemler değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerin bir parçasını oluşturur ve günlük yaşamlarımızla yakından ilgilidir; yaptıklarımız hakkında hissetme şeklimizi etkiler. Buradan birey ve mekân arasındaki ikili ilişkinin önemi ortaya çıkmaktadır. Birey sınıf, cinsiyet, ırk veya yaş gibi değişken faktörlere bağlı olarak sosyal olaylarla iç içe olurken, mekân değiştikçe etkinliği ve etkileşimi de değişmektedir (Gottdiener & Hutchison, 2010: 19). Bir başka ifadeyle kentli, kendi ihtiyaç ve isteklerini ifade etmek için mekân oluşturur veya değiştirir.

Mekânın sosyal açıdan önemi değerlendirildiğinde gündelik hayat faaliyetleri dikkat çekmektedir. Yaygın otomobil kullanımı, hareketlilik, kitle iletişim araçlarının etkisi gibi gündelik hayatın kapsamı doğallığın yok olması anlamına gelmektedir.

Kırsal alanda olandan farklı olarak komşuluğun ortadan kalkması, farklılıkların önemini yitirmesi ve işaretlerle dolu bir mekân içinde durmadan hareketlilik göze çarpmaktadır. Böylece mekânı sosyal ilişkilerin etkin bir biçimi, yapıcı bir unsuru ve bizatihi bir ilişkiler kümesi olarak tanımlayabiliriz (Stravrides, 2018: 245-246).

Mekân önem arz eder çünkü o toplumsal yaşamın etkisiz bir kabı değil toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Mekân karşılaşmalara biçim verir, çünkü kendisi yapılandırılmış bir ilişkiler sistemidir. Bundan dolayı kent mekânıyla kentsel yaşamın ilişkisi yadsınamaz. Kentsel yaşam, kent nüfusunun, mekânsal konum açısından görünüm ve düzenlenmesi sayesinde mümkün olur.

Kent, çeşitli formlarıyla yeni sosyal gelişim mekânı olarak fırsat veya bir laboratuvar, yenilikçi siyasi gelişmelerin mekânı ve ulaşılması zor da olsa ekonomik değişikliklerin mekânı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kısacası kentler sosyal, ekonomik ve siyasi değişimin tetikleyicisidir.

(Short, 2012: 4)

43 Sosyal, kültürel ve siyasi süreçlerin mekânı olarak kentin toplumla ilişkisi bu yönden önemli ölçüde ilişkilidir. Mekân bağlanma, bireyin kendisiyle ilgili deneyim nedeniyle belirli bir bölgeye psikolojik bağ kurması durumunda ortaya çıkar. Bu bağ güçlü veya zayıf, olumlu veya olumsuz olabilir, ancak bir bireyin söz konusu yere anlam ifade ettiğini gösterir. Bundan dolayı toplum ve mekân iç içe geçmiş durumdadır. Mekânın benzersiz kimlikleri bu yüzden de genellikle belirli sosyal etkileşim biçimleriyle ve dolayısıyla toplumla ilişkilidir (Milligan, 2003: 22-23). Sık sık bu fiziksel konumlarda kendilerini gerçekleştirme arzusu içinde olan toplum bozulduğunda bu durum mekâna da yansır.

Bundan dolayı da kamusal alanın gelişimi ile toplumsal bir olay olarak kavramsallaştırma gücünün büyük bir ilgisi vardır. Birey bebeklikten itibaren ben olanla ben olmayan arasındaki ayrımı yapabildiğinde sembol oluşturabilme gücünü elde etmiş olur. Oluşturulan bu semboller öznenin ihtiyaçlarından çok daha farklı bir şey olmaya başlamıştır. Kamusal alanı da bu şekilde sembolleştirerek toplumsal karşılık olarak belirleyen birey, toplumsal bir olgu halini alır. Kamusal alanın oluşumuyla kentli toplumun sembolleştirme gücü arasındaki bu ilişki sonucunda bu alanda meydana gelen değişim ve dönüşümler toplumun algılama derecesini de etkilemektedir. Sonuçta yabancıların kullandığı bir alana dönüşebilen kamusal alan, ortak değerlerle çözülemeyen ve ciddi bir toplumsal yapı bozukluğuna sebep olacaktır. Kentlerde meydana gelen kim yaparsa yapsın, ne olursa olsun anlayışı, kamusal alanın kontrolden çıkmasından kaynaklanan bir durum olarak kabul edilebilmektedir (Sennett, 2010: 65).

