• Sonuç bulunamadı

1.5. Küreselleşme Teorileri Üzerine

1.5.2. Dünya Kültürü Teorisi

1.5.2.3. Küresel Model

Robertson’a göre Sovyetler Birliği, Doğu ve Orta Avrupa, Çin ve daha başka bölgelerde son dönemlerde süregelen olaylar küreselleşmenin kuramsallaştırılması çalışmalarını zorlaştırmaktadır. Bu bölgelerde yaşanan olaylar ve bunların yarattıkları koşullar dolayısıyla 1990’lı yıllarda küresel belirsizlik olarak adlandırılabilecek bir döneme girilmiştir. O nedenle artık “dünya siyaseti” anlayışını genişletmek ve bunu görece daha geniş çaplı küresel-insanlık durumlarıyla ilişkilendirmek gerekmektedir. Robertson’un “dünya siyaseti” olarak adlandırdığı

şey, on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupalı olmayan toplumların (daha çok Asyalı) Avrupa merkezli “uluslararası topluma” dâhil edilmelerini ifade etmektedir. Dünya siyaseti, aynı zamanda, modernliğin yorumlanmasına ve ona gösterilen tepkilere dayanmaktadır. Oysaki küreselleşme alanını kuramlaştırmaya dönük her girişimin bir bütün olarak dünyanın şekli ve “anlamı”na ilişkin geçerli söylemler üretilebilmesinin ipuçlarını vermesi ve kalıplaşmış küresel-insanlık durumu siyasetinin tartışılabileceği yeni zeminler hazırlaması gerekmektedir (Robertson, 1999: 87).

Robertson, küresel “sistem”i yalnızca toplumlar ve/veya diğer geniş ölçekli aktörlerden oluşan bir sahneye indirgememektedir. Küresel sistemin analizlerinde insanoğlu kadar bireyleri, toplumları ve toplumlar sistemini de tutarlı bir analitik çerçeve aracılığıyla ele almak gereklidir. Bütün olarak küresel saha; bireylerin, alt- toplumlar ile etnik grupların, toplum-içi grupların, ulus toplumların, ulus-içi ve uluslararası hareketlerin, uluslararası örgütlenmelerin, uygarlıkların kültürlerinin ve benzerlerinin giderek daha fazla baskı altına alındığı, fakat aynı zamanda farklı bir biçimde güçlendirildikleri bir noktaya doğru sıkıştırılmasıyla ortaya çıkan toplumsal- kültürel bir “sistem”dir (Robertson, 1999: 103).

Bu bağlamda Robertson, küreselleşmenin haritasını çıkarma adına dört temel unsurdan yararlanmaktadır. Bunlar; bireyler, ulus toplumlar, uluslararası ilişkiler ve insanlıktır. Çünkü küreselleşme, bu dört unsurun karşılıklı dinamik ilişkileri üzerine kuruludur (Robertson, 1999: 50).

Birey Olma Durumu: Küreselleşme sürecinin bugün yaşanmakta olan

belirsizlik evresine birey olma perspektifinden bakıldığında kimlik, toplumsal cinsiyet, etniklik ve kültür sorunlarının giderek daha dikkat çekici hale geldikleri görülmektedir. Küreselleşme yapısı gereği, bireylerin kimlik ilanlarına yönelik beklentilerin yayılmasını da içermektedir (Robertson, 1999: 52). “Resmi” bireyin vurgulandığı, “modern erkek” ve “modern kadın” kavramlarının küresel düzeyde tartışıldığı görülmektedir (Robertson, 1999: 296). Özellikle uluslararası alanda kadın hareketlerinin yükselişi ve bu hareketlerin “kadın ve gelişme” temasını işlemeleri, küreselleşme ile ilgili olduğu kadar onun görünür halidir de. Çünkü bu hareketler bir bütün olarak dünyanın küçülmesine yardım eden hareketlerden ve örgütlerdendir. Bu hareketlerin sonucunda, kadın deneyimlerinin her toplumda aynı olmadığı, aksine farklılaştığının giderek daha çok farkına varılmıştır. Batılı, daha özeldeyse Amerikan kadınlarının bakış açısının hiçbir zaman evrensel uygulanabilirliği olmadığı kabul edilmiştir (Robertson, 1999: 177).

Bireylerin ulusal kimlik arayışları, toplumlardaki çatışmaları da

körüklemektedir. Bu durum küresel düzene bağlı olarak artan toplumsal düzen sorunu ile siyasal-ideolojik ve dinsel hareketlerin artışında görülebilmektedir. Özellikle dünya çapında etkin hale gelen bir dizi “köktenci” siyasal-dinsel hareket bu bağlamda değerlendirilmelidir (Robertson, 1999: 117).

