• Sonuç bulunamadı

Kenti ekonomik ve teknolojik gelişimlerin mekânı olarak değerlendirmek mümkündür. Kentlerin mekânsal büyümesi, siyasi ve kültürel ilişkiler yanında ekonomik faaliyetlerden dolayı da meydana gelebilir. Demiryolları, kara taşımacılığı ve bunun gibi ulaşım araçlarındaki gelişmeler, artı ürünle birlikte ticari faaliyetlerin artması ve bu faaliyetler için gereken istihdamın kentlerde kolaylıkla sağlanabilmesi veya yerel veya küresel ticari ilişkilerin giderek büyümesi, mekânsal yoğunluk ve

30 büyüklüğün ana faktörleridir. Böylece ekonomik rekabet ve hayatta kalma mücadeleleri mekânsal açıdan kentlerde tutunmanın yolları olarak görülebilmektedir.

Kırla olan ilişkisi de bu çerçevede sürmektedir.

Ticaret aracılığıyla arz-talep dengesinin yoğunlaştığı yer olan kentler (Falay, 2011: 100) dışarıdan yiyeceklerin getirilmesi ve kentte üretilen sanayi ürünlerin dışarı satılmasıyla ayakta kalır. Böylece kırsal ile kent arasında sıkı bir hizmet ilişkisi olduğu sonucuna varılabilir. Kentsel ve kırsal bölgeler arasındaki değiş-tokuş, kırsal-kentsel bağlantıların temel bir unsurudur ve en yeni nesil mekânsal politikalar, pazar etkileşimlerini kırsal alanların geliştirilmesinde, pazarın önündeki stratejilere yönelik küresel eğilimi yansıtan önemli bir faktör olarak görmektedir (Tacoli, 1998: 156).

Buradan yola çıkarak alışveriş ortamı için ticaretin ve artı ürünün üretimi için de sanayinin olmadığı bir kent mekânı tarihsel perspektifte düşünülemez. Ticaretin ulaşım kolaylığıyla ve güvenlikle ilişkisi kentin fiziksel çevresinin önemini ortaya koyar. Bu durum kentlerin şekillenmesinde ekonominin önemli bir role sahip olduğunun göstergesidir. Ibn Haldun’un kentlerin büyümesini gelir ve giderin artmasına bağlaması bu sebepledir: Bedevilikten (göçebe toplum) hadariliğe (yerleşik toplum) geçişi temsil eden kentler mülkün korunduğu, refahın temsil edildiği ve servetin geliştiği mekânlardır (Haldun, 2007).

Ortaçağ’dan itibaren kentsoyluların ticari kaygılarını düzeltme istekleri, topraklarını satarak kente göç eden insanların kendilerine bir yer bulma çabaları ve en önemlisi kentin iç-dış etkenler nedeniyle fiziksel değişiminin hızlanması sosyal-siyasi ve kültürel yapılar kadar ekonomik faktörlerden de oldukça etkilenmiştir.

Kentlerin yeni efendileri tarımla uğraşan ve kırsaldan göç edenler değil, ticaretle uğraşan orta sınıf olmuştur. Bu sınıf kentlinin içinden yükselerek ayrıcalıklı bir grup halini almış, daha sonra maddi gücü yanında siyasi güç de kazanarak ticaret ve sanayi ile uğraşan basit bir toplumsal gruptan, siyasi güç kazanabilmiştir (Pirenne, 2012: 139). Toprakla ilgisi olmayan bu sınıf, yalnızca değiş tokuş yaparak ve satarak zenginleşme peşindedir. Modernleşmeye de önemli ölçüde etki eden bu ticari faaliyetler, teknolojinin gelişimi ve ardından sanayi devrimi ile amacına ulaşmış gibidir.

Kent kültüründe bilinç düzeyi duygusal bağlardan kopmakta ve daha çok akla ve mantığa dayalı kavramlar üzerine yoğunlaşmaktadır.

Toplumsal ilişkilerde kırsal alanlarda olduğu gibi duygusallık yerine maddiyatçılık, maddi değerler veya objektiflik daha ağır basmaktadır.