O halde kent mekânsal düzenlemeleriyle ve yeni alanlar inşa ederek büyümeye devam etmektedir. İlk ortaya çıktığı dönemler itibariyle koruyuculuğu yanında saldırganlığı ifade eden bu mekânlar, en geniş özgürlüklerin yanında medeni insanın “ikinci doğası” haline gelmiş ve katı bir zorlama ve hizaya sokma sistemini kentliye kabul ettirmiştir (Mumford, 2007: 64). Mekânsal pratikler ise bu ikinci doğanın sürekli değişimine sebep olmakta sosyalleşme biçimlerindeki değişiklikler ve yeni topluluk biçimleri bu sayede meydana gelmektedir. Kentlinin kolektif yaşam tarzı olarak bir arada yaşaması ve sosyal yapılanmada aktif oyuncular olabilmesi, özel-kamusal yaşam arasındaki dengeyi iyi kurmakla ilgili bir durumdur. Kent mekânı daha çok kamusal alanın paylaşılması fırsatı sunmaktadır. Bu paylaşım ne kadar dengeli ve dikkatli kurulursa bireylerin kentli olma derecesi o kadar yüksek

44 olmaktadır. Bu bağlamda kamusal-özel alan ayrımının tarihsel gelişimine bakmak gerekir.

Modernleşme öncesi kamusal veya özel alan ayrımı olmadığı ve evler üstü kapalı sokaklar gibi olduğu bilinmektedir. Fakat modernleşme ile birlikte aile bireyleri birbirlerinden gittikçe ayrılmaya başlamış ve evin ortak özel alanları arasında oturma ve yatak odası gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır. Tarih ilerledikçe bu özel alanlar gittikçe daha çok ayrılmaya ve daha bireysel özgürlükler hedeflenmeye başlamıştır. Aile imparatorluğu öznel yaşantının ev içinde de bölümlere ayrılması ile dönüşüme uğramaktadır. Sokağın kalabalık yaşamı sertliği, suçla dolu olması ve hepsinden öte, karmaşıklığı genel özellikleridir. Özel alan, iş bölümünü ailenin duygusal alanına da uygulayarak, aile yaşantısını odalara bölerek düzeni ve netliği aramaktadır. Bundaki mantık, bir şeyi kendisini oluşturan bölümlere ayırmaktır. Ama ortaçağın kaosla netlik arasındaki kopukluğundan farklı olarak, kamu alanında başlayan bölümlenme işlemi, işbölümü yoluyla özel alanda da devam etmektedir.

Ayrılma, caddede olduğu gibi aile içinde de yalıtımı getirmektedir (Sennett, 1999:

44-45).

19.yy. modernleşme hareketleri ile emeğin gelişimi insanlar arasında eşitsiz, yalıtılmış bölünmeleri hızlandırmış, buna bağlı olarak özel alanın da dönüşümü gerçekleşmiştir. Özel alan mahremiyetin yalıtımı yanında ahlaksal boyutta bir reform yeri olarak da devam etmektedir. “Açılma korkusu” kavramı da özel-kamusal alan arasındaki bağlantıyı ortaya koyabilmektedir. Ahlak değerinin olmadığı kamusal alan sadece acı çekenlerin ilgi çektiği ve seyredildiği bir mekândır. Öz alanlar ise kutsal ve güven barındıran yerlerdir. Kamusal alanın aksine huzuru simgeleyen bu alanlar korku, şiddet, kuşku ve anlaşmazlıklara karşı bir sığınaktır. Dışarıdaki gerginliklerden uzak, sevgisiz düşman toplumlardan arınmış bir mekândır. Ev, sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal sorunlardan kurtulmak için dinsel bir imaj olarak da nitelendirilebilecek bir mekân konumuna gelmiş güvenliğin merkezi kentsel merkezden ev içine doğru kaymıştır. Fakat bu durumda bir çelişki ortaya çıkmış, kutsallığı ve güveni evde arayanlar genel manada sefaletten kurtulamadıklarını da görmektedir (Sennett, 2010: 65). Yani manevi rahatlık hissi maddi ilerlemeden uzaklaşmayı da tetiklemektedir.

