• Sonuç bulunamadı

Uluslar arası hukukun da kökeni olan modern doğal hukuk kuramı Hugo Grotius’un Savaş ve Barış Hukuku ile başlatılır. İnsanın rasyonel doğasının ve toplumsallığının sonucu olarak ortaya çıkan doğal hukukun ilkeleri, Grotiuscu düşüncede yalnızca sivil yönetimin hukukunu değil, diğer devletlerle ilişkileri de düzenleyen hukuksal bir zemin sunar. Siyaset teorisinden ziyade uluslar arası hukuk teorisi çalışmalarında adı geçen Grotius’un doğal hukuk teorisi de, ekseriyetle haklı savaş konusu kapsamında değerlendirilmiştir. Çalışmanın bu kısmında Grotiuscu doğal hukuk teorisi, devletlerin birbirleriyle ilişkilerinde barışçıl ve makuliyet/rasyonalizm esasları doğrultusunda ele alınmaya çalışılacaktır.

Öncelikle Tanrısal iradeden ayrıştırılan doğal hukuk düşüncesi ile Grotius’un modern doğal hukukun ilk temsilcisi olduğuna dair görüş ele alınmalıdır. Zira Grotius’da hukukun niteliğini ortaya koyabilmek için hukukun kaynağına ilişkin sorgulama yapmak yararlı olacaktır. Genellikle uluslar arası ilişkiler teorisi içinde tartışılan uluslar arası hukukun Grotiuscu kökenleri, rasyonellik ve evrensellik dolayımıyla bir arada değerlendirilir. Uluslar arası ilişkiler teorisi içindeki literatürde Grotius, uluslar arası hukukun kökeni olarak işaret ettiği doğal hukuku rasyonel ilkeye dayandırdığı ve Tanrının varlığından bağımsız kıldığı için modern doğal hukukun kurucusu olarak kabul edilir (D’Envétres, 1994: 56). Rothbard (2006a: 369) İspanyol skolastiklerinden etkilenen Grotius’un doğa yasalarının kaynağının Tanrı olup olmadığı sorusundan bağımsız olarak cesur şekilde doğal hukuk teorisini

45

geliştirdiğini belirterek, Tanrıdan bağımsız bir hukuk anlayışında olduğunu ileri sürer.

Grotiuscu doğal hukukun Tanrısal iradeden ve ilahi hukuktan ayrıştırılmasının zor olacağını ileri süren görüşler de söz konusudur. Zira Grotiuscu düşüncede, Tanrısal irade ile doğal hukuktan ayrıştırılmasının imkânsız olduğu dile getirilir.

Hazlitt (2006: 78) yalnızca aklı hedefleyen Tanrısal iradeye dayandırdığı için doğal hukuku ilahi hukuktan ayırmadığını ileri sürdüğü Grotius ile modern doğal hukukun başlatılmasını hatalı bulur. Jeffery (2006: 15) de Hugo Grotius’u seküler hukuk ekolü içinde değerlendiren ve de modern doğal hukukun kurucusu olduğuna dair görüşün tartışmalı bir iddia olarak durduğunu belirtmektedir. Buckle (1993: 28), Grotius’un Tanrı'nın doğal hukukun yazarı olduğunu belirttiğini hatırlatır. Savaş ve Barış Hukuku’nda Tanrısal hukuk ile insan yapısı hukukun kökeninde doğal hukuk olmasına rağmen, birbiriyle uyumluluk göstermeyen görüşleri ifade eder.

