• Sonuç bulunamadı

Her iki düşünür de benimsedikleri hukuk anlayışları ile siyaset kurumunu şekillendirmeye ve devletlerarası ilişkileri hukuksal bir çerçeveye kavuşturmaya dönük teorik bir çalışma sunmaktadır. Grotius’un insan doğasının sosyalliği ile birlikte rasyonel ve ahlaki kavramsallaştırmasını takiben hukukun temel amacının merkezinde insan olduğu ve bundan dolayı devletlerarası ilişkilerde devlet aklına (reason of state) hâkim kılmayı reddettiğine işaret edilir (Draper, 1990: 199). Grotius özellikle ilk dönem yazılarında, sivil yönetimi insanın bireysel amaçlarının sonucu olarak görür ancak özellikle Savaş ve Barış Hukuku ile birlikte bireylere göre devlet daha “yüksek haklar”a sahiptir (Tierney, 2001: 334-35). Diğer yandan Grotiuscu doğal hukuk anlayışının sonucu olarak doğa yasalarının devletler arası hukuku olduğu gibi iç hukuku da belirlediği hatırlanmalıdır. Kant’ta da ahlaki özne olarak birey, hiç kimsenin değil ancak kendi koşulsuz buyruğunun hem efendisi hem de kölesidir. Kantçı ahlak anlayışının bireyi kendinde amaç olarak kabul ettiği belirtilmişti. Siyasi yaşamın ilkelerine dair fiktif bir durum olan kökensel sözleşme, bireyin temel hürriyetlerini koruyacak ve onu siyasal yaşam içinde diğerleri ile hukuksal olarak eşitleyecek yasalarla bağlı siyasi yönetimi kurar. Ahlak ve hukuk anlayışı ile biçimlenen siyaset kurumunun Kantçı evrensellik ilkesi ve ilerlemeci tarih anlayışı ile bir arada zaman zaman çelişkili olarak doğurduğu sonuçlar,

72

devletlerarası ilişkilere dair fikir sunmaktadır. Diğer bir ifade ile devletler arası ilişkilerde barış ideali yalnızca hukukla mümkündür; savaş ise ilerlemeci ve insan türünün çatışmacı niteliği ile barışa evrilebilir.

Grotius, doğa durumunda bireyin mülkiyet hakkının ve cezalandırma yetkisinin birey dışında hiçbir kuruma devredilmesine müsaade etmez. Mülkiyet hakkı, diğeri üzerinde dışlayıcıdır; cezalandırma yetkisi ise kişiye kendisine yapılan kötülüklere karşılık vermeyi içerir. Grotius devletlerarasındaki doğa durumunu insanlar arasındaki doğa durumunda geçerli olan ilkelere göre düzenler. Sınırları içindeki toprağın işgal edilmesi durumunda devlete belirli kaideleri gözeterek cezalandırma yetkisi tanınmaktadır. Uluslar arası hukuk kuramcıları devletler arasındaki ilişkilerin doğal hukuk aracılığıyla temellendirilmesi üzerinde durmamaktadır. Grotius aktör olarak devleti, diğerleri ile ilişkilerinde adil ilkeler ile sınırlandırır. Ancak Grotius’un devletler arası ilişkilerde yegane aktör olarak devleti kabul ettiği ve doğal hukuktan devşirdiği haklar aracılığıyla donattığı ifade edilmelidir.

Kant’ın hukuk aracılığıyla devletler arası ilişkilere dair düzenlemelerinin tek tek devletlerin egemenliğini nasıl etkileyeceği de tartışılmalıdır. Kant otonom özne olan bireyi ahlak alanında kendi koyduğu koşulsuz buyrukla, toplumsal siyasal yaşamda ise yasa ile sınırlandırırken, onun özgürlüğünü teminat altına aldığını savunmaktaydı.