Açılma korkusu ile ilgili günümüz modern toplumlarında öne sürülen stratejilerden biri dışa kapalı toplum (gated communities) anlayışıdır. Özel alanı hedef alanı haline getiren bu toplulukların yerleşim birliği sağladığı bu alanlar

45 kamusal alanın güvensiz, huzursuz ve gürültülü özelliklerinden kopuşu simgelemektedir (Flanagan, 2010: 350). En temel öğesi olarak yaşam alanının duvarlarla çevrilmesi üzerinedir. Tüm yaşam gereksinimlerini içinde barındıran bu anlayış, kentlilerin özel alanlarını, geleneklerine uygun hâle getirmesine rağmen dışa kapalı hâle getirmesidir: modern yaşamın çelişkili bir durumu olarak görülebilmektedir. Özel alana kaçış olarak ifade edilen bu durum, aslında kamusal-özel alan dengesinin bozulması ve kentlinin kendini kamusal-özel alana kapatması ve buna bağlı olarak kamusal alandan uzaklaşması anlamına gelmektedir. Böylece kentsel krizlerin ortaya çıkması kaçınılmaz bir hal almaktadır. Bundan sonra özel alanın sürekli olarak donatılması, büyümesi ve tahkim edilmesinin aksine kamusal alanın giderek küçülmesi, kentlinin kamusal alanın cazibesi yerine lüks konutların seyircisi olması kaçınılmaz olmaktadır (Yıldırım, 2010: 58-61).

Kamusal alanın değeri artan bir araç olarak konumuna göre sembolik ifadelerle ticarileştirilmesi, tüketicilere hitap eden işaretlerin kullanılması ve bu alanların giderek büyümesi özel alanda kendini daha özgür hisseden kentlinin kapalı alanlara yönelmesine sebep olmaktadır (Gottdiener & Hutchison, 2010: 93).

Özellikle 1970’li yıllar itibariyle artan bu dönüşümler, kültürel ve karakter açısından kamusal alanın sembolikleşmesine sebep olmaktadır. Ayrıca soylulaştırma gibi bazı düzenlemelerde kentlinin izole, bireysel ve özerk yaşam tarzına etki etmekte faaliyetin odak noktasını özel alana çevirmektedir. Ulaşım araçları kamusal alanın sembolik yapısında faaliyet için şart olmaktadır (Blau, 2004: 6). “Modern toplumlarda özel alana itilen ırksal, etnik, cinsiyet, din ve dil temelli farklılıklar kamusal alan içinde meşru bir şekilde ve kimliğini saklamadan var olma yönünde taleplerle gündeme gelmektedir” (Kadıoğlu, 2012: 167).

Kamusal alanın giderek daha da genişlemesi, kentlinin bu alanlarda daha çok varlık gösterme mecburiyetinde olmasına sebep olmaktadır. Artık semboller, normlar ve değerler daha geniş bir çerçevede onu bombardımana tutmaktadır (Sennett, 2010:

65). Bu bombardıman ya kentlinin kendini ispat ederek gücünü toplumsal mekânda ortaya koymasına ya da teslim olarak özel alanına çekilmesine sebep olmaktadır. Bu bağlamda toplumsal mekân olarak kamusal alan, toplumsal ilişkiler ve etkileşimler aracılığıyla kurulduğundan her zaman her yerde iktidarın ifadesi ve aracı durumundadır. Diğer açıdan bakıldığında kamusal alanda gücünü ifade edemeyen kentli, artık özel alanda bu arzusunu gerçekleştirmek istemektedir. Eğer özel alan büyümeye devam eder ve içeriden veya dışarıdan saldırılara uğramaya devam ederse

46 eşit olmayan sosyal, ekonomik ve siyasi faaliyetler oluşmaya devam edecektir. Özel alanın doğal olarak hane reisi ve eşitsizliklerden dolayı bireyleri pasifleştirmesi (Pascoe, 2015: 347) kamusal alana da yansımakta hatta daha ileri gidilerek öfke anlatan mekânlar haline bile gelebilmektedir (Flanagan, 2010: 315). Kamusal alanlar yürüyüşler ve isyanlar için popüler kolektif ifadeler için zemin olmaktadır. Diğer taraftan da dezavantajlı grupların ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışan arenalar olarak dikkat çekmektedir. Bu anlamda, kamusal alanın kentlinin kendini ifade edebilmesi için güçlü bir sese sahiptir denebilir.

