• Sonuç bulunamadı

Türk Kültür Tarihinde Âşıklık Geleneği

Belgede Artvin âşıklık geleneği (sayfa 54-58)

2. ARTVİN ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ

2.1. Türk Kültür Tarihinde Âşıklık Geleneği

Tarih sahnesine çıktıkları kabul edilen MÖ III. yüzyıldan beri dünya coğrafyası üzerinde çok geniş alana yayılan Türkler, en uzun ömürlü milletlerden biridir. Uzun bir tarih içinde çok geniş bir mekâna yayılan ve sık sık yurt değiştirerek pek çok kültür ve dinin tesiri altında kalan, ayrıca farklı medeniyet seviyelerinde ve her zaman hareket hâlinde yaşayan milletimizin edebiyatını değerlendirmek çok zordur. Türk milletinin bu karışık ve dağınık tarihi içinde ilk günden bugüne daima tekâmül eden, fakat mahiyetini değiştirmeyen müşterek millî geleneğe bağlı bir edebiyatları vardır. Bu edebiyatın mahsulleri Tanzimat hareketi ve Cumhuriyet’ten sonra “Halk Edebiyatı” genel başlığı altında değerlendirilmeye başlanmıştır (Günay, 1993: 1).

Türk kültür tarihi içinde ozanlık geleneği en eski ve köklü anlatım kurumlarımızdan biridir. Bu kurum tarihî süreç içinde geçirdiği kültürel değişim sonucu “âşıklık geleneği” biçiminde varlığını sürdürmüştür. Orta Asya bozkırlarında hayatımıza giren ozanlık geleneği veya kurumu, İslamî kültür çevresine girmemizden bir süre sonra, geçirdiği muhtelif değişim, dönüşüm ve gelişim sonucunda bu hüviyetini kazanmıştır (Özarslan, 2001: 1).

Âşık tarzı şiir geleneğimizin kökleri İslamiyet öncesi Türk kültür hayatına kadar uzamaktadır. Başlangıçta dinî daha sonra sihrî-dinî şiirler terennüm eden ve “Tonguzların Şaman, Yakutlar’ın Oyun, Altay Türklerinin Kam, Kırgızların Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan” adını verdikleri şairler, âşık tarzı şiir geleneğimizin ilk temsilcileridir (Köprülü, 2004: 71-82).

Saz şairleri, âşıklar yüzyıllar boyunca halkımızın sosyal yaşayışında büyük bir yer tutmuştur. Onlar; sazları ve sözleri ile toplumun kâh sevincini, kâh derdini dile getirmişlerdir. Zalim idarecileri yermiş, sevdiklerini diledikleri mertebeye yükseltmişlerdir. Serhat boylarında, yıllarca yurt ve yuvalarından uzakta kalan omuz omuza vuruştukları silah arkadaşlarına, dillerinden ve sazlarından dökülen türkü, koşma ve destanlarla geride kalan sevdiklerini gözlerinin önünde canlandırmış, acılarını unutturmuş, ileriye doğru atıldıkları zaman da onları coşturmasını bilmiştir (Hınçer, 1963: 3077).

Kartarı (1977: 12-13), âşığın Türk toplumundaki yeri ve önemi hakkında şunları belirtmektedir: Âşıklar; sadece saz çalıp türkü okuyan, nükteli sözlerle halkı eğlendiren, aşk, sevgi ve güzellikten bahsedip halkın, bedii his ve duygularını harekete geçiren basit anlamlı bir sanatçı değildir. Ve yine âşık, hikâye ve masallar anlatarak halkın vaktini boşa harcatan kimseler hiç değildir. Âşıklar; çok eski çağlardan beri okudukları türküler, söyledikleri atasözleri, açıkladıkları darbımeseller, anlattıkları hikâye ve destanlar yolu ile dinleyicilerine eğitim veren kişidir. Âşıklar; dinleyicisine temizlik, doğruluk, mertlik, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, düşkünlere ve kimsesizlere yardım, misafirperverlik, bilgi ve kültürün önemi, örf, âdet ve geleneklere saygı, yurt ve millet sevgisi ve çeşitli fazilet duygularını aşılayan, düşman karşısında birleşmenin ve yurt savunmasının önemi konularında halkı uyanık olmaya sevk eden kişilerdir.