Ahlakın belirlenimi olan siyaset de devleti şekillendirir, ancak Kant (1960: 9-10) devletin egemenliğini önemser; devleti “kendisi hakkında ancak kendisinin karar verebileceği ve kimsenin emrine ve arzusuna bağlı olmayan bir insan topluluğu”

olarak tarif eder. Tek tek devletler yani Kantçı terminoloji ile cumhuriyetler, yurttaşları ile ilişkilerinde egemenlik/yasalılık çizgisi içinde var olurlar. Hukuk yoluyla bireylerin özgürlüğü hem korunur hem de sınırlanır; aynı şekilde devletler

73

arası ilişkilerde de kozmopolitan hukukun devletleri barışçıl ilişkileri tesis ettiği gibi, egemenliklerini sınırlandıracaktır.

Kant, bir yandan devletlerin egemenlik haklarını korumak, diğer yandan komşuları ile savaşma ihtimalini önleyecek hukuksal bir akdin, hatta tüm devletlerin katılacağı federasyonun ve kozmopolitan bir hukukun mümkün olup olmayacağını tartışır. Bir yanda yasalarla sivil yönetimi sınırlandıran cumhuriyetçi düşünce, diğer yanda uluslar arası ilişkilerde devletlerin egemenliğini de sınırlayacak bir kozmopolit hukuk düşüncesi vardır. Fakat Kant’ın bireysel otonomi konusundaki yaklaşımının devlet içinde geçerliliği koruduğu düşünüldüğünde, tüm halkları içine alacak kozmopolitan bir hukuk anlayışının mümkün olamayacağı açıklığa kavuşmuş olunur.

Tıpkı bireylerin tabii halde ve vahşet içinde kanundan yoksun yaşamanın yaratacağı tehdidi ortadan kaldırmak üzere oluşturduğu siyasi birlik gibi her bir milletin kendi benliğini ortadan kaldırmadan, haklarını sağlayacak şekilde milletler federasyonundan bahsetmek mümkündür (Kant, 1960: 22-23).

Habermas (2005: 384-385) Kant’ın 1793’te Teori ve Pratik adlı çalışmasında bireyler tarafından kurulan sivil devlete benzer şekilde her devletin boyun eğdiği evrensel bir dünya devleti fikrini benimserken, 1795’teki Ebedi Barış’ta her devletin egemenliğinin dokunulmaz olduğu milletler federasyonu fikrine yaklaştığını belirtir.

Kant’ın Teori ve Pratik’te şiddet ve savaştan kaçınmak üzere aklın buyurduğu yasa gereği sivil bir anayasa üzerinde uzlaşmak zorunda kalacağı fikrini esas alırken, iki seçeneğin mümkün olacağını belirtir. İlki, kozmopolitan bir cumhuriyet şeklinde tek bir yönetim altında birleşen devletler fikridir. Fakat genişleyen devletin büyük bir despotizme varma tehlikesi üzerine şerh düşer ve ikinci seçenek olan her bir devletin

74

kabul edeceği halklar hukukuna yani milletler federasyonu önerisini benimser (Kant, 2010: 53-54).

Grotius savaşı doğal hukukun içine soktuğu ve şiddeti insanların varlıklarını sürdürebilmesinin bir aracı olarak kabul ettiği için hukuk teorisinden de savaşı dışlamaz. Aksine tıpkı barış durumu gibi savaş da kapsayan bir hukuk anlayışı ile düşünsel olarak iki düşünceyi yerleştirir. Bunlardan ilki, hukuku insanların barış dönemlerinde geçerliliği olan ilkeler bütünü olmaktan çıkarır; hukuku savaş halinde dahi işler hale sokar. İkinci olarak, şiddetin hüküm sürdüğü savaşın dahi içinde hukuksal ilkelerin var olması gerektiğini ortaya koyar. Bu sebeple Grotius için hukuk, barışın olduğu kadar savaşın da bileşeni olmaktadır ve bu noktada savaşın hukukuna dair ilkeleri saptamaya dönük bir çalışma sunmaktadır.

