• Sonuç bulunamadı

6. Literatür Değerlendirmesi ve Araştırmanın Kaynakları

2.4. Havâtır

Hâtır lügatte, ha-te-ra kökünden aklına gelmek, içine doğmak, hâtırlamak ve irade dışı zihne gelen düşünceleri ifade etmek anlamındadır. İrade dışı düşünceler kişiyi hem iyiye hem de kötüye yönlendirebilmektedir. Hâtırın kişiyi iyiye sevk edebilmesi için kişinin daha önce işlediği kötü bir fiili hâtırda tutması, ona o eylem hakkında bilinç kazandırır. Böylece bir daha o kötü eylemde bulunmamaya gayret eder.279 Hâtır kelam ilminde ilk Nazzâm (ö. 231/845) tarafından kullanılmıştır. Harekete geçmek veya geri durmak ile itaat ve itaatten çıkma arasında insan seçim yapmak istediğinde içinden iki yönden hâtır gelir. Nazzâm bu iki hâtırın insan fiillerini yönelten iki zıt güç olduğuna işaret etmiştir. Cȃhiz (ö. 255/869), hȃtırı idrak sürecinde duyum-akıl arasında yer alan belli belirsiz düşünce ve hayâllerden ibaret olarak değerlendirmiştir. Duyumla elde edilenlerin bilgiye dönüşmesinde bir araç olduğu kabul edilmektedir. Mu ‘tezile bu iki güçten ilkinin Allah’tan diğerinin ise şeytandan geldiği şeklinde yorumlamışlardır.

Sonraki dönemlerde çeşitli ekollerde hâtırın mahiyeti, kaynağı ve meydana geliş biçimi

279 Yusuf Şevki Yavuz, “Havâtır”, TDV İslam Ansiklopedisi (TDV, 1997), 16/523.

tartışılmıştır. Eş‘ariler ise hâtırın varlığını kabul etmekle birlikte zorunlu bilgi meydana getirmesine karşı çıkmaktadırlar. Eş‘ariler hâtırı, “hatırlama, uyarma, engelleme ya da emir türünden insan kalbine ya da nefsine atılan kalbin ve nefsin sözü” olarak tanımlamışlardır. Kalbe gelen hâtırın şeytânî olabileceği düşüncesiyle onun emri ile amel edilmeyeceği fikrindedirler.280

Kelâmda sıkça yer verilen hâtır terimini sûfîler de kullanmışlardır. Hâtır, insan doğasında dini-ahlȃki önermelere kaynaklık eden vicdanla ilgili bir kavram olması yönüyle tartışılmıştır.281 Muhâsibî ahlâk sisteminde bu kavrama sık yer vermiştir. Kalbe veya zihne gelen bilgiler veya sesler kişi eylemde bulunmadan önce kalp üzerinde bir takım yönlendirici etkide bulunmaktadır. Bu düşüncelerin kaynağını ayrıştırmak eylem öncesi hayâti bir nitelik taşımaktadır. Muhâsibî er-Riâye eserinde ahlâki eylemin hemen her aşamasında zamirle birlikte zikredilen kavramlardan biri hâtırdır. Hâtırın vicdanla ilişkili tartışılan bir yönüne gelince…

Zihne veya kalbe gelen hâtır yani iç düşünceler kişiyi karar vermede geliş biçimine göre yanıltabilir ya da doğru davranışa sevk edebilir. Kalbe gelen dürtü ve duygular şeklinde açıklanan bu vâridât, Muhâsibî’de Allah’ın hakkı nasıl gözetilir bilincine yani hakikat bilgisine yönlendirilmelidir. Gelen düşünceleri tanımak için hâtırın geliş yönünü ve kaynağını izah etmektedir.