Anadolu ve Azerbaycan coğrafyasında çok eskiden beri bilinen ve büyük bir ihtimalle, Oğuzlar henüz Seyhun kıyılarında otururlarken halk musikişinası olarak kahramanlık olaylarını, savaştaki başarıları, toplumun ortak duygularını, kopuzları eşliğinde dile getiren, büyücülük ve hekimlik yapan “Ozan”lar, toplum üzerinde tarih boyunca etkin bir yere sahip olmuşlardır (Dizdaroğlu, 1969: 13).

Araştırmacılar, âşıklık geleneğinin eski ozanlık geleneğinin bir devamı olduğu konusunda ittifak hâlindedir. Köprülü (2004: 129-139) “Ozan” kelimesinin etimolojik gelişimi üzerinde dururken eski Oğuz kabileleri arasında, İslamiyet’in kabulünden önce ve sonra görülen “Ozan” adlı saz şairi tipinin, çeşitli içtimai amillerin tesiri altında yavaş yavaş değişerek “Âşık” tipine dönüştüğünü belirtmektedir.

41

Ozanlar hakkında elde bulunan ilk tarihî kayıtlar, Attila devrine (MS V. yüzyılın ilk yarısı) aittir. Kaynaklara göre Attila’nın ordusunda, şair ve mızıkacılar vardır. Onun ziyafetlerinde bu şairler, Attila’nın kahramanlıklarına, zaferlerine dair inşad ettikleri şiirleri okurlardı (Köprülü, 2004: 153-154). İslamiyet’ten önce, Türk devletlerinden Hunlar’da, Tukyular’da, Uygurlar’da askerî mızıkalar bulunduğu göz önüne alınırsa Türklerde de İslamiyet’ten önce halk şair-musikişinaslarının bulunduğu rahatlıkla söylenebilir (Dizdaroğlu, 1969: 16).

Türkler’in İslamiyet’i kabulünden sonraki dönemde de ozanların varlığından söz edildiği bilinmektedir. Türk sülalesi tarafından kurulan ve ordusunun önemli bir kısmı Türkler’den oluşan Gazneliler devrinde, gerek Doğu Türk Lehçesi ile gerek Batı Türk, yani Oğuz Lehçesi ile şiirler yazılmıştır. Bu netice, bize Gazne ordusundaki Türk kabileleri arasında halk şairleri bulunduğunu göstermektedir. Karahanlılar devrinde Türk halk şairlerinin varlığını, Kaşgarlı Mahmut’un XI. yüzyılda bir sözlük olarak düzenlediği Divân- ü Lûgâti’t Türk adlı eserindeki zengin halk edebiyatı örnekleri göstermektedir (Köprülü, 2004: 155-156).

XV. yüzyıla kadar varlığını devam ettiren “Ozan”ın yerine XIII. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş yerleşen ve XVI. yüzyılda belirginleşen “Âşık” terimi, bu yüzyıldan itibaren belli özelliklere sahip şairlerin genel adı hâline gelmiştir (Oğuz, 1994: 19).

Türk şiir sanatının gelişmesinde eski Kam/baksı/oyun/ozan tipinden, önce “Dede/Ata” tarzı ozan tipine ve bilâhare de, Âşık tipine dönüşen sözlü edebiyat geleneği şairleri mühim bir mevki işgal ederler. Âşık tipi, sadece şiir sanatımızın gelişmesinde değil, aynı zamanda Türk hikâye/destan/roman ve tiyatro sanatlarımızın tekâmülünde de benzer bir rol oynamıştır. Dolayısıyla âşık yaratıcılığı, sanatı, repertuvarı ve geleneği ile edebiyatımızda kendine mahsus bir “mektep” meydana getirmiştir (Yıldırım, 1998: 206).

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere “Âşık Edebiyatı”nın temelleri İslâmiyet öncesi dönemlere dayanır. Bu dönemde her Türk boyunun şair sanatçılarına değişik isimler verdiğini biliyoruz. Bu adlar içerisinde en yaygın ve uzun ömürlü olanı Oğuzların şairlerine verdikleri “Ozan” adıdır.

13. yüzyıldan itibaren Ozan terimiyle beraber âşık kelimesi de kullanılmaya başlar. Hatta âşık, “Yunus gibi şiir söyleyen, Yunus tarzını hatırlatan” anlamında kullanılır. Bu terimlere ek olarak 13-16. yüzyıllarda din ve tekke edebiyatı temsilcileri için “abdal” tabiri de kullanılmıştır. 16. yüzyıldan sonra bazı şairler, ozan terimini “derme çatma söz söyleyen” anlamlarında küçümseyerek kullanmaya başlamışlardır. Bu anlayışın en net örneğini Âşık Ömer teşkil eder. Âşık, ünlü eseri Şairnâme’sinde Karacaoğlan’ı değerlendirirken şöyle der:

Öksüz Âşık deyişleri aseldir Karacaoğlan ise eski meseldir Ezgisi çağrılır keyfe keseldir

Biz şair saymayız öyle ozanı (Rayman, 1998: 1).