Ulus-Devlet Yapıları: Küreselleşmenin getirdiği en önemli tartışmaların bir

kısmı ulus-devletler etrafında yaşanmaktadır. Küreselleşmenin birleştirici etkilerinin ulus-devletlerin devamına engel olabileceği yönünde endişeler bulunmaktadır. Çünkü ulus-devletlerin bünyesinde çokkültürlülük ve çoketniknik temaları daha güçlü bir biçimde ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda Robertson’un görüşü, modern devletin önemli bir unsuru olarak gördüğü ulus-devletlerin küreselleşme sürecinde daha belirgin bir rol üstleneceği yönündedir. Ulus olarak örgütlenmiş

toplumların, özellikle de devletin yok olup gitmek üzere olduğunu söylemek için henüz hiçbir neden yoktur (Robertson, 1999: 296). Küresel bilinç düzeyinde yaşanan yükseliş milliyete dayalı toplumların yok olmasını önleyecek ve küreselleşme dünyanın farklı bölgelerinde çok uluslu toplumların yeniden belirmesine hizmet edebilecektir.

Uluslararası İlişkiler: Küreselleşme, toplumlararası ilişkiler sistemini de

etkilemiş ve değiştirmiştir. Özellikle yakın dönem küreselleşme sürecinde dünyanın keskin bir biçimde iki kutupluluktan uzaklaşarak çokkutuplu hale gelmesine tanıklık edilmiştir. Bu doğrultuda Robertson, çağdaş dünyanın, bazı ekonomistler tarafından egemen üç alana bölündüğüne dikkat çekmektedir. Bunlar; Doğu Asya, Avrupa ve Amerika’dır. Her alanda egemen bir güç bulunmaktadır. Japonya, Doğu Asya bölgesinin egemen gücüdür. Almanya, Avrupa’daki egemen güçtür. Amerika Birleşik Devletleri ise Amerika kıtasının egemen gücüdür. Bu üçlü senaryo, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kısmen doğrulansa da sosyolojik bakış açısından yoksundur. Çünkü bu bakış açısı küresel ekonomideki eğilimlerin üzerinde yoğunlaşmış fakat siyasal, toplumsal ve kültürel sorunların önemini göz ardı etmiştir. Robertson’un bu noktada vurguladığı; Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’nın hem ekonomik hem de ekonomi dışı etkenlerle, uluslar ve “olağanüstü büyük uluslar” içindeki çokkültürlülük ve çoketniklik doğrultusundaki eğilimlerin iç içe geçtiği yönündeki düşüncesidir (1999: 296-299).

Robertson, çokkültürlülük ve çoketniklik bağlamında uluslararası ilişkilerde oluşan değişimleri örneklendirmekte ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerin dünya siyaseti üzerindeki ağırlıklarının arttığına dikkat çekmektedir (1999: 296). Bununla birlikte A.D. Smithin de belirttiği gibi, İslam’ın giderek büyüyen siyasal varlığı - yalnızca köktenci biçimleri olmamak üzere - günümüz küreselleşme evresinin bir boyutu olarak düşünülebilir (Aktaran: Robertson, 1999: 89). Ancak Robertson bu noktada İslamiyet’in küreselleştirici bir yapısının bulunduğunu kabul etmekle birlikte, bu etkinin çok da başarılı olmadığına dikkat çekmektedir (1999: 52).

İnsanlık: Küreselleşme, bir yandan bireysel kimlik ilanlarına yönelik talepleri

çoğaltırken diğer yandan da toplumsal biraradalığın bilinç düzeyinde bir yükselişe neden olmuştur. Kürselleşen dünyada küresel kapitalist ekonominin ve ona dayalı gelişen küresel medya sisteminin de yönlendirmesiyle uygarlık, toplum, ırk, din ve gerçekte birey düzeyinde bir bilinç yükselişi yaşanmıştır (Robertson, 1999: 52).

İletişim olanaklarının yayılması ve özellikle küresel televizyon yayıncılığı bu yükselişi desteklemiştir. Buna paralel olarak, “insanlık” kavramı küresel dünyanın ana meselelerinden birisi olmuş ve yakın geçmişte çeşitli biçimlerde temalaştırılmıştır. Çevresel problemlerin, nükleer silahlara ait tehlikelerin ya da salgın hastalıkların yaygınlaşması, insan neslinin geleceğine ait endişelerin dünya genelindeki tüm toplumlarca sahiplenilmesine yol açmıştır. Bu ortak endişeler, beraberinde, toplumların daha çok birbirine bağlı hale geldiğine ilişkin inancı da yaygınlaştırmış ve küresel bütünlük bilincinin oluşumuna yol açmıştır. İnsan varlıklarının bir bütün olarak geleceği ve çevresi ile yaşam niteliği arasındaki ilişkiler günümüzde daha yoğun olarak tartışılmaktadır (Robertson, 1999: 296-297).