Grotius (1967: 189) aklın ilkelerinin uyulmasını zorunlu kıldığı ya da yasakladığı eylemlerin, Tanrının buyruğu ya da yasağı olarak kabul edilmesi gerektiği düşüncesindedir. Diğer yandan “Doğal hukuk değişmezdir de. Öyle ki, Tanrı bile onda herhangi bir değişiklik yapamaz” (1967: 18-19) ifadesiyle doğa hukukunu Tanrının iradesinden bağımsızlaştırır. Rene Jeffery (2006: 29) bu uyumsuzluğun, yasa ile ahlak arasında geçişlere hizmet edecek şekilde doğa hukuku ile Tanrısal hukuk arasında kurulan paralellikler ile aşılabileceğini belirtir. Buna göre, hukuk daha geniş bir anlamda ele alınırsa iki türe ayrılmalıdır: İlki doğa hukuku, ikincisi ise kaynağını akıllı varlıktan alan iradi hukuktur. Doğa yasası birincil (jus naturae primarium) ve ikincil (jus naturae secundarium) olarak ikiye ayrılır. İradi hukuk ise Tanrısal irade ve insanın iradesi olarak ikiye ayrılır. Jeffery’e

46

(2006: 29-30) göre, Tanrı'nın iradesinden gelen yasa ile doğa yasası Grotiuscu ahlaki düzenin merkezi bileşenleridir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, insan iradesiyle yapılan yasalar dışında Grotius, doğa yasasını ve ilahi yasayı ahlakın kaynağı olarak sunar. Burada, Jeffery'nin ileri sürdüğü gibi, Grotius’un doğa yasası ile Tanrısal iradeden kaynaklanan yasa arasındaki uyumluluktan bahsetmek mümkündür. Ancak Grotius “doğal hukukla Tanrısal hukuk birbirinden ayrı tutulmalıdır” (1967:145) derken çoğu zaman eylemlerin, doğa hukukuna aykırı olmadığı halde Tanrısal iradeye aykırı olduğu için doğaca yasaklanmış gibi sayıldığını belirtir. Sözü geçen zıtlık, Grotiuscu cezalandırma ilkesi bakımından ele alınabilinir. Doğal hukuk bazı durumlarda kendisine kötülük yapılan kişiye cezalandırma hakkı/yetkisi tanımakta, ancak Tanrısal iradeye dayalı hukukun, hiçbir şekilde kendisine işlenen suçtan dolayı kişiye cezalandırma hakkı vermez (Grotius, 1967: 141). Doğal hukuk ile Tanrısal iradeye dayalı hukukun çatıştığı cezalandırma yetkisi konusunda Grotius, varlığını sürdürme amacı ile donatılan insanın kendisine yapılan kötülüğü cezalandırabileceği fikrini benimseyerek, doğa hukukundan yana tavır alır.

Doğal hukuk ile ilahi hukuk arasında bir farklılığın ve/veya karşıtlığın ortaya konmadığı Önsöz’de Grotius (1967: 7) çoğu kez ilahi hukuk olmasa dahi doğa tarafından toplumsallaşmayla mükellef kılınan insanın, rasyonel ilkeleri zaman içinde keşfedeceğini ve doğa yasasına uyacağını ifade eder. Böylece Tanrısal irade, doğa yasasına göre bir üstlük mertebesi taşımaz, buna karşın doğa yasalarının da ilahi hukuka (birkaç istisna dışında) aykırı değildir. Tanrısal irade ile uyumluluk içinde olan doğa yasasını yeryüzüne indirirken, Grotius diğer canlılardan farklı

47

olarak insan davranışlarının çıkardığı ve teamülle zaman içerisinde evrilerek gelişen kaideler bütünü olarak hukuku dallara ayırır.

Doğal hukukun iki kaynağı vardır: İnsanın rasyonelliği ve toplumsallığı.

Böylece insan yapımı yasaları da belirleyecek olan doğal hukukun niteliği kavranabilir. Öncelikle Grotius’un doğal hukuk tanımı ele alınmalıdır (2005: 150-151):

Doğal hukuk, tabiatın rasyonelliğine uygun olup olmadığına göre bir eylemin ahlaki bozukluğunu ya da gerekliliğini gösteren doğru aklın emir ve ilkesidir;

sonuç olarak böyle bir eylem, tabiatın yazarı olan Tanrı tarafından da ya buyrulur ya da yasaklanır.

