• Sonuç bulunamadı

Küreselleşme ve Modernlik İlişkisi

Küreselleşme, modernleşmenin getirdiği yeni bir durum mudur yoksa geçmişten beri süregelen bir oluşum mudur? Bu ikilem, küreselleşme literatüründe üzerinde durulan konulardan biridir. İlk görüşe göre küreselleşme yeni bir şey değildir. Çünkü bugün küreselleşme şemsiyesi altında tanımlanan şeylerin benzerlerine geçmişte de tanıklık edilmiştir. Dünyamız daha önceleri de bugünkü kadar çok değişimi bir arada yaşamıştır. Geçmişte de toplumlar arasındaki ilişkiler çok yoğundu ve pasaport ya da vize gibi şeylere ihtiyaç bile duyulmuyordu. İkinci görüşe göre ise küreselleşme bugünün bir olgusudur. Çünkü tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar değişimin ve gelişimin bir arada yaşandığı görülmemiştir. Üstelik bu değişimlerin pek çoğu yeni nesil teknolojik özellikler taşımaktadır. Bu ikinci düşünce biçimine göre küreselleşme, modern zamanların bir ürünüdür. Tüm bunlarla birlikte küreselleşme hareketlerinin çok daha uzun bir tarihi olduğunu kabul etmekle birlikte özellikle yirminci yüzyılla beraber büyük bir ivme kazandığı görülmektedir. Bu bağlamda küreselleşme teriminin daha çok dünyanın yaşadığı son dönem değişimleri anlamlandırmak üzere kullanıldığını söylemek mümkündür.

“Küreselleşme”den önce sosyal bilimcilerin gündemini en uzun süre meşgul eden ve üzerine en fazla söz söylenen kavramlardan biri de “modernleşme” olmuştur. Küreselleşme kavramı gibi modernleşme kavramını da kesin bir anlam çerçevesi içerisine yerleştirebilmek oldukça güçtür. Ancak “modernite”nin Hegel’le birlikte kültürel bir durumun ifadesi olarak sosyal bilimler içerisinde kendine bir yer bulduğunu söylemek mümkündür. Alman sosyolog Niklas Luhmann, bir toplumun “modern” olarak kabul edilebilmesi için o toplumun kendisini geçmişinden farklılaştıran yönlerinin olması gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Başka bir ifadeyle, geçmişte ne ise şimdi o olmadığını, şimdi ne ise gelecekte de o olmayacağını hatırlatan yönleri olan toplumlar modern olarak kabul edilebilirler (Aktaran: Sarıbay, 2004: 31). Öyleyse, modernleşmeyi toplumların geçmişi, bugünü ve gelecekleri

ekseninde yapılandırmak gerekmektedir. Bu bağlamda modernleşme ile küreselleşme arasında nasıl bir ilişki kurulabileceğinin sorgulanması gerekmektedir.

Modern sosyolojinin en önemli isimlerinden biri olan Anthony Giddens, küreselleşmenin modernleşmenin bir devamı olduğunu savunmaktadır. Giddens’a göre, dünyada yeni bir şeyler olmaktadır. Giddens’in dikkat çektiği değişimlerden en önemlileri, küresel ilişkileri çok derinden etkileyen internet iletişimi, ağır sanayiye dayanan ekonomin giderek bilgiye dayanan “hafif ekonomi”ye yerini bırakması, Sovyet komünizminin beklenmeyen yön değişimi ve son olarak gündelik yaşam düzeyindeki dönüşümlerdir. Bu yenilikler sadece arda arda gelen bir dizi değişimden ibaret değildir. Aksine üst üste binen, birbiriyle etkileşimli genel bir değişim trendini içermektedir. (2000a: 1-2).

Giddens, “Modernliğin Sonuçları” adlı çalışmasında küreselleşmeyi zaman ve mekân perspektifinden tanımlamaya çalışmakta ve dünyadaki ülkelerin giderek artan biçimde birbirine bağımlı hale geldiklerine dikkat çekmektedir. İnsanlar, giderek daha fazla oranda ortak bir kaderi paylaşmaktadırlar. Bu bağlamda Giddens, dünyanın farklı açılardan artık hemen herkesi etkileyen, gelişen karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu olan tek bir toplumsal sistem haline geldiğini belirtmiştir. Küreselleşmenin tanımını ise şöyle yapmıştır: Küreselleşme, uzak yerleşimleri birbirine – yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği ya da bunun tam tersinin söz konusu olduğu yollarla – bağlayan dünya çapındaki ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu diyalektik bir süreçtir; çünkü bu tür yerel oluşumlar, onları biçimlendiren çok uzak ilişkilerin tam tersi doğrultuya da yönelebilirler. Yerel dönüşümler, toplumsal bağlantıların zaman ve mekân üzerinde yanlamasına genişlemelerinin bir parçası olduğu için, küreselleşmenin de parçasıdır (Giddens, 2004: 69).

Giddens, küreselleşmenin kuramsal boyutlarını tartışırken daha önce modernleşmeyi açıklamak üzere kullandığı dört temel dayanaktan yararlanmaktadır. Ona göre küreselleşmenin boyutları; kapitalist dünya ekonomisi, ulus-devlet sistemi, askeri dünya düzeni ve uluslararası işbölümüdür (2004: 74-79).