Birey olma, ulusal kimliklerin arayışı ve küresel bilinç düzeyindeki yükselme devamında insan hakları konusunun temalaştırılmasını gündeme getirmiştir. İnsan hakları ilkesi, genel insanlık anlayışının sağlamlaştırılmasıyla ilgilidir ve hemen her toplum tarafından sahiplenilmiştir. Özellikle son yıllarda, insan hakları kavramı ile dünyanın geleceği meselesi birbirlerini bütünler biçimde temalaştırılmaktadır (Robertson, 1999: 296).

Robertson’un küresel kültür tezinin nasıl işlerlik bulduğunu beş başlık altında özetlemek mümkündür (The Globalization Website, 2000b).

Bağıntılılık (Relativization): Robertson’un küresel kültür tezinin

temel dayanaklarından birincisi karşılıklı bağıntılılıktır. Dünya düzenin içerisindeki herhangi bir birim, çevresindeki diğer birimlerle bağıntılı olarak şekillenmektedir. Örneğin; ulus-devletler, insanoğlunun ortak bir düşüncesinden yola çıkarak evrensel standartlar olarak meydana çıkmışlardır. Bu toplumlarda “yurttaşlık” kavramı bağıntılılığı sağlamaya yaramıştır. Benzer olarak, uluslararası

sistem içerisinde kuvvete dayalı genel politika anlayışına yönelik insancıl ilkelerle yapılan eleştiriler birleştirici olmuştur. Toplumların bağımlılığı yeniden canlanan ulusal kimliklere olan ilgiyle belirgin hale gelmiştir (The Globalization Website, 2000b).

Öykünme (Emulation): Küreselleşme, tüm insanların aynı inançlar

ve değerlere sahip olduğu ortak bir kültür yaratmaz. Ancak, bütün küresel aktörlerin kendi amaçlarını ve hedeflerini diğerlerininkiyle mukayese edebilmeleri için ortak bir alan yaratır. Bu sayede örneğin; uluslararası eğitim, uluslararası ticaret, uluslararası hukuk gibi alanlar oluşmaktadır. Bu durum, en azından bazı genel standartların bir ölçü olarak kullanılabilmesine yol açmaktadır. İnsan hakları kavramı bunlardan biridir ve bugün tüm küresel aktörler tarafından kabul edilen temel standartlardan olmuştur. Öykünme yoluyla başlarına benzemeye çalışma ya da başkalarının deneyimlerinden yararlanma, küresel boyutlara taşınmıştır (The Globalization Website, 2000b).

Glokalizasyon (Glocalization): Robertson’un küresel kültür çalışmalarına yaptığı en önemli katkılardan birisi farklılıkların bir aradalığına ait yaptığı vurgudur. Robertson, küreselleşme ile yerelleşmeyi birbirlerinin tamamlayıcı öğeleri olarak görmekte ve yerelliğin yaşatılabilmesi için küreselleşmenin zorunlu olduğuna dikkat çekmektedir. Yerellik küreselleşmiş ve dünya genelinde adeta yeniden keşfedilen bir kavram olmuştur. Küresel ile yerel arasındaki ayrım giderek karmaşık ve sorunlu hale gelmektedir. Bundan sonra dünyanın küresel kurumlaşması ve küreselliğin yerelleşmesi terimleriyle konuşulacaktır (Robertson, 1999: 91).

Küreselleşme ve yerelleşme temalarının bu etkileşimli yapıları son yıllarda yeni bir terimin daha ortaya çıkmasını ağlamıştır. Bu terim “glokalizasyon”dur. İngilizce bir terim olan “glocalization”, “globalization” ve “localization“ terimlerinin birleşiminden oluşmaktadır ve dilimizde “glokalizasyon” olarak kullanılmaya

başlanmıştır. Ritzer glokalizasyonu farklı coğrafi alanlarda küresel ve yerelin birbirinin içine nüfuz ederek tek bir benzersiz çıktı meydana getirmesi biçiminde tanımlamaktadır (2004; 73). Bu bağlamda glokalizasyonu, yerel özelliklerini yitirmeden ve hatta daha fazla koruyarak küresel düşünebilmek, davranabilmek ve yeni küresel formlar ortaya çıkarabilmek anlamında kullanmak mümkündür. Robertson’un açıklamalarının ışığında Ritzer, glokalleşmenin temel bileşenlerini şöyle özetlemektedir:

Dünya giderek daha çoğulcu bir düzlem üzerinde gelişmektedir. Bu bağlamda glokalleşme teorisi, dünyada, sınırlar ve bölgeler arasındaki farklılıklara karşı çok daha duyarlı olmayı gerektirmektedir.