Muhâsibî üç tür havâtırdan bahsetmektedir. Bunlar:

- Allah’tan bir uyarı şeklinde gelen havâtırdır. Hadiste, “Allah kime hayır dilerse kalbine, kendisine nasihat edecek bir ikaz edici verir.” buyrulmaktadır.282 Nevvâs b. Sem’an da Hz. Peygamber’den bir darb-ı meseli şöyle rivayet etmektedir. “Her mü’minin kalbinde olup ona nasihat eden meleke, gidilen yolun altında ve üstünde bulunan işaretlere benzetir. Üst kısmında olan işaretler onu uyarır şeklinde bir izah bulunmaktadır.283 Hz. Peygamber’in bu sözlerinden Allah’ın kullarını ikaz ettiğini ve bunu da kalplerine ihtarda bulunarak yaptığını görürüz.

280 Cengiz, Doğa Öznellik, 99-144.

281 Osman Demir, “Kadi Abdülcebbar’da İlahi Uyarıcı ya da Vicdan: Hâtır Kavramı Etrafında Bir İnceleme”, İslam Düşüncesinde Vicdan Kavramı, ed. Yunus Cengiz - Selime Çınar (Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2018), 139-168 Demir bu makalesinde hâtırı vicdana denk düşen bir kavramdan ziyade onunla doğrudan ilişkisi olduğuna dikkat çekmektedir.

282 “el-İraki, el-Muğni, IV,329”, ts.

283 İbn-i Mübarek, ez-Zühd, 503

- İkinci tür havâtır ise nefsin emir ve teşvik etmesiyle gelir. “Belki de nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi (teşvik etti). (Yusuf Sûresi,12/18) “Doğrusu nefis kötülüğü emredicidir.” (Yusuf Sûresi, 12/53) âyetleri bu duruma delil gösterir.

- Üçüncüsü ise şeytanın kötüyü süsleyip güzel göstermesi, vesvese vermesi ve dürtmesi ile olur. Allah, Peygamberin böyle bir durumda kendisine sığınmasını emrederek “Eğer şeytandan bir fit gelir seni dürterse hemen Allah’a sığın. Çünkü o işiten ve bilendir” (A’raf Sûresi, 7/200), (Nâs Sûresi, 114/5) buyurmuştur.

“Fakat (inatları yüzünden) kalpleri iyice katılaştı ve şeytân da onlara yaptıklarını cazip gösterdi.” (En’am Sûresi, 6/43)âyetleri bu hâtır türüne işaret eder.284 Vicdanın (zamirin) hâtırla ilgisini Muhâsibî açısından şöyle yorumlayabiliriz.

Zamire farklı kanallardan bilgi gelmektedir. Böylece zamir (kendilik) hâtırdan gelen düşüncelerin etkisinde kalır. Bu düşünceler eyleme geçildiğinde yanlış veya hatalı sonuçlar doğuracağı için bir eylemin düşünce planı Muhâsibî için çok iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle Muhâsibî içe gelen düşüncelerin hakîkat bilgisi olan Kur’ân ve sünnet süzgecinden geçirilmesi ve oradaki uygunluk durumuna göre düşüncelerin ayrıştırılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Yani kişinin zamirinde tahlilin gerçekleşmesi için bu düşüncelerin en güvenilir bilgi kaynağı ile test edilmesi gerekmektedir. Kişiye düşen görev, havâtırın hangi türden olduğunu anlamaya yetecek bir ilimle tedbirdir. Akılla tedbirini almazsa faydalıyı zararlıdan ayıramayacaktır.

Muhâsibî burada zamirin bilgisini yetersiz görür ve tek başına karar almada yetkin olmadığını vurgular.

“Kul kalbinde doğan her hâtır için Kitap ve sünnetten delil ister. Sadece zamirin itikadı ile hareket etmez. Onu terk edip de belki bir şey elde ederim ümidiyle kalbini başka fikirlerle meşgul etmez ancak bir delille Allah’ın ona bunu emrettiğini veya bu konuda serbest olduğunu ya da sebep, zaman ve illet ve iradesiyle buna izin verdiğini bilmesi durumunda söz konusu duyguyu bekletmez.”285

Muhâsibî’nin zamirle vicdanı ifade etmek istediği havâtır konusunda daha da netlik kazanmaktadır. İnsana havâtır geldiğinde sadece vicdanın bilgisinin yeterli olmayacağına dikkat çekmektedir. Muhâsibî’nin düşüncesinde zamir, temyizde tek başına yeterli olmayıp akılla birlikte hareket ederek Kur’ân ve sünnetin bilgisine başvurmalıdır.