Giddens, küreselleşmenin dayanaklarından önceliği, kapitalist dünya düzeninin etkin konumuna vermektedir. Çünkü dünya ekonomisinin ana güç merkezleri, kapitalist ekonomik girişimciliğin üretim biçimini yaratan kapitalist devletlerdir. Küresel ekonomik sistemde ulusaşırı şirketlere ait bütçelerin, çok sayıdaki devlet bütçesinden daha büyük olduğuna dikkat çeken Giddens, buna rağmen bu şirketlerin devletlerin sahip olduğu güçle rekabet edemeyecekleri bazı alanların olduğunu söylemektedir. Yerkürenin tümünde devletler tarafından yasal olarak kontrol edilemeyen hiçbir nokta kalmamıştır. Herhangi bir devletin küresel siyasi düzlemdeki etkinliği ise ekonomik zenginliğine ve askeri gücüne bağlıdır.

Ulus-devlet sisteminin yaygınlaşması küreselleşmenin ikinci boyutudur. Ulus- devlet sisteminin gelişimini sağlayan “sınırlar içinde özerklik” kavramı, devletlerin toprak bütünlüklerinin diğer devletler tarafından tanınmalarını sağlamıştır. Sonrasında Birleşmiş Milletler gibi küresel kurumlar ortaya çıkmış olsa da ulus- devletlerin egemenliklerinde bir azalma yaratamamıştır. Bu nedenle bir zamanlar sömürge olan topraklarda özerk ulus-devletlerin kurulumunun devam ettiği görülmektedir.

Askeri dünya düzeni, savaşın endüstrileşmesi, silah ve askeri örgütlenme tekniklerinin dünyanın geneline yayılmasıyla ilişkilidir. Bugün hemen her devlet modernlik öncesi uygarlıkların sahip olduğundan bile daha fazla askeri güce sahiptir. Ancak askeri gücün devletler arasında dengeli dağılımından söz etmek mümkün değildir. Bu durum askeri ittifak sistemlerinin oluşumunu zorunlu kılmıştır. Bununla beraber, yaşanan iki dünya savaşı sonrasında görülmüştür ki yerel düzlemdeki çatışmalar sadece o bölgeyle sınırlı kalmayıp küresel boyuta taşınmaktadır.

İşbölümü ise endüstriyel gelişmenin bir gereği olarak ortaya çıkmıştır.

İşbölümü, yalnızca yapılan iş düzeyinde değil, hammadde üretimi, endüstri türü ve uzmanlık gibi farklı açılardan da küresel bağlılıklar yaratmıştır. Endüstrileşmenin hız kazandığı yeni bölgeler oluşmuştur. Daha çok tarıma dayalı geleneksel endüstri yöntemleri, yerini makine endüstrilerine bırakmıştır. Endüstriyalizm sonrasında yaşanan sorunlar ve iletişim teknolojilerinin biçim değiştirmesi, “tek dünya” içinde yaşama bilincinin yükselişini de beraberinde getirmiştir.

Sosyal kuramcı olarak toplumsal değişimleri anlamlandırmak üzere yola çıkan Giddens için, günümüzdeki toplumsal değişimin adı “küreselleşme”dir (2000b: 65). Toplumlar modernleşme süreçleriyle birlikte küreselleşmişlerdir. Çünkü modernlik yapısal olarak küreselleştiricidir, bir başka söyleyişle küresellik modernleşmenin doğal bir sonucudur. Modern kurumların dünya çapına yayılması köken olarak Batı’ya özgü bir olgudur (Giddens, 2004: 65-68). Öyleyse küreselleşmenin de Batı’ya özgü bir durum olduğunu söylemek mümkündür.

Ancak Giddens’ın bu söylemi pek çok sosyal çalışmacı tarafından kuşkuyla karşılanmıştır. Çünkü küreselleşme modernleşmesini tamamlamış olsun ya da olmasın tüm toplumları etkileyen bir süreç olarak görülmektedir. Öyleyse

küreselleşmenin modernleşmenin devamı olduğu düşüncesini sorgulamak

gerekmektedir. Ali Yaşar Sarıbay, modernleşme sürecinden beklenenler ile küreselleşme sürecinde gerçekleşenler arasındaki farklılıklara dikkat çekmektedir. Sarıbay’a göre moderniteden beklenenler homojenlik/standartizasyon, konformizm (uyma) ve düzendir. Küreselleşme süreci içinde gerçekleşenler ise hetorejenlik, kuralsızlık/kaos ve başkaldırıdır (2004: 35). Öyleyse, küreselleşmenin ve modernizmin farklı toplumsal sonuçlara yol açan ve birbirinin içine geçen iki süreç olarak değerlendirmek mümkündür. Özellikle 11 Eylül sonrasında yaşanan gelişmeler Sarıbay’ı doğrular niteliktedir. Çünkü günümüzde küreselleşme, bir yandan evrensellik idealleri tartışılırken diğer yandan yerellik başkaldırılarının yapıldığı, düzenden çok karmaşanın hâkim olduğu, toplumlar arasındaki dengelerin belli standartlara ulaşıp homojen toplum yapılarına dönüşeceği varsayılırken farklılıkların önem kazandığı bir durumun varlığına işaret etmektedir.