Kantçı idealizmin de politik en iyi olarak adlandırılan ebedi barış ideali, insanlığın zaman zaman aksasa dahi yürüdüğü yolu aydınlatan bir hedeftir. Kant’ta savaş, hukukun bittiği yerde başlar. Yukarıda ifade edilen ahlak-hukuk- evrensellik ölçeğinde savaşın yani şiddetin kendisi dışarıda kalmak zorundadır. Kant aklın evrenselliğinde ortaya çıkan ahlak yasası gereğince “savaşın hukuki bir yol” (1960:

24) olarak kullanılmasına karşı çıkar. Bu sebeple Pufendorf ve Vattel gibi Grotius’u da savaşı haklı göstermek için yanıp tutuştuğunu ilan ederek, eleştirmekten geri kalmaz. Kant (1960: 23-24) tam da bu çalışmada iddia edilmeye çalıştığı gibi Grotius gibi hukukçular ile kendi arasındaki farklı şöyle ifade eder: “Felsefi ve diplomatik bir zihniyetle kaleme aldıkları düsturların, müşterek yüce bir müeyyide kabul etmemiş devletler için hiçbir bağlayıcı kuvveti olmamıştır”. Hukuksal olmayan hiçbir devlet Kantçı görüş içinde yer alamayacağı için hukuk devletlerin elinde savaş için bir araç

75

olamayacaktır; aksi durumda hukuk, tabiatın en kuvvetliye, daha zayıfları kendisine itaat ettirmek için sağladığı bir üstünlük olacaktır.

Kant hukukun savaş içinde yerinin olsa olsa bazı devletlerin diğerini kendi himayesine almak ya da topraklarını ele geçirmek gibi amaçlara hizmet ettiğini iddia eder. Grotiuscu hukukun, güçlülerin eline sunduğu değerli bir silah olarak kullanıp kullanılmadığı önemli bir tartışmadır. Grotiuscu haklı savaş kuramı doğal hukuktan koparıldığında, tıpkı Hobbes’un açıkladığı gibi, devletler arasında doğal bir anarşi hakim olur ve devletler arasındaki ilişkiyi belirleyecek olan da hukuk değil, güç dengesi olacaktır. Ancak Grotius, barış zamanlarında olduğu gibi savaş zamanlarını da mülkiyet ve doğal haklar ile çerçevelendirdiği hukuk anlayışı ile düzenlemektedir.

Bu durumda hukukun savaşa onay verdiği düşüncesinden ziyade, hukukun sınırladığı şiddet ve savaş halinden kaçınmak olarak yorumlanabilir. Draper (1990: 192) Grotius’un haklı savaş kuramına pek çok eleştiri yöneltildiğini ama en çok haklı savaş düşüncesinin adaletin içinde ve ahlaki terimlerle açıklamasına ve dolayısıyla savaşın hukuki bir zemine oturtmasına dikkat çeker.

Kant’ın, Grotius gibi hukukçuların savaşı hukuki sınırın içinde görmelerine dair reddiyesi devletler arasındaki ilişkilerde geçerli olacak kuralların niteliği ile ilgilidir.

Kantçı (1960: 25) bakış açısına göre eğer devletler hukuki savaşa hukukilik tanırsa bu durumda uygulayacak olan güçlünün zayıfa ya da kuvvetli olanın haklılığına dair özel kaideler üretilecektir. Oysa Kant, devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukun evrensel değerlerini, hiçbir bireyi ayırmadan her birinin özgürlüğünü sağlayan kurallar olmasını savunur. Aksi halde, hukuk bir zulüm aracı olarak kuvvetlinin zayıfa dayattığı özel kaideler olacaktır. Kant’ın ileri sürdüğü gibi, savaşları hukukun sınırlarının dışında ele aldığımızda, biri içerik diğeri yönteme

