• Sonuç bulunamadı

4) İç içe geçmiş gruplar: Kendi aralarında ve dış dünyayla önemli ilişkileri vardır. Yüksek eğitimli vatandaşlardan oluşur ve sivil katılımın da

1.3.6. Aktif Vatandaşlık-Sosyal Sermaye İlişkisi

Birey kendine bırakıldığında sosyal olarak çaresizdir ama komşusuyla, arkadaşlarıyla veya kamu kurumlarıyla temasa geçerse sosyal ihtiyaçlarını karşılama imkânı bularak, kendinin ve dolayısıyla toplumdaki yaşam koşullarının iyileştirilmesi yönünde bir potansiyele sahip olabilecektir. Toplumun her kesiminin işbirliğiyle bir bütün olarak daha fazla yarar gösterebilen bu durum, sosyal sermayenin kapsamındadır ve bireyin iletişim düzeyinin gelişmesinde ve huzurlu bir ortam

109 yakalamasında faydalı olacaktır. Sosyal sermaye, bireyler arasındaki ilişkilerden ortaya çıkan kolektif bir düşünce, değer veya inanç olarak tanımlanabilir. Bu, bağlantı işbirliği ve güven temelli normlar ve sosyal ağlarla sağlanabilir. Böylece bireyselden çok toplumsal temelde sahibi olunan normlar, değerler ve inançlar ortaya çıkar. Sosyal sermaye, uzakları yakınlaştıran ve bakış açılarına köprü olan dışsal kimlikleri güçlendiren veya sayısız çeşitlilikleri kapsayan bir özelliğe sahiptir (Andrews, 2009: 430). Kent mekânlarında da bu tür iletişim ağlarının oluşmasına katkı sağlayan, siyasi-sivil-sosyal katılımı kolaylaştıran önemli bir bağlantı aracıdır.

Sosyal sermaye, insanların sivil toplum kuruluşları ve diğer kuruluşlarla ilişkileri yoluyla oluşturduğu ağları ve ilişkileri kapsamaktadır.

Sosyal sermaye, yüz yüze ilişkilerle sağlanan, sosyal güven ve hoşgörü kaynağı olan ve giderek tüm topluma yayılan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sosyal ilişkilerin birbirine bağlanması ve sosyal grup üyeleri arasında bağları güçlendirmesi temelinde homojenliğe dayanan sosyal sermaye, köprüler kurarak bireyleri bir araya getirme eğilimi göstermektedir. Ülkenin ekonomik faaliyetlerine sosyal yaşamın etkilerini nüfus ettiren ekonomik bir program olarak görebileceğimiz bu olgu, basit şekliyle en az iki kişi arasında güvene dayalı iletişimi, geniş çerçevede ise birey, sivil toplum ve kurumlar arasında koordinasyonu sağlayarak toplumun üretkenliğini artıran iletişim ağı olarak tanımlamak mümkündür (Karagül & Masca, 2005: 39). Bundan dolayı sosyal bütünlük sağlayarak kolektif bilinç sağlaması, sosyal-siyasi ve sivil politikaların daha verimli gerçekleşmesine imkân sağlaması ve bunun yanında birey ve kurumlar arasındaki sağladığı güven ilişkileri yüzünden ekonomik etkinliği ve üretimi artırması bakımından ekonomik açıdan da faydaları bulunmaktadır. Bu bağlamda topluma yön veren kültürel faaliyetlere, değerler, normlar ve eğitime göre şekillenmektedir.

Sosyal sermaye, koordinasyon ve işbirliğine elverişli olması gereken kuruluşların özelliklerini ifade eder. Ağları, gönüllü dernekleri, normları ve sosyal güveni içerir (Bevir, 2010: 113). Buradan hareketle sosyal sermayenin kaynaklarını veya temel aracı kurumlarını aile, sivil toplum örgütleri, firmalar, kamu sektörü, etnik ve diğer sosyal gruplar olarak gruplandırabiliriz. Yani toplumun en küçük kurumu olarak aileden en kapsayıcı olan devlet kurumuna kadar geniş bir kapsamı olan bu olgu, sosyal ilişkiler, güven, hak ve hukuk dağıtımı ve gelir dağılımı gibi faktörlerden önemli ölçüde etkilenmektedir. Bu yüzden de ekonomik, sosyal ve siyasi düzenlemelerle refah düzeyinin artırılması, ancak toplumsal kalkınmanın

110 gerekliliği ile mümkün (Karagül & Masca, 2005: 43) olabileceği düşüncesi akıldan çıkarılmamalıdır.