Grotius doğal hukuk kuramı ile tabiatın rasyonelliği içinde değerlendirilen, eylemlerin aynı zamanda ahlaklı olup olmadığını da gösteren aklın doğru ilkelerini açıklar. Antik Yunan, Stoacılar ve Senaca gibi filozofların düşünsel mirası üzerine yükselen doğal hukuk anlayışında, akıl ile içgüdüsel doğa arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışır. Grotius tüm canlıların sahip olduğu ilk görevin doğayla uyumlu şekilde varlığını sürdürmek olduğu fikrine bağlı kalır (Buckle, 1993: 25-26).

Grotius diğer canlılardan farklı olarak insanın doğaya uyumluluk sürecinde akıl aracılığıyla içgüdülerine karşı zafer kazanacağı inancındadır. Akıl ile içgüdüler arasındaki mücadelenin insanın toplumsallığını azalttığı, onu vahşi bir hayata sürüklediği fikrine karşı Grotius (1967: 12), insanın toplumsallığı ve aklı aracılığıyla davranış ilkeleri geliştirip barış içinde yaşayacağına dair inancını korur. Çünkü aklını kullanmayı geliştirdikçe, insanoğlu içgüdülerini denetleyecek ve aklın rehberliğinde eylemlerini yeniden şekillendirecektir. Grotiuscu doğru aklın ilkeleri tümdengelim yoluyla bir soyutlama taşımamakta, aksine insanların davranışlarına ilişkin teamüller

48

sonucunda ortaya çıkmaktadır. Hukukun kaynağını oluşturan şey, akıl ile birlikte insanın sosyal doğasıdır ki; bu onu diğer canlılardan ayıran toplum içinde yaşama isteğine (appetitus societatis) karşılık gelir.

İnsanın kendi rasyonel doğasının zorunluluğu sonucu belirli bir toplumsallık içinde yaşamak, onunla birlikte benzerlerinin de uyacağı davranış kurallarını yani hukuku oluşturacaktır (Grotius, 1967:8). Zira doğal hukuktan başka bir şey olmayan insan doğası, onu benzeriyle ilişki kurmaya zorlar. İnsanın içgüdüsel olarak kendini koruma isteği ile Tanrının yarattığı diğer insanlarla toplumsallık içinde olması zıtlık taşımadığı gibi Grotiuscu doğal hukukun temel ilkelerini oluşturur (Jeffery, 2006:

32). Bu noktada Grotius’un toplumsal yaşamı insanın uzun vadeli çıkarlarının sonucu olarak gördüğünü belirtmek gerekir. Tierney (1997: 334) de Grotius’un bireyleri hiçbir zaman organik bir toplumsal birleşimin öğeleri olarak değil, aksine her biri kendi çıkarları ile çevrili ve toplumsal olarak bir araya gelmenin getirdiği avantajlara sahip sosyallik içinde gördüğünü belirtir.

Tasvir ettiği doğa hukuku çerçevesinde Grotius, tabiatın zorunluluk içeren kaideleri gibi insanın akla uygun biçimde toplumsallığını sağlayan unsurlara da kesinlik ve evrensellik atfeder. Bir arada yaşama dair kaidelerini, Grotiuscu hukukun ilkeleri olarak adlandırmak mümkündür. Grotius’un (1967: 7) saydığı ilkeler sırayla şöyledir: “Başkasının malına el uzatmaktan çekinmek; başkasının malını ve bundan edinilmiş kazançlar varsa, bunları iade etmek; sözünü tutmak; kusurlarıyla yaratılmış zararı gidermek; insanlara hak ettikleri cezanın uygulanması”. Bu ilkeler hem Tanrısal iradenin hukuku ile uyumluluk gösterir, hem de insan iradesine dayalı iç hukuk/yurttaşlar hukuku (Ius Civile) ile devletler arası ilişkilere temel olur. Savaş ve Barış Hukuku’nun amacı tıpkı bir toplum içinde yaşayan insanlar gibi devletlerin de

49

aralarındaki ilişkileri doğal hukukun ilkeleri aracılığıyla çözebilmektir. İnsanlar arasındaki ilişkilerle devletler arasındaki ilişkiler arasındaki benzerliğe ilişkin iki husus öne çıkar: Birincisi, devletler arasındaki ilişkileri düzenleyecek ilkelerin doğal hukuka dayanması; ikincisi de devletler arasındaki ilişkilerde kaçınılmaz olan savaşın da doğal olduğunun kabulü ile hukukla bağdaşması.