Glokal dünyada bireyler ve yerel gruplar yenilik yapmada, farklı kültürleri kendi kültürlerine uyarlamada ya da farklılıklara karşı koymada artık daha fazla güce sahiptirler. Bu nedenle glokalleşme teorisi bireyleri ve grupları önemli ve yaratıcı temsilciler olarak görmektedir.

Sosyal süreçler birbirleriyle ilişkilidir ve bağıntılıdır. Küreselleşme aynı zamanda – milliyetçi duvarlardan kozmopolit tutumlara kadar olan geniş bir yelpazede – pek çok farklı tepkinin oluşmasını da teşvik etmektedir ve glokalleşmeyi meydana çıkarmaktadır.

Ticari ürünler ve kitle iletişim araçları, son yıllarda, toplumlar arasındaki kültürel değişimleri zorlayan iki temel alan konumuna gelmiştir (Ritzer, 2004: 77).

Birbirine İşlemek (Interpenetration): Robertson’a göre, küreselleşen

dünyada yaşanan bilinç yükselişiyle, tek mekânda, farklılıkların kendiliklerini koruyarak bulunabilmeleri mümkün olabilmektedir. Bu bağlamda evrensellik ve tikellik (belirli bir topluluğa bağlı olmak) meselesi üzerinde durmak gerekmektedir. Çünkü küreselleşme, bu iki kavramı tek bir noktada birbirine bağıntılamaktadır (The Globalization

Website, 2000b). Başka bir ifadeyle küreselleşme, evrenselciliğin tikelleşmesinin ve tikelciliğin evrenselleşmesinin iç içe girmesini içeren iki katmanlı sürecin kurumsallaşmasının bir biçimidir. Bu nedenle bir yandan hem tikellik ile farklılığa, diğer yandan da evrensellik ile türdeşliğe doğrudan ve dengeli bir ilgiyle yaklaşılması gerekmektedir (Robertson, 1999: 166).

Küreselleşme, hem ayırt edici özelliklerin korunmasına yönelik beklentilerin yükselişini ve hem de deneyimlerin evrenselleştirilmesi istemini doğurmaktadır. Bu bakış açısı ile tikelcilik yaklaşımı, farklılıkların kendiliklerini koruyarak bir arada bulunabilmelerini gerekli kılmaktadır. Örneğin; bütün insanlar dilleri gibi ayırt edici özelliklerini koruyabilmelidirler ve korumalıdırlar. Benzer biçimde evrensellik yaklaşımı ile bütün devletlerin egemenlik anlayışları,

hükümetlerin benzer özelliklerinde şekillendirilmelidir (The

Globalization Website, 2000b).

Robertson bu bağlamda kültüre bir göndermede bulunmaktadır. Ona göre, tek tek toplumların kültürleri, değişik derecelerde, küresel sistemdeki başka toplumlarla karşılıklı etkileşimlerin bir sonucudur. Başka bir deyişle, ulusal-toplumsal kültürler başka kültürlerle içi içe geçerek birbirlerinden farklı biçimler almaktadırlar. Bu nedenle küresel kültürün kendisi de kısmen ulus toplumlar arasındaki özgül etkileşimlerin bir ürünüdür (Robertson, 1999: 186-7).

Çatışma (Contestation): Dünya genelinde kültürel politikaların

uygulandığı, küresellik ideolojileri içeren oluşumların yaşandığı bir dönem yaşanmaktadır. Bu durum kültürel çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Çünkü yerel kimlikler bir yandan özelliklerini koruma yönünde direnç göstermekte, diğer yandan da insanlığın evrensel değerlerine ulaşma yönünde çaba sarf etmektedirler. Bu çekişme iki farklı düşünceye yöneltmektedir. Bazıları toplumların dünya ölçeğinde bütünleşik sıkı ilişkiler geliştirmelerini desteklemekte bazıları ise karşı

durmaktadırlar. “Tek dünya” ideolojisine karşı, “küresellik karşıtlığı” düşüncesi üretilmiştir. Karşı duruşu seçenler küresellik karşıtı hareketlere yönelmektedirler. Bu noktada “cemaat” ve “toplum” kavramlarının çatışmasından da söz etmek mümkündür. Bu bağlamda, örneğin din, karşıtlıkların ortaya çıkması açısından kritik bir alan olmuştur. Dini hareketler ve gelenekler, karşıt “dünya imgeleri”nin üretilmesinde belirgin hale gelmişlerdir (The Globalization Website, 2000b).