Sennett (2009: 50) sosyal sermayeyi insanların toplumsal ve kentsel örgütlere gönüllü katılımı açısından tanımlamaktadır. Vatandaşların ağlara derin bir şekilde, isteyerek mi yoksa zorunluluk nedeniyle mi dâhil oldukları açısından sosyal sermaye önem kazanmaktadır: insanlar katılımlarının niteliğinin zayıf olduğuna karar verdiğinde düşük, ilişkilerinin niteliğinin iyi olduğuna inandıklarında ise yüksektir.

Buradan yola çıkarak Sennett sosyal sermayenin düşük mü yoksa yüksek mi olduğunu belirlemek için başlıca ölçütü sadakat olarak değerlendirmektedir. Burada askeri örgütleri örnek olarak gösteren Sennett, yüksek sosyal sermaye biçimine sahip olan bu örgütlerdeki bireylerin sadakatleri aracılığıyla gerektiğinde yaşamlarını bile feda etme istekliliğine sahip olduklarını vurgular. Bunun tam ters konumuna sivil toplumları koyarak, bu kuruluşların son derece düşük sadakat düzeyleri yarattığını ifade eder. Bunun sebebini de şu sözlerle açıklar: “Eğer bir işveren size kendi başınızın çaresine bakmanızı, ihtiyacınız olduğunda kurumun size yardım etmeyeceğini söylüyorsa neden ona fazla bir sadakat duyasınız ki? Sadakat, katılımcı bir ilişkidir; hiçbir iş planı, ne kadar güzel ya da mantıklı olursa olsun, sırf çalışanlar planın oluşumuna katılmadığı için, dayatıldığı insanların sadakatini tek başına kazanmayacaktır.” (Sennett, 2009: 50)

Sadakatin yanında güven de sosyal sermayenin gelişmesinde önemli bir etkendir. Yüksek düzeyde güven ortamı herkes için en iyi çözümün bulunacağı ve işbirliğini sağlanacağı anlamına gelir. Güven kavramı kurumlara ve kişilere olmak üzere iki türlüdür. Bireysel olarak yüksek özgüven, toplum ve daha kapsamlı şekilde ulus temelinde varlık gösterebilmek için şarttır. Ait olunan toplumla iletişim ve güven düzeyinin yüksekliği kendini kanıtlamanın temel şartlarından biridir (Karagül

& Dündar, 2006: 68-69). ESAU’nun yaptığı çalışmaya göre, sosyal sermaye ile aktif vatandaşlığa güven ilişkisi incelenmiş; sosyal sermaye ve güvene sahip toplulukların vatandaşlıklarını kullanmada sosyal sermayenin ve güvenin düşük olduğu topluluklardan daha aktif oldukları sonucuna varılmıştır. Bununla birlikte, sonuçlar ayrıca güvenin sosyal sermayeden daha etkili bir değişken olduğunu göstermektedir (Esau, 2009: 381).

Öyleyse sosyal sermaye birey ve toplum arasındaki güven düzeyini, toplumsal davranışların sadakate bağlı niteliğini ve iletişim kanallarının etkinliğini belirleyen önemli bir araçtır. Toplum ve bireyler arasında güvene dayalı ilişkiler

111 olarak tanımlamaktadır. Yönetenler-yönetilenler, kişiler arası veya kurumlar arası iletişim ve ağların oluşumunda gereken güven düzeyi sosyal sermayenin en belirgin göstergeleridir. Diğer açıdan bakıldığında ise çatışmalar, yolsuzluk ve suç oranlarındaki artış gibi olumsuz durumların da sosyal sermaye eksikliğinden kaynaklandığı sonucuna varılabilir (Karagül & Dündar, 2006: 63-64). Toplumun parçası olarak aktörlerin çeşitli gruplara üyeliği sayesinde kendilerine fayda sağlayacak faaliyetlerde bulunması gerekir. Böylece sosyal sermayenin parçası olarak normlar, değerler ve inançlar yanında güven duygusu önem kazanmaktadır.