Doğal hukukun toplumsallığın sonucu oluşan kuralları iki başlık altında incelenebilir: Mülkiyet, Cezalandırma.

Grotius mülkiyet hakkını ilk kez Denizlerin Serbestliği (Mare Liberum) adlı eserinde dile getirerek, ortak mülkiyetin hangi koşullarda özel mülkiyete dönüşebileceğine dair ilkeleri ortaya çıkarmaya çalışır. Tierney (1997: 329) bu eserin, mülkiyet hakkını daha sonra Savaş ve Barış Hukuku’nda doğal hukukun temel prensibine dönüştüren taslağı olduğu iddiasında bulunur. Denizlerin Serbestliği’nde Grotius, Hollanda’nın ticari çıkarlarını Doğu Hindistan Şirketi aracılığıyla aynı zamanda sömürgesi olduğu Portekiz Devleti'ne karşı korumayı hedefler. Wood (2012: 147-8) Grotius’un bir ticari kurum olan Doğu Hindistan Şirketi’nin saldırganlığının özünde ticari çıkarlar olmasına karşın Portekiz Devleti’ne doğal hukuk yoluyla meşrulaştırmaya çalıştığını iddia eder. Bu açıdan Woods’a (2014: 86-87) göre Grotius, geleneksel haklı savaş kuramını devletlerin kendi toprak bütünlüğünü savunması kapsamından çıkararak, özel şirketlerin ticari avantaj sağlamasına hizmet eder şekilde genişletmiş ve ticari amaçlı saldırgan savaşlara kuramsal olarak haklı gerekçeler sağlamıştır. Çalışmasında Grotius, her bir ülkenin şartları gereği bazı şeylere sahip iken, diğerlerine sahip olmadığı gerçeğini hatırlatarak, bölgeler arasındaki ticaretin önündeki engelleri kaldırmak üzere kara ve deniz yollarına erişim ve ticaret yapma hakkının engellenemeyeceğini doğal hukuk

50

yoluyla temellendirmeye çalışır. Denizlerin Serbestliği, hiçbir devletin açık denizler üzerinde sahiplik iddiasında bulunamayacağı görüşünün savunusunu yapar (Tierney, 1997:329; Wood, 2012: 147; 2014: 88). Grotius büyüklüğü ve genişliği ile herkesin kullanımına açık olması nedeniyle deniz ile toprağı karşılaştırmaktadır. Toprakların ya da kara parçasının işgaline karşılık hava ve denizlerin ilk paylaşıma giremeyeceğini ileri sürerek, mülkiyete konu edilemeyeceğini savunur (Grotius, 1967: 58). Tierney (1997: 331) ise toprak gibi denizin de insanlığın ortak mülkiyetinde olduğunu dolayısıyla Grotius’un ilk kullanım ya da işgal edimi argümanın ikna etmekten uzak olduğu kanaatindedir.

Grotius’un mülkiyetin edimindeki ilk aşamayı yani ilk kullanım ilkesini ödünç aldığı Cicero’ya uzanan fikrini açmak gerekir. Cicero tiyatro ve koltuklar örneğinde, tiyatro kamu/genel bir alan olmasına rağmen her bir koltuk, üstünde oturana ait olduğunu belirtir (Grotius, 1967: 56; Buckle, 1993: 36). Kuşkusuz burada ilk kullanım hakkından bahsedilmektedir ve bununla mülkiyet kurumunun oluşumuna dair sonuç çıkarmak zordur. Ancak Buckle Grotius’un, ortaçağ anlayışındaki "ilk kullanan, sahibidir" şeklindeki ilkeyi takip ettiğini hatırlatır. Grotius (1967: 58) da, özel mülkiyete geçişi zımni bir sözleşme ile sağlandığını, herkesin neye el koyduysa o malın sahibi olduğunu ve bu yolla anlaşmanın sağlandığı fikrindedir. Grotius kullanım hakkının özel mülkiyet amacına hizmet ettiği fikrini savunur (Buckle, 1993: 44-45). Grotius (1967: 57) ortak mülkiyetten özel mülkiyete geçişi, insanların sade hayat yerine tarım ve çobanlık gibi sanatlarla uğraşması sonucu çıkan anlaşmazlıklara bağlar.