31 Bunun en temel unsuru da para olarak karşımıza çıkmaktadır. (Mutlu &

Batmaz, 2013: 44)

Ticaret sayesinde para değişim aracı ve değer ölçüsü olmuş, kasabalar da ticaret merkezi olduklarından zorunlu olarak buralara akmıştır. Böylece yeni bir servet kavramı olarak para veya parayla ölçülebilen mallardan oluşan ticaret, 11-12.yy.da kentlerde ortaya çıkmıştır (Huberman, 1995: 47). Kapitalist düzenin başlangıcı olarak görülebilecek olan bu dönüşüm, kentlerin ve yeni kentli olarak orta sınıfın ekonomik düzendeki yerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır (Pirenne, 2012: 162-164). Bu, toprak sahiplerinin ve toprağı işleyerek yaşamını sürdürenlerin giderek zayıfladığı ve para sahiplerinin ve ticaretle uğraşanların güçlendiği bir düzendir.

Ticaret, endüstriyel üretim, makineleşme, örgütlenme ve sermaye birikimi gibi faaliyetler, kentlerin büyümesi ve gelişmesinde katkı sağlamıştır. Fakat kentlinin ihtiyaçlarını karşılama durumu fiziksel bir çaba gerektirdiğinden, kırsalın tarımsal gelişimi önemini her zaman devam ettirmiştir; kentin zenginliğini toprağın zenginliğinden ayrı düşünmek yanılgıdan başka bir şey değildir (Mumford, 2007:

325). Endüstrileşmenin temeline kenti yerleştiren Zukin (1980: 590-595) 17-18.yy.lar itibariyle ticari kentlerin doğuşunu, sermaye birikiminde kentin aktif rol alması, ucuz işgücü sağlama imkânı vermesi ve üretim-tüketim ilişkisinde stratejilerin uygulanması için mekânla koordinasyon sağlanması açısından önemli görmektedir. Ulus devletler ve kapitalist kentleşmenin paralel bir gelişim süreci takip ettiği bu dönemler, önce kentin kır üzerinde baskın olması ile başlamıştır. Çünkü ekonomik fazlalıkların kullanılması, üretimi, kendine mal edilmesi ve özümsenmesi (Harvey, 2016: 85), kır ve kent arasında işbölümüyle mümkündür. Kır, ürünler üretmek ve ticaret yapmakla uğraşır, kent ise artık kendi besin maddelerini üretmeyen insanların varlığından ötürü, genişleyen pazara daha fazla tarımsal ürün yetiştirmeye uğraşır (Huberman, 1995: 54).

Fakat tarımın makineleşmesi ve kentlerde fabrikaların kurulması ile birlikte durum değişmiştir. Hem daha rahat bir hayat sürmek hem de ekonomik anlamda güçlü olmak için kırsal, işe yaramazlık kâbusundan kurtulmak için topraklarını terk etmeye başlamıştır (Sennett, 2009: 63). Bu hareket kentler için ucuz işgücü demektir.

Ucuz işgücü imkânı göçlerin yoğunlaşmasıyla artmış, tarımın makineleşmesi kırsal işçiliğin biterek kent göçünü hızlandırmıştır. Yeni birliktelik özellikleri ve eğlence şekilleri, kıra göre karşıt bir kültür oluşumuna sebep olmuş, bu karşıt kültür

32 çoğunlukla tüketim yönlü seyretmiştir. Tüketim yönlü bu seyrin kırsalla birlikte yaşaması da imkânsızdır. Çünkü kırsal üretim olmadan kentler var olamaz. Kırsalın artı ürününe el koyarak yaşamını sürdürmeye çalışan kentli, askeri ve idari yetkileri eline alarak kırsalı koruma ve yönetme görevini üstlenmektedir. Ayrıca kar amaçlı kullanmak için artı ürünü depolayabilmekte veya tarımsal faaliyetlerde değişikliklere de sebep olabilmektedir (Lefebvre, 2016: 246). Böylece kırsalla birlikteliğini devam ettirmektedir.

Kentlerin ekonomik yönden cazibesini gittikçe artırması ve insanların topraklarını bırakarak kentlere göç etmesi, kentlerde nüfus yoğunluğunun giderek artmasına ve hatta kır nüfusunu geçmesine sebep olmuştur. Üretimden çok tüketime dayalı bir kent yaşamına doğru evrilme, ticari faaliyetlerin de seyrini değiştirmiştir.