Güven ve devamında karşılıklı saygı gibi sosyal normlar, çeşitlilik gösteren ama uyumlu olan toplumların sosyal sermayesine köprü vazifesiyle katkı sağlar.

Sosyal sermaye seçimde oy kullanmak ve kurumsal işbirlikleri içine girmek gibi sivil sorumlulukların çeşitliliklerini geliştirebilen bir olgudur (Andrews, 2009: 429).

Ayrıca bireyleri birbirleriyle düzenli olarak temasa geçiren, hem resmi hem de gayrı resmi olan sosyalleşme ağlarına ve sosyal güven normlarına bağlı olarak, bireylerin birbirlerine güven duymaları için genelleştirilmiş istekliliktir. Gönüllü dernek üyeliğini merkeze yerleştirir ve bu tür bir üyelik, vatandaşlar arasındaki ilişkileri teşvik eder, çünkü en azından ortak bir çaba için yüz yüze etkileşim gerektirir. Fakat sosyal düzenlemelerin sistematik olarak daha dışlayıcı hâle gelmesi, nüfusun bazı kesimlerinin kendilerini kötü hissetmelerine ve katılmaya son vermelerine ya da insanların sivil toplumla ilgilenmeleri için gereken kaynakları sağlamada yetersiz kalmasına sebep olmaktadır (Esau, 2009: 383-384).

O zaman aktif vatandaşlığın gelişimi için bireyin aile, komşu, mahalle ve kurumlara katılımı ile gerçekleşen sosyalleşmeyi engelleyen durumların ortadan kaldırılması gerekir. Ross (1919: 670-671) sosyalleşmeyi engelleyen durumları dört maddede açıklamaktadır:

1) İnanç ve duygular açısından farklılık algısı; sempatiyi kontrol eden bu algı, bireyin gelişim düzeyine bağlıdır. Kaba davranışlar, kişisel görünüm ve yeme alışkanlıkları çok önemlidir.

2) Keyfi ayrımcılık da engel olarak dikkat çekmektedir; ayrımcılık, faaliyetlere katılımı azaltmaktadır.

3) Aşağılık duygusunun varlığı da sosyalleşmeye bir engel teşkil etmektedir. Sınıf farklılıkları bakımından üst sınıflarla alt sınıflar arasında çok fazla sosyalleşme olmamaktadır.

112 4) Gelenekçilik, diğer koşullar uygun olduğunda çeşitli unsurların

sosyalleşmesini engellemektedir.

Bu dört madde sosyalleşmeyi engellemekte ve dolayısıyla sosyal sermayenin gelişimini de zayıflatmaktadır. Zayıf sosyal sermaye ise aktif vatandaşlığın zayıflığına işarettir.

Uyumluluk, birlik, işbirliği ve diğer sosyal değerler ve uygulamalar daha önceki bölümlerde de ifade edildiği gibi aktif vatandaşlığın temel unsurları arasında değerlendirildiğinden sosyal sermayenin aktif vatandaşlıkla ilişkisi önemli derecede yüksektir. Sosyal sermaye, fiziksel ve beşeri sermayeye yapılan yatırımın faydalarını arttırır (Walters, 2002: 392). Harekete geçmek için sermaye ve mekân etkileşiminin önemine dikkat çeken Bourdieu, bireyin eğilimleri ve eylemleri ile habitus, sermaye ve mekânın ayrılmaz birlikteliği13 arasında bağlantı kurmaktadır (Bourdieu, 1984:

101). Buradan yola çıkarak aktif vatandaşlığın kamusal alanın ve sosyal sermayenin karşılıklı etkileşimle ortaya çıktığı sonucuna varılabilir. Ayrıca diğer taraftan bakıldığında ise sivil toplumun gelişimi, sosyalleşmenin artması ve siyasi faaliyetlerin oy vermekten öteye geçmesi aktif vatandaşlığın sosyal sermayeye katkısı sayesinde daha da ilerleme gösterebilmektedir. Toplumların performansını ve rekabet gücünü arttırmak için işbirliği, güven, sorumluluk alma ve katılım temel araçlar olarak bireyselde vatandaşı sosyal olarak ise sosyal sermayeyi geliştirecek güce sahiptir.

Aktif vatandaşlığın temel unsuru olarak aktif katılımı tanımlamanın bir yolu olarak sosyal sermaye karşılıklı fayda için koordinasyon ve işbirliği imkânı tanıyan ağlar, normlar ve sosyal güven gibi sosyal örgüt özellikleridir. Demokrasiyi inşa etmek ve sürdürmek için önemli bir etmendir, çünkü STK veya gönüllü kuruluşlar gibi vatandaş örgütlerinin varlığı sivil toplumu ayakta tutacak, kolektif eylemin etkinliğini geliştirecek ve sonuçta demokratik dengeye katkı sağlayacaktır (Matituta, 2007: 5-6). Böylece sivil katılım ve sosyal güven ortamının bir parçası olarak demokrasi (Walters, 2002: 377), sosyal sermaye sayesinde toplum katılımının artmasına sebep olacaktır. Demokratik bir işleve sahip çeşitli amaç ve hedeflerle varlığını sürdüren kurumlar burada önem kazanmaktadır.

Bilindiği üzere demokratik kurumlar, vatandaşların resmi süreçlere (oy kullanma, siyasi partilerde faaliyet gösterme gibi) katılmalarını sağlar. Fakat sivil

13 [(habitus) (sermaye)] + mekân = pratik

113 toplum ve sosyal sermaye gibi toplumsal olguları dikkate aldığımızda bunun yeterli olmadığı, gayri resmi katılım boyutlarının da buna eklenmesi gerekliliği dikkat çekmektedir. Normlar, değerler ve topluma fayda sağlayan ağların kolektif kaynakları oluşturma gücünden yola çıkarak sosyal sermaye iki boyutta karşımıza çıkmaktadır: “yapısal sosyal sermaye” ve “bilişsel sosyal sermaye”. İlki, kurallara ve prosedürlere göre işleyen organizasyonlar, kurumlar ve ağlar gibi kolayca gözlenebilen sosyal yapılardan oluşur. Öte yandan bilişsel sosyal sermaye, değerler, normlar ve tutumlar gibi daha az elle tutulur olgulardan oluşmaktadır. Bu boyutlar sivil topluma katılım yoluyla geliştirilir. Gönüllü, kendi kendini üreten, kendi kendini destekleyen, devletten özerk olan ve örgütlü sosyal yaşam alanı olan sivil toplum ile sosyal sermaye kavramları yakından ilişkili ve karşılıklı olarak pekiştiricidir (Steenekamp & Loubser, 2016: 119).

Bu bakımdan sosyal sermaye ve komşuluk bağları katılımla aşırı derecede ilgilidir. Sosyal sermayenin iki önemli boyutu katılımın derecesini açıklayan önemli unsurlardır: diğer insanlara ve kurumlara güven. Ortak değerler insanların birbirlerine güvenmesine imkân verir ve karşılıklı güven resmi olmayan bir yönetişime sebep olur. Ayrıca sorumluluk hissinin de ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Ayrıca kendilerini ait hissettikleri komşuluk alanı da sosyal sermayenin gelişimi ve bireylerin katılımı için önem arz etmektedir. Bu iki unsurun birlikteliği katılımın ve dolayısıyla aktif vatandaşlığın temeli olarak görülebilir. Katılım için insanlara bir sebep sunmak gerekir. Sosyal sermaye bu nedenleri kapsayan insanlara sadece bir araç vermekle kalmayıp harekete geçmelerine de imkân veren bir özelliktir. Sosyal sermaye teorisi belirli sosyal ağ ile kendi menfaatlerini maksimize eden rasyonel teorinin prensiplerinden yola çıkar.