76

ilişkin aşılması güç iki koşul doğar. İçeriğe ilişkin olarak Höffe’nin (2010: 227) belirttiği gibi savunma amaçlı savaşlar dışında tüm savaşları yasaklayarak meşruiyet ölçütü daraltır. Yönteme ilişkin olarak da savaşa karar verme yetkisini devletin başına ya da egemen değil, yurttaşlara yükler. Kant (1960: 19) savaşı ilan etme kararını, devlet başkanınca değil, halk tarafından verilmesi gereken bir karar olduğunu ileri sürerek, savaş açma koşullarını ağırlaştırır. Diğer yandan daimi orduların kaldırılması (Kant, 1960: 10) ve insanların özgür iradesi olmadan savaşa gönderilemeyeceği (Höffe, 2010: 227) gibi hususlar da Kant’ta savaş açmanın yollarını zorlaştıran etkenleri daha da kuvvetlendirir.

III. TİCARET, SERBEST PİYASA EKONOMİSİ VE BARIŞ

Çalışmanın bu kısmında, klasik liberalizmin iktisadi olarak benimsediği piyasa ekonomisi kurumunun milletler arası ilişkiler düzeyinde savaşı önlemeye ya da barışı sağlamaya dönük etkisi tartışmaya açılacaktır. Kuşkusuz piyasa ekonomisi başlığı altında ticari toplum, ticaret, sanayileşme ve kapitalizme uzanan geniş bir kavram seti içinde bu tartışmayı yapabilmek için izlenecek rotanın belirlenmesi gerekmektedir. Klasik liberalizm ile laissez-faire iktisadının kapsamı dâhilinde felsefi, siyasi ve iktisadi olarak ticari toplumun tahlili ve piyasa ekonomisi görüşünün devletler arası ilişkilere yansıması ele alınacaktır.

Liberal düşünce geleneği içinde ekseriyetle ticaretin doğası ve kurumları gereği insanlar arası ilişkileri yumuşattığı yönünde fikirden hareketle geliştirilen teoriler, ticaret ve piyasa ekonomisinin barışçıl ilişkileri teşvik ettiğine dönük argümanların sonucudur. Ticaretin barışçıl etkilerini ele alan düşünceyi, Montesquieu ile başlatmak mümkündür.18 ve 19. yüzyılda ise, bilim ve teknikteki ilerleme ve

77

sanayinin gelişimi ile üretimin artışı neticesinde yeni toplum biçiminin sosyolojik ve iktisadi tahlilini gerektirir. Fransız endüstriyel hareketinin ve sosyolojinin kurucu isimleri Auguste Comte, Saint Simon gibi düşünürler, yeni toplumun tahlilini yaparlar.

Manchester Okulu da 19. yüzyılda yeni toplumun yükselişi ve hareketliliğine karşı Kıta Avrupa’sının iki büyük ülkesinde yani Britanya ile Fransa arasında ticari mal değişimini engelleyen Tahıl Yasası’na muhalefet olarak ortaya çıkmıştır.

Manchester liberalleri, ticaret ile barış arasındaki ilişkiyi sistemli bir şekilde ele alarak geliştiren düşünürlerdir. Kuşkusuz ticaretin bireyler arasında olduğu gibi devletlerarası ilişkileri şiddetten, savaştan koruduğuna dair düşünceler Manchester liberallerinden önce de dile getirilmiştir. Manchester liberalleri ile onlara düşünsel önderlik ettiği ileri sürülen Adam Smith’in iktisat görüşünün milletlerarası ilişkiler ile bir arada düşünüldüğünde serbest piyasa ekonomisinin var olduğu bölgelerde savaşı engelleyecek doğal bir mekanizma olduğu ileri sürülmektedir. Bu etkiyi ticari pasifizm olarak adlandıran düşünceye de yer vererek, Manchester liberalleri orijininde Adam Smith ve Fransız düşünür Frédéric Bastiat’ın fikirlerine yer verilecektir.