Ulaşım araçları ve teknolojik ilerlemelerle paralel bir gelişim gösteren bu değişim 20.yy. ile birlikte daha küresel ölçekte ekonomik faaliyetlere neden olmuştur. Kentler ve dolayısıyla devletler refah düzeyini korumaya ve artırmaya yönelik hamlelerini özellikle ekonomik açıdan gerçekleştirme mecburiyetinde kalmıştır. Her ne kadar Lefebvre’nin (2018: 75) ifade ettiği gibi, modern kentler üretime ve üretim araçlarına müdahale eden bir yapıda olsa da 1970’ler itibariyle uygulanan siyasi politikalar ve ekonomik hamleler yerellik ve küresel arasında kalan kentleri kötü etkilerden korumaya yönelik olmuştur. Bu politika çerçevesiyle sermaye ve mal temelli düzenlemeler, sosyal ilişkileri önceleyen tarzda gerçekleştirilmiştir (Marinetto, 2003:

112).

Bu bağlamda kentlerin ekonomik, siyasi ve kültürel güçlerin karmaşık ve süregelen etkileşimiyle dönüşüm yaşadığını söyleyebiliriz. 1970’lerden önce kentlerin yerel iş adamlarının davranışlarıyla şekillendiği, dükkân ve fabrika açarak tanıdığı yerel halka gerek istihdam gerekse hizmet bakımından yardım ettiği ve ürettiği ürünleri de ulusal kanallarla satabilirken, bu durum yirmi birinci yüzyılla birlikte dönüşüm göstermiştir (Gottdiener & Hutchison, 2010: 14). Artık kentlerdeki yerel işletmeler ulusal veya uluslararası şirketlerin kontrolüne girmiş ve kentin yönetimi, değişimi ve yapılanması yerel halktan çıkmıştır.

Tüketim sürecinin ve kapitalist düzenin bir parçası olarak kent, malların ve genel çerçevede emeğin yeniden üretimi için gerekli olan kolektif tüketim mekânlarıdır (Aslanoğlu, 2000: 65-69). Tüketim, kentin ifade edilmesinde anahtar faktördür ve kapitalizmin en önemli uygulama alanıdır. Gündelik yaşam ve kapitalist düzen arasındaki ilişki ancak bu mekânlarda anlam bulur. Kapitalist bir ekonomide,

33 psikolojik olarak düzenlenmiş bir benlik (tüketici) ve kârın bile ikincil bir unsur olduğu ortaya çıkan devasa bir baştan çıkarma yapıları olarak üretim sistemi (pazar) mekân içinde belirir (Schmid ve ark., 2011: 7).

Büyüme sanayileşme süreciyle, gelişme ise kentleşmeyle ilgilidir. Kentleşme, sanayileşmeye anlam verir (Lefebvre, 2007: 95) ve paralelinde değişim gerçekleşir.

Toplumsal ilişkiler genellikle dönem dönem farklılıklar göstererek, değişime direnç gösterir fakat üretim güçlerinde meydana gelen değişiklikler dirençli toplumsal yapının da değişimini hızlandırabilir (İnan, 2004: 1). Genel olarak bakıldığında üretim biçimlerinde meydana gelen farklılıklar toplumsal yapının da tarih içerisinde kendi özelliklerine uygun farklılıklar göstererek kentlerin oluşumuna etki etmektedir.

Buna bağlı olarak ulusal temelde kentler parçası oldukları ülkenin ekonomik ve toplumsal sistemini yansıtır. Böylece ekonomik politikalar da kimlik dönüşümü, kültür aktarımı gibi toplumsal olayların değişim ve dönüşümünde etkili bir unsur olarak karşımıza çıkar.

Devletlerin ve milletlerin aksine, kentler ekonomik coğrafyalar olmaları yanında siyasi oluşumlardır. Kentler ekonomik kazançlar yarattığında gelişir ve büyür. Bu nedenle kentler, tamamen siyasi ürünler olan devletlerin veya ulusların olmadığı şekilde ekonomik gelişme ile kavramsal olarak ilgilidir. Kentler, bölgelerin ve ulusların kalkınması dâhil, insani ekonomik kalkınmayı anlamak için ilgili kavramsal ölçeklerdir. Özetle kentler, kentleşmenin önemli ateşleyicisi olarak ekonomik politikaların mekânıdır; üretim bölgeleridir; finansman ve uzmanlaşmış hizmetler alanıdır ve hükümetlerin ve dünyanın her yerinden finansal araçlar ve özel hizmetler satın alabilecekleri uluslararası pazarlardır.