Sosyal sermaye toplumsal değerlerin ve alışkanlıkların birikimi ve bir iktidar biçimidir (Uysal, 2012: 146). Mahalle ve komşuluk ilişkileri, ortak geçmiş ve bilinç, ortak toplumsal ve kültürel özellikler ve ortak faaliyetler ve çıkarlar gibi çeşitli unsurlar toplumsal bir örgütlenme ve siyasi bir olgudur ve sosyalleşmenin sonucudur. Böylece sosyal sermayenin oluşumunda, gelişiminde ve sürekliliğinde en önemli etken insandır. Aktif olarak sosyal yaşam içerisinde tecrübe edinen veya tecrübelerini paylaşan birey sadece sosyal sermaye değil, kültürel ve sembolik sermayenin de birikimine katkıda bulunması kaçınılmazdır.

114 1.4. KENTLİLİKTEN KENTLİ AKTİF VATANDAŞLIĞA

Günümüzde gerçekleştirilen politikalar vatandaşlığı daha kapsayıcı bir pozisyona getirmektedir. Ekonomik, siyasi veya sosyal bu politikalar, küreselleşme adı altında vatandaşları yerellikten uzaklaştırmakta ve böylece ulusal köken, ikamet ve sosyalleşme bağlamında haklarını da yerellikten koparmaktadır. İnsan hakları, ulus ötesi vatandaşlık, uluslararası kuruluşlar ve bunlara bağlı olarak gerçekleşen faaliyetler, bu tür durumlara örnek olarak gösterilebilir. Bunun yanında günümüzde yerelleştirme hareketleri de dikkat çekmektedir. Her iki taraftan da bakıldığında vatandaşlığın yeniden canlandırılmaya çalışıldığı bir süreçle karşılaşılmaktadır. Yerel hareketler yabancı düşmanlığı sonucunu doğururken, diğer açıdan bakıldığında ise küreselleşme hareketleri vatandaşların yönetimden uzaklaşmasına ve her alanda aktif katılımı engellemesine sebep olmaktadır. Sivil toplum kuruluşlarının bireyi aktif yapma özelliği de buna bağlı olarak değişim göstermekte, şiddet temelli faaliyet gösteren pasif vatandaşlar, günümüzün en çok göze çarpan bireyleri olarak dikkat çekmektedir.

Bilindiği gibi 18.yy. ile birlikte modernleşmenin etkisiyle vatandaşlık ve ulus birlikte anılmaya başlamıştır. Bu süreçte haklar ve görevler bağlamında sınırlar mahalleden ve kentten uzaklaşarak ulus devletle belirlenmiştir. Hatta birçok kurum ve faaliyette toplum üyeliği ulus devlet vatandaşlığı olarak görülerek tek tip hukuk devleti çerçevesinde din, mülk, aile, cinsiyet ve diğer kimlikleri yöneten ve koordine eden bir kavram olarak vatandaşlık anlayışı ortaya çıkmıştır. Fakat bunun yanında dışlanan, eşitsizliğin yol açtığı sorunlardan dolayı dezavantajlı konuma düşen vatandaşların hak ve görevler bağlamında gerçekleştirdikleri mitingler ve programlar demokrasi anlayışının da dönüşüm geçirmesine sebep olarak yeni tür vatandaşlık anlayışları, yeni hukuk kaynakları ve yeni katılım türleri ortaya çıkmasına sebep olmuştur (Holston & Appadurai, 1996: 187).