Özetle kamusal-özel alan arasında direkt ilişki kentlinin etkin olmasında önemlidir. Parklar, bahçeler ve caddeler gibi kamusal alanlar kent yaşamının en çekici özelliklerindendir ve bu alanlar gerek güven ortamı, gerek özel alanın tahakkümü ve gerekse sosyal, kültürel vb. nedenlerle kullanılamadığında, o zaman orada yaşamanın çekiciliği olumsuz yönde etkilenir. Sonuçta diğerlerinden ve genel olarak toplumdan yabancılaşma kamusal alandaki gerilemenin önemli bir sonucu, modern kentsel ortamlarda farklı sosyal gruplar arasındaki ilişkilerin doğasının çoğunlukla grup izolasyonu, hoşgörüsüz davranışlar ve bölünmelerle sonuçlanmasıdır. Çözüm ise kamusal alandır. Çünkü kamusal alan toplumsal olandır, buluşmadır ve bir araya gelmedir. Kamusal alan, hem maddi hem de maddi olmayan mekândır. Kentsel yaşamın ve toplumun ifadesidir.

1.2. KENTLİLİK

İnsanlık tarihinde ilk kez 21.yy. ile birlikte kent nüfusu kır nüfusundan daha fazla hale gelmiş, insanoğlunun durumu kent çerçevesinde daha çok analiz edilmeye başlanmıştır. Kentleşme çoğunlukla kırsaldan kente nüfusun coğrafik olarak yeniden dağıtılması olarak tanımlanırken, bu durum sadece toplumun mekânsal olarak yeniden organize edilmesi değil ayrıca mekânın da toplumsal düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Toplumun mekânsal olarak yeniden dönüşümü birkaç hususu ön plana çıkarır. Öncelikle büyük kentler zenginliği ve özellikle kamusal alanlardaki büyük uyaranlara bağlı olarak duyarsızlık geliştirirler. Duyguların zayıflaması anlamında geliştirilen bu tutum, nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bu mekânlarda hayatta kalmanın yollarından biridir. Bir diğer husus, özgürleştirici kent üzerinedir. Küçük kırsal alanlara göre kentler özgürlük hissiyle orada yaşayanlara güvence verir.

Olağanüstü iletişim yelpazesi altında bireyin gelişimi kaçınılmaz bir hal alır. Üçüncü

47 husus, rasyonellik ve akıl kaynağının para ekonomisine dayanması ve bu yüzden de kentlerin duygu ve tutumları para vasıtasıyla şekillendirmesidir. İnsanların faaliyetleri ve ilişkileri gerek hassasiyet gerek zaman kullanımı açısından kentlerde sorunlar yaratmaya başlamıştır.

Kentlerin ilk ortaya çıktığı dönemler yazının keşfi ve devamında bilgi akışının hızlanması ile birlikte toplumun gelişmesi ve buna bağlı olarak güvenlik, adalet, çatışma, birliktelik ve ortak bilinç elde etme gereksinimlerine çözüm olarak siyasi merkeziliğin ortaya çıktığı ifade edilebilir. İlk kent oluşumlarıyla beraber sosyal düzende farklılıklar ortaya çıkmış, toplumsal kurumlar çerçevesinde meşruiyet krizleri belirmiş ve toplumsal yapının kurumsal ve sistemsel olarak yeniden değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. Gelişen kentlerin diğer kentlerle çeşitli açılardan karşı karşıya gelmesi (bu karşılaşmalar ekonomik, kültürel veya siyasi nedenlerle olabilmektedir) hem kültürel boyutta çatışmalara hem de ekonomik boyutta rekabete sebep olmuştur. Kentler arası veya daha geniş ölçekte uluslararası ticaretin gelişimi alışveriş toplumunun oluşumuna zemin hazırlamış; kolektif kurallar ve sivil toplum kavramlarının ortaya çıkması kaçınılmaz hâle gelmiştir.

Modernleşme hareketleri ile birlikte endüstrinin yoğun olduğu kentlerde sınıfsal ayrımlar ve farklı yaşam biçimleri de yine ekonomik faaliyetlerin etkisinden kurtulamamıştır.