284 el-Muhâsibî, er-Riâye, 79; el-Muhâsibî, Kalp Hayâtı, 100.

285 el-Muhâsibî, er-Riâye, 81.

Böylece doğru kararı verebilir. O, zamir ve kalbi ayrı kavramlar olarak değerlendirmiştir.

Zamire havâtırla gelen bilgi, vahiyle teyid edilmelidir.

Muhâsibî şu soruyu kişinin sormasını ister.

“Peki, kişi bu seslerin bâtıl veya hak ya da iyi veya kötü olduğunu nasıl anlayabilir?

Örneğin kalbindeki ses sana, “Sen riyâkârsın.” dese önce bakacaksın. Bu ses aklın ve amelin açısından hoşlanmadığın ve karşı koyup reddettiğin halde sürekli seni dürtüyor ve nefis onun için mücadele ediyorsa şeytandan gelen kötü bir çağrı olduğunu anlayabilirsin. Böylece amacının senin yapmakta olduğun veya başlayacağın bir iyilikten seni alıkoymak istediğini anlarsın.”286

Muhâsibî’ye göre havâtır karşısında iki tutum sergilenmelidir. İlki, sesin kaynağına odaklanarak bunun şeytandan gelen bir çağrı ise batıl olduğunu anlamaktır. Allah’tan gelen bir uyarı ise dikkate alarak yanlıştan dönme yolunu seçmektir. Riyâ kalbi paslandıran ve kirleten şeylerin başında gelmektedir. Riya kişinin amelinin her aşamasında ihlâsa mâni olabilir. İşte bu sebeple Muhâsibî kişiyi riyaya düşebileceği her açıdan uyarmaktadır ki Allah’a sunduğu ibadeti zail olmasın. Kişi eğer amelin öncesinde Allah rızası için başlamış sonra riyâya doğru meyletmişse içten gelen ses, onu doğruya çağıran ilahi bir uyarıdır. Kişi bunu fark edip pişman olursa veya tekrar riyâya düşme endişesini içinde taşımayacağı konusunda kalbi kanaat getirirse ameline devam etmelidir.

Eğer bu konuda nefsine güvenmezse ameli bırakmalıdır. Meseledeki ince nokta Allah için başlanmış bir ameli eğer kişi başkalarına riyâ için zayi ettiyse Allah’tan hayâ etmesi gerektiğidir. Burada kişi halkın övgüsünü Allah’ın övgüsüne tercih ettiğinin farkına vararak sanki halk da onun zamirinden geçen bu duruma muttali oluyormuş gibi düşünerek- eğer halk bu durumu bilseydi bu gayretinden ötürü sana kızacaklarından endişe ederdi- hareket etmesini söyler. Böylece kişi yaptığı amelde ne Allah’a karşı ne de halka karşı bir fayda görmektedir. Aksine böyle bir konuda kişi kendisine hiçbir fayda sağlamayan halktan değil zamirinden geçen her şeye muttali olan Allah’tan hayâ etmesi gerekmektedir. Muhâsibî zamir ve utanma arasında havâtır konusuyla da bağ kurmaktadır. Nitekim utanç ve suçluluk arasında ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Kendi suçunun farkında olma utanç duymaya neden olmaktadır. Suçlulukla birlikte utanma kişinin geçmiş eylemlerinde yanılgı içinde olduğunu sunmakla birlikte gelecekte yapacağı davranışlar için de vicdanın uyarıcı işlevini görmektedir.

286 el-Muhâsibî, er-Riâye, 170.