Ulus devlet vatandaşlığı kavramı küreselleşmenin etkisiyle sorgulanmaya başlamıştır ve dört önemli etken burada dikkat çekmektedir (Sadri ve ark., 2005:

108): İlk olarak, ekonomik unsurlar ve tüketim temelli anlayış sayesinde sınıflar daha da farklılaştı ve ulus devlet üyeleri arasında eşitsizlikler tartışılmaya başladı. İkincisi, özel sermaye sahibi küresel ekonomiler ve ulus devleti ele geçirmeye çalışan diğer güç kaynakları iktidarın meşru zeminlerini harabeye çevirdi. Üçüncü olarak, yerel düzeyde hak arayışları küresellikle anılır hale geldi ve homojen yapıların dışında

115 kalanlar kendi gruplarını ilgilendiren hakların peşine düştü. Son olarak da göçlerle birlikte ulus devlet sınırlarındaki toplumların homojen olma durumu tartışılmaya ve dolayısıyla vatandaş fikri mutlaka kentli olmak fikriyle bağlantılanmaya başladı. Bu durumda vatandaşla ilgili konuşmak kent hakkında konuşmak demektir. Toplumsal varlıklar olarak yaşadığımız bu mekânlar, siyasi toplum aidiyet ölçüsünü ifade etmektedir. Genelde vatandaşlar ve kentler arasındaki bağları yapaylık, semboliklik, paylaşım, yerel siyaset, özel ağlar ve ekolojik faktörler çerçevesinde değerlendirmek mümkündür (Stevenson, 2001: 110).

Ulus devlet anlayışının yoğun olduğu günümüzde her ne kadar ulus inşası kentsel vatandaşlığın tarihi önceliğini ortadan kaldırmak ve onu ulusal ile değiştirmek olsa da, kentler vatandaşlığın gelişimi için stratejik bir alan olmaya devam etmektedir (Holston & Appadurai, 1996: 188). Fakat yabancıların bir araya gelmesi olarak da nitelenebilen kentler (Isin & Siemiatycki, 1999: 10), insanların yoğunlaşmasına tanık olmakta ve bu durum vatandaşlığın bir karmaşa içinde olmasına sebep olmaktadır. Çünkü bu tür kalabalıklar vatandaşlık kurallarını, anlamlarını ve faaliyet alanlarını genişleten ve yıpratan süreçleri ortaya çıkarmaktadır. Siyasi, sosyal veya sivil faaliyetlerin mekânı olarak kentler, hem ulusal vatandaşlığın görev ve sorumluluklar bağlamında baskısından hem de bireysel olarak katılım düzeyi bağlamında etkisizliğinden fazlaca etkilenmektedir.

Demokrasilerde kapsamlı olarak ortaya konan vatandaşlık hakları tüm üyelerine eşit derecede tam bir sivil, siyasi ve sosyal aidiyet imkânı vermemekte, bu tür haklar sürekli olarak tehdit altında olmaktadır. Üstelik birçok ülkede siyasi açıdan üyelerin oy verme, siyasi partilere katılma gibi faaliyetleri reddetmesine bağlı olarak sivil veya sosyal haklardan da faydalanamadığı da bilinmektedir (Garcia, 1996: 8).

Kent vatandaşlığına olan ilgi ve bu vatandaşlık tipinin önemini vurgulayan iki yaklaşım mevcuttur. Bunlardan ilki teknolojik ilerlemeler ve bilimsel araştırmalar sayesinde 20.yy başlarında savaş sonrasında ulusal veri analizlerinin refah devleti gelişimi ile paralellik izlemesi ve sosyal bilimlerin bu konuyla yüksek derecede ilgili olmasıdır. Bir başka deyişle ulus devletler refah düzeylerini yükseltme konusunda atılım yapma eğiliminde olduklarında kent vatandaşlığı önem kazanmaya başlamıştır.

İkincisi ise dünya genelinde sosyal çeşitliliğinin arttığı ve heterojen yapının gözlendiği kent yapılarının artmasıdır. Bu alanlar artık kimlik dönüşümü ve siyasi gündemin odaklandığı yerler halini almıştır. Böylece kentler artık hükümet denetimli

116 katılımcı siyasetin bireyler ve siyaset arasındaki uzaklığı azaltmayı hedeflemiştir (Blokland ve ark., 2015: 658-659).