19.yy. ile birlikte sanayi kentleri yeni davranış biçimlerinin ve yeni sosyal ağların ortaya çıktığı mekânlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İfade edilen bu farklılaşmalar insan yaşamı için negatif ve pozitif sonuçlar da doğurmuştur. Sanayi kentlerinin insan yoğunluğu, çeşitlilik, canlılık, tecrit, yoksulluk ve anomi gibi özellikleri kent-kır, toplum-topluluk, tarımsal-endüstriyel, geleneksel-modern gibi ikilemler üzerine tartışılmaya başlaması kentlerin yeni sosyal formlarının oluşumuyla ilişkilendirilmiştir (Angelo, 2016: 5-6). Wirth’ın “bir yaşam biçimi olarak kentlilik”

ifadesi ve daha sonra Chicago okulunun ekolojik yaklaşımı kentsel deneyimlerin eş anlamlısı olarak görülmüştür. Böylece bu ikilemler ve devamında kentlilik, büyüklük, yoğunluk ve heterojenlik gibi özelliklerle anılmaya başlamıştır.

Kentin boyutları ve sakinlerinin faaliyet sahasındaki bu değişim, kentin pek çok işlevinin ve yapısının yeniden düzenlenmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır (Mumford, 2007: 685). Kentin aktif olarak rolü kültürleri, kimlikleri, çeşitlilikleri ve bireysellikleri en üst düzeye çıkararak onları geliştirmek üzerinedir. Bu bakımdan kentleşme, küreselleşme gibi üst yapısal faktörlerin ve ekonomik-sosyal yapıların

48 etkisi ile ortaya çıkan bir olgudur. Kentler demografik büyüme ve ekonomik büyüme ile karşılıklı bağımlılık ilişkisine yerleştirilen değişim merkezleridir (Dociu &

Dunarintu, 2012: 47). Buradan yola çıkarak kentleşme ve kentlilik ayrımına dikkat etmek gerekir. Kentleşme, kentlerin kökenleri ve kent kurma sürecini ifade eder.

Sosyal faaliyetlerin kendilerini mekânda ve toplumsal gelişim ve değişimin birbirine bağlı süreçlerine göre nasıl konumlandıracağını araştırır. Kentlilik ise yaşam tarzlarıyla ilişkilidir (Gottdiener & Hutchison, 2010: 51-52). Kentlilik, kültürle, anlamlarla, sembollerle ve aynı zamanda sosyal çatışma ve siyasi örgütlenme ile ilgili bir kavramdır.

Kentleşme kentin zenginliğini, çeşitliliğini yok eden, ona şekilsiz bir homojenlik kazandıran bir güçtür ve bu güç kentin toplumsal alanda sağladığı istikrarı, üretkenliği ve özgürlüğü tehdit eder (Bookchin, 2014: 275). Kısmen ulus devletinin kısmen de endüstrileşmenin içinden çıkan, genel olarak kapitalist üretim ve dağıtım şekillerinin bir sonucudur. Kentlilik ise modern toplumun mekânsal biçimidir (Schmid ve ark., 2011: 45). Sosyal sorunların çözülebileceği bir sosyal dünyanın ortaya çıkmasına katkıda bulunur. Kentleşme ve kentlilik olgularından ayrı olarak kentlileşme ise kırda çözülme7 ve kentte yoğunlaşma nedeniyle göç eden nüfusun ekonomik, sosyal ve kültürel bakımlardan kırın özelliklerinden kurtulup kent özelliklerine bürünme süreci olarak tanımlanır (Kartal, 1992: 26).

Aslında kentleşmeyi algılama biçimlerine göre farklı şekillerde ifade etmek mümkündür (May & Perry, 2005: 349):

 Duvarlar, meydanlar, evler, yollar, imkânlar, binalar, çöp ve fiziksel altyapının materyal kenti,

 Hayaller, farklılıklar, temsiller, fikirler, semboller, sanat, duygu, din ve estetik bakımından kültürel kent,

 Egemenlik, güç, yönetim, hareketlilik, kamu politikaları, refah, eğitim bakımından siyasi kent,

 İsyanlar, etnik-ekonomik-cinsiyet eşitsizlikleri, ayrımcılık, günlük yaşam ve sosyal hareketler bakımından sosyal kent,

 İş bölümü, üretim, tüketim ve ticaret bakımından ekonomi kenti

7 Haldun’a göre (2007: 368) kır toplumu (bedeviler) ve kentliler arasındaki ilişki ihtiyaçlar üzerinedir.

Bedeviler zirai alet ve makinelerini kentten karşılamak zorunda olduğu için onlara muhtaç durumdadır. Kentliler ise sadece lüzumlu ve zaruri olmayan ihtiyaç maddelerinin temini konusunda kıra mecburdur. Dolayısıyla aralarındaki ticaret bu çerçevede gerçekleşir.