Grotius’un mülkiyet hakkını temellendirmesi, ne sivil toplumun kuruluşu ne de doğal hukukun geçerliliği ile mümkündür. Zira mülkiyet hakkının, yasalarla

51

korunmadığı doğa halinde bile var olduğu fikrini benimser. Grotius’a (1967: 24) göre başkalarının haklarını çiğnemeksizin kendi çıkarlarını düşünmek ve bu yolda çaba göstermek doğa yasasına aykırı olamaz. Çünkü tüm canlılar gibi insan da varlığını sürdürmenin diğer bir ifade ile kendini korumanın gereği olarak, ortak mülkiyeti şekillendirecektir. Ancak burada önemli olan husus, varlığını sürdürme ile mülkiyet arasında kurulan ilişkide insanın sosyalliğinin sonucu olarak diğer insanlar da o toprak, deniz veya herhangi bir şey üzerinde sahipliği olduğunu iddia ettiğinde ne olacağıdır. Diğer bir ifade ile varlığını sürdürmenin, doğa durumunda diğer insanlara karşı ödev yükleyip yüklemediğidir.

Grotius doğanın ilk ilkesinin savaşa izin vermek zorunda olduğunu mülkiyet hakkı üzerinden açıklar (1967: 23): “Canımızın ve benliğimizin korunması, yaşamak için gerekli şeylerin ele geçirilmesi için zor kullanma yollarına başvurmak, doğaya aykırı değildir”. Böylece Grotius, Tanrının iradesinin de örtülü desteğini verdiği doğa yasasının, şiddeti gerek yurttaşların birbiriyle ve Civitas’la ilişkilerini belirleyecek olan insan yapımı iç hukuk, gerekse devletlerin arasındaki ilişkileri düzenleyen devletler arası hukuktan dışlamadığı, aksine onu kapsadığı -kesin- ilk fikrini ortaya koymuş olur.

Doğa hukuku Grotius için, kendini korumayı ve aynı zamanda ona ait olanları da muhafaza etmeyi sağlayan yasadır (Covell, 2004:102-103). Wood (2012:151-152) da, bütün siyaset teorisini doğal hukukun ilk ve en temel yasası olan kendini koruma ilkesini temel alarak kurduğunu ve bu doğrultuda savaşı her şeyden önce bireye ve mülkiyete ilişkin hak ihlallerine karşı savunma olarak değerlendirdiğini belirtir. Buna karşın Grotius, özel mülkiyetten ortak mülkiyete dönüşe sebebiyet verecek durumları da ele alır. Bu ayrımın nasıl yapılacağı ise Grotius için doğaya uygun düşen hak