Muhâsibî’nin şu tespiti de önemlidir. Kalbe gelen bu hatâratın bazen sünnete çağırdığı hissi ile bazı zümreler bid’at işlemektedir. Burada temyiz güçleri tam olarak çalışmamaktadır. “Kaderiyye, Cehmiyye, Müşebbihe, Mutezile, Hariciyye, Mürcie” gibi fırkaların düştüğü yanılgıları bununla izah etmektedir. Bazen bir duygu tamamen bid’at olmasına rağmen sünnet zannedilmesi bununla açıklamaktadır. Bid’at ehlinin bunları sünnet zannetmeleri buna örnek verilir. Muhâsibî, Ehl-i Sünnet’in de bu tür yanılgılara düşebileceğini söyler. Çünkü şeytan insanın gaflet anını gözetlediğinden ilk fırsatta bu düşünceleri kabul ettirmeye çalışacaktır. Aksi takdirde ibadet ve diğer işlerinde sünnete uyanların hiçbir bid’ata düşmemeleri gerekirdi. Şeytan onu zühd, rıza veya tevekkülünde bid’ata çağırmaktadır. Bunu fark etmeyen kişiler de “yaptıklarının sünnet olduğuna inanarak kimi zaman malını telef etmekte, Müslümanların başına bir bela geldiğinde sevinmekte, tedaviyi, ilaç kullanmayı haram kılmakta, azıksız yolculuğa çıkmakta, halkın zamirinden geçenlere muttali olma derecesinde gaybi ilimle kalbi aydınlatıp basîret sahibi olma iddiasını zühd saymaktadırlar.”287

Vicdanın doğru bir noktadan bakabilmesi için Kur’ân ve sünnetten beslenmesi ve sadece bununla da kalmayıp uygulamada doğru ve yanlışı temyiz etmede havâtırın kaynağını iyi bir şekilde tespit etmesi gerekmektedir. Bunun için Kitap ve sünnet ilmiyle tedbirini alan âlim onları tanıyabilir. Ayrıca kendini insanların kalbinden geçen duygu ve düşünceleri bilmekle zühd ehli sanan birtakım insanlara da eleştiri yönelterek Allah’ın hakkını yerine getirme konusunda yanlış içinde olduklarını vurgulamaktadır.

Bazen kişi kalbine gelen hayırlı bir hâtırı da kötü diye reddedebilir. Bu durumdakilerin düştüğü yanılgıyı Allah itab eder. Ayette (Kehf Sûresi, 18/104) “Bunlar iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayâtında çabaları boşa giden kimselerdir.”

buyrulur. Muhâsibî hakikati aramayan kişi ile kalbine gelen havâtırı kötüdür düşüncesiyle reddeden kişiyi aynı görmektedir. Çünkü kişi bunları dikkate alarak kendisi hakkında araştırmalıdır. Bunlar arasındaki ayrım ancak Kitap ve sünnet ilmiyle yapabilir.

Bu iki durumdan biri kesinlik kazanmadığında tedbirli ve dikkatli olunmalıdır. Bunu yerine göre araştırmalı, tedbirli olmalı ve âlimlerle istişareyle hareket etmelidir. Diğer türlü dalâlete düşebilir. O zaman da kötüyü iyi, iyiyi de kötü zannedebilir. Yukarıda anlatıldığı gibi hareket ettiği sürece Allah’ın hakkına uymuş olur. Kalbine gelen her duyguyu dile getirip söylemez. Keza kulağının işittiği her sesi dinlemeye dalmaz. Göz, el, ayak vb. bütün organlar için de aynı ölçüler geçerlidir. Sonuç olarak Muhâsibî nefsin

287 el-Muhâsibî, er-Riâye, 82.

tanınması kadar havâtırın hangi yönden geldiğinin de araştırılmasını ister. Bir tür kendilik incelemesi olan havâtırın geliş yönünü tespit etmede öncelikle kişinin nefsini tanıması gerekmektedir. Bu nedenle Muhâsibî ahlâk sisteminde en önem verdiği konulardan biri marifet-i nefs yani nefsini tanı prensibidir.