16. yüzyılda maddî manevî kültür seviyesi yükselen tekkelerin yaydığı tasavvuf havasıyla dolan büyük şehirlerde yetişen saz şairlerince “Ozan” tabiri küçük görülmeye başlanmıştır. Bu şehirli şairler, köy ve aşiret çevrelerinde yetişen şairlerden kendilerini ayırma isteğiyle “âşık” adını almaya başlamışlardır (Köprülü, 2004: 176-178).

İslamiyet öncesinde ozan/baksılarla yaşatılan destan anlatma geleneği, İslamiyet’in ve yavaş yavaş daha yerleşik bir medeniyet düzenine geçmenin etkisiyle âşıklık geleneğine dönüşmüş ve 17. yüzyılda Anadolu sahasında artık tam manasıyla teşekkül ederek Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevherî gibi büyük temsilcilerini yetiştirmiştir.

17. asır Türk âşık edebiyatında zirve dönemidir. Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri gibi usta şairler bu dönemde yetişmiştir. 18. yüzyılda, 17. yüzyıl gibi dorukta yer alan adlar yoktur. Halk şiiri üslûp yönünden tekke şiirini hatırlatacak bir havaya bürünür. 19. yüzyılda halk şiiri yeniden yükselişe geçer. Sümmânî, Ruhsâtî, Âşık Şenlik, Gedaî, Bayburtlu Celâlî ve Seyrânî gibi isimler yetişir (Rayman, 1998: 2).

19. ve 20 yüzyıllarda âşık edebiyatının Anadolu ve özellikle Doğu Anadolu’daki durumunu genel olarak şu şekildedir: 19. yüzyıl, Türk tarihinde önemli olayların, büyük yeniliklerin meydana geldiği bir dönemdir. Bektaşî tekkelerinin kapatılması, Yeniçeri ocağının kaldırılması, Tanzimat Fermanı’nın ilânı bunlar arasında sayılabilir. Ayrıca Batı’ya yönelme edebî tür ve zevklerin değişmesine sebep olur. Gazete, roman, tiyatro gibi

43

türlerin gelişimi ve yayılması halk şairlerinin toplumdaki fonksiyonunu azaltır. Divan ve tekke edebiyatı üzerindeki etkilerini daha çok hissettirmeye başlar. Bu olumsuzluklara rağmen halk şiirinin en büyük temsilcileri ve zirve kabul edilen isimleri bu yüzyılda yaşamışlardır.

20. yüzyıl da âşık edebiyatı açısından parlak bir dönem olarak kabul edilemez. Çünkü Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarında birçok kabiliyetli âşık ölür. Hayat pahalılığı, âşıkları koruyan yöneticilerin olmayışı yine olumsuz faktörler olarak karşımıza çıkar. İletişim araçlarının yaygınlaşması, eğlence şekillerinin değişimi, kara ve demiryolu kıyılarındaki hanların ve kervansarayların ortadan kalkması da bunlara eklenebilir.

19.-20. yüzyıllarda halk şairlerinin yaşadıkları muhit olarak, Sivas, Kars, Gümüşhane, Tokat ve Bayburt illeri önde gelmektedir. Erzurumlu Emrah, Tokatlı Nuri, Çıldırlı Âşık Şenlik, Yusufelili Huzûrî, Bayburtlu Celâli, Bayburtlu Zihnî, Dadaloğlu, Âşık Şem’î, Seyranî, Muhibbî, Sümmânî, Deliktaşlı Ruhsatî on dokuzuncu yüzyılın temsilcileridir. Günümüzde halk şiirinin temsilcileri ise; Zileli Lütfi, Erzincanlı Âşık Eyyûb, Davut Suları, Âşık Veysel, Ali İzzet, Sefil Selimî, Hacı Karakılçık, Gül Ahmet, Birsen Oğuz, Kul Nuri, Ayşe Çağlayan... vd. sayılabilir (Rayman, 1998: 3-5).

Belgede Artvin âşıklık geleneği (sayfa 54-58)