Küreselleşme, ulusal ve küresel çıkarlar yüzünden emek, sermaye, iletişim ve mekânın önemsizleştirilerek bu kavramlardan bireyin soyutlanması sonucunu doğurmaktadır. Fakat bir diğer açıdan bakıldığında ise bunun yanlış bir düşünce olduğu sonucuna varılabilir. Özellikle kent bağlamında bakıldığında vatandaşların toplumdaki üyelik sorunlarının bu tür soyutlanmalarda baş aktör olduğu ifade edilmektedir. Kentler modern toplumun faaliyet gösterdiği temel mekânlardır ve vatandaşlığın dönüşümü, değişimi ve gelişimi için temel faktördür. “Üyelik, dayanışma, katılım gibi aktif vatandaşlığı canlandıran temel unsurlara mekân olan bu alanlar milliyetçi kurgulardan koparak kentsel kültür yaratmak için yeni toplumlar ortaya çıkardığı bir gerçektir” (Holston & Appadurai, 1996: 188-189).

Tüm ülkelerde nüfusun büyük bir kısmı kentlerde yaşamaya başlamıştır. Kent merkezleri iç içe geçmiş bölgeler olarak fonksiyonları yerine getirir hâle gelmiştir.

İstihdam, eğitim, konut ve gündelik yaşamın pazarları haline gelmiş ortak mekânlar olma özelliği kazanmıştır. Bazı kent bölgeleri siyasi özellikler gösterirken orta ölçekli veya küçük mekânlara sahip kentlere de rastlamak mümkündür. Buradan yola çıkarak kent merkezlerinin tek merkezli veya büyüklüğüne göre çok merkezli de olabileceği açıktır. Bu merkezler gün geçtikçe büyümeye ve daha fazla vatandaş bu alanlarda yaşamaya başlamakta ve bu kent alanlarının parçası olmaktadır. Değişim ve yenilikler mekânı olarak bu merkezlerden en çok etkilenen de bu vatandaşlar olmaya devam edecektir.

Kentlerin giderek daha çok nüfus barındırıyor olması, sosyal, siyasi ve ekonomik çerçevede dönüşümlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Özellikle kentte yaşayan vatandaşlar için yeni tanımlamalar yapılması, oluşturulan politikaların bu çerçevede geliştirilmesi bu yüzdendir. Yerel vatandaş veya kentli vatandaş tanımları daha sık kullanıldığı (Lidström & Schaap, 2018: 2) dikkate alındığında, bu dönüşümün ve yeni politikaların önemi daha da önem kazanmaktadır. Kentin gelişimine etki eden ve yaşam alanlarının düzenlenmesine yardım eden vatandaşlık tipi daha yaygın gibi görünmektedir. Planlama, kamusal ulaşım, çevresel düzenlemeler ve koruma konularında söyleyecek sözleri olan bu kişiler kentle birlikte gelişmeye, büyümeye ve değişmeye devam etmektedir.

Kentleri sosyoloji kapsamında incelemek yaşam döngüsünün fiziksel boyutlarını incelemekten çok, insanlar ve kültürlerini incelemek

117 üzerinedir. Kentlerde insanlar ve kültürler üzerine odaklanmak a) vatandaşlık, yerel ilişkiler, b) toplum ve kimlik deneyimi konularının incelenmesi demektir. (Jayaram, 2009: 2)

Kent vatandaşlığı ifadesi literatürde Yunan kentlerine kadar gitmektedir. Batı tarihi, antik Yunan kentlerinde demokrasi ve vatandaşlık doğuşu, antik Roma kentlerinde cumhuriyetçi dönüşümleri ve ortaçağ Avrupa kentlerinde yeniden

Kent vatandaşlığı ifadesi literatürde Yunan kentlerine kadar gitmektedir. Batı tarihi, antik Yunan kentlerinde demokrasi ve vatandaşlık doğuşu, antik Roma kentlerinde cumhuriyetçi dönüşümleri ve ortaçağ Avrupa kentlerinde yeniden