49 Bütün bu ifadeler hem kentleşmeyi hem de bir bakıma kentlinin faaliyet alanlarını içermektedir. Kentli olmak birçok açıdan bazı gereksinimleri yerine getirmekle ortaya çıkan bir olgudur. Bunlardan en önemlisi ekonomik kazanç elde etme gereksinimidir. Kırdan kente göçlerin ve kent mekânındaki nüfus hareketlerinin büyük çoğunluğu ekonomik güç kazanma veya kazanılan gücün bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer gereksinim insanların bir arada yaşama, sorunlarını, mutluluklarını paylaşma gereksinimi olarak sosyal kentleşme olgusudur.

Komşuluklar bu gereksinimin en önemli sonucudur.

Kentlerin çekim merkezi haline gelmeleri ve göçlerin giderek artması yönetimlerin de güçleşmesine sebep olmuş, farklı kültürlerin bir arada olduğu bu mekânlarda ortak bir kent kültürü oluşturulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Kentli bilincinin kazanılması sorumlulukların paylaşılması ve hakların herkes için uygulanabilir olması buradan hareketle ortaya çıkar. Kentlinin birbirini fark etmesi, çeşitlilikleri gözlemleyebilmesi ve bu farklılıklardan ortak bir kültür çıkarma çabası aslında kentlinin bilinç kazanma süreciyle paralellik sağlar. Mekânsal olduğu kadar sosyal ve ekonomik olanın da temsil edildiği kentler, bu temsillerin azami düzeyde kullanılabilir olabilmesi için içinde yaşayanların koşullara ayak uydurma derecesine göre değişiklik gösterir. Yani kentlilik bilinci oluşması açısından kentli insanların kente özgü davranışlar sergilemeleri, paydaş olduklarının farkında olmaları ve sadece aile değil kentin kendisinden de sorumlu olduklarının farkında olmaları anlamına gelir. İnsan kendini kentin bir parçası olarak hissedebiliyorsa ancak o zaman yeterli bilince ulaşmış demektir.

Buradan hareketle kentlilik, bireylerin kentte çeşitli nedenlerle zamanla oluşmuş normları, değerleri, sembolleri kısacası kültürel öğeleri ve bir arada yaşama gereksiniminin ortaya koyduğu kuralları anlaması, özümsemesi ve gerektiğinde kullanabilmesidir. Kentlilik ve kentlilik bilincinin kamusal alanla ve davranışsal özelliklerle bağlantılı olduğundan yola çıkarak, kentliliği meydana getiren temel göstergeleri bu iki temel çerçevede incelemek gerekir (Ercoşkun ve ark., 2016)8. Burada bahsedilen kamusal alan ve davranışsal özelliklerin temelinde sosyalleşme vardır. Bu kavram birçok sosyolog tarafından çeşitli şekillerde analiz edilmiştir.

Fakat birçok analizin ortak noktası kentli birey üzerine yapılmış görünmektedir.

8 Ayrıntılı bilgi için bkz: http://dergipark.ulakbim.gov.tr/paradoks/article/download/

5000199593/5000178153

50 Ercoşkun ve ark. (2016) yaptıkları bir çalışmada kentlilik bilincini kent kimliği-yerel bağlılık, kentin sunduğu imkânlar ve katılım, çevre bilinci oluşturma ve yönetişim şeklinde üç maddeyle ilişkilendirmiştir: Kent-kimlik ilişkisi daha önce de

50 Ercoşkun ve ark. (2016) yaptıkları bir çalışmada kentlilik bilincini kent kimliği-yerel bağlılık, kentin sunduğu imkânlar ve katılım, çevre bilinci oluşturma ve yönetişim şeklinde üç maddeyle ilişkilendirmiştir: Kent-kimlik ilişkisi daha önce de