52

gözetirlik kurallarına geri dönmeyi ve teamüllere bakmayı gerektirir. Buna göre, deniz yolculuğunda yiyeceğin tükenmesi halinde herkesin elinde kalanları ortaya koyması ya da kendi evini ateşten korumak için komşunun evini yıkması gibi örnekler, Grotius (1967: 60) için “kaçınılmaz zorunluluk”tur ve mal ortaklığı varmış gibi her şeyden yararlanmayı öngören ilkel hak geçerli olur. Kaçınılmaz zorunluluk istisnasının da Grotius tarafından belirtilen üç şartı vardır. Birincisi başkasının kullanılan malının o kişi için de eşit ölçüde gerekli olmamasıdır. Verilen örnekten yola çıkılarak, yangında evini ateşten korumak için komşunun evine ihtiyaç duymaması gibi bir şartın sağlandığında ya da gemide açlığını önleyebilmek için bir başkasının sınırlı olan yiyeceğine ihtiyaç duymaması gerekir. İkinci istisna ise, başkasının malını kullanma zorunluluğunun kaçınılmaz olması ve bir kamu yöneticisinin, başkasına ait olan malını ihtiyaç olması durumunda kullanımına izin vermesini istemek gerekir. Son olarak, başkasına ait malın ilk fırsatta sahibine iade edilmesi gereklidir ( Grotius, 1967: 61).

Grotius doğal hukuk ve mülkiyet hakkı üzerinden, doğru aklın ilkeleri ve insanın sosyalliğinden türeterek oluşturmaya çalıştığı varlığını koruma anlayışını savaş durumunda devletler arasındaki ilişkilere transfer etmek amacındadır. Daha açık bir ifade ile barış durumunda bir toplumsallık içerisindeki kaideler, savaş durumunda devletler arasında da uygulanabilinecektir.

Grotius (1967: 137) doğa yasasının, bize kötülük yapana karşı kötülükle karşılık vermeyi suç saymadığını ileri sürer. Yapılan kötülüklerden dolayı cezalandırma uygulaması, Grotius’a göre doğa yasasının rasyonalitesi ve insanın sosyalliği ile uyumludur. İnsanın toplumsallığının oluşturduğu davranış kurallarından başka bir şey olmayan hukukun ilkelerinden biri de, insanlara hak ettiği cezanın

53

uygulanmasıdır. Grotius toplumların, cezanın öç almaya kadar gidebileceği ihtimalinden dolayı suç ile ceza arasındaki oranı kurduğunu ve zaman içinde teamüller geliştirdiğini, bir topluluğun yaşlı üyelerinden bir hakemlik oluşturarak bu sorunu aştığını belirtir. Diğer yandan insana tanınan cezalandırmanın da ilkelerini oluşturur. Cezayı suçlu yönünden haklı sebepleri, kendisine karşı suç işlenmiş kişiler yönünden ve diğeri adına ayrı ayrı değerlendirir.

Grotius’un insanlar arasındaki itilaflara dair öngörüsü, suça uygun cezayı takdir etmesi ve uygulaması bakımından açık değildir ve hakkaniyete zarar verebilme tehlikesi içerir. Ancak Grotius’un bireyler arasındaki suç ve cezayı doğal hukuk aracılığıyla bireye takdim etmesi, devletler arasındaki ilişkilerde devleti tek başına siyasi ve hukuki bir aktör olarak kabul ettiğine dair fikri sağlamlaştırmak üzere olduğunu göstermektedir. Eğer doğa yasası bireye yaşam, mülkiyet ve kendisine karşı yapılan haksızlık ve/veya kötülükleri cezalandırma hakkı tanıyorsa, insanlar sivil yönetime katılmayı niçin gerekli görmelidir? Tierney bu sorunun yanıtını Grotius’un metinlerinde arar ve sivil yönetimin, insanoğlundan farklı olarak doğanın sonucu olmadığını, tasarlanmış bir kurum olduğunu belirtir (Grotius, 1868: 91-92’den aktaran Tierney, 1997:334). Çünkü iradeye dayalı hukuk, insanların ilişkilerinde edindikleri ilkeler bütünü olarak toplumsallığın sonucudur. Sivil yönetim ne Tanrısal ne de toplumsal iradenin tecellisidir, yalnızca toplumsallığın sonucu oluşan suni bir kurumdur. Grotius doğal hukuk ile insanların arasındaki ilişkileri, uluslar arası hukuk ile de devletlerin diğer devletlerle hukuksal ilişkilerini ele almaktadır, birey devlet ilişkilerini düzenlemeye dönük ilkeleri tartışmayı amaçlamamaktadır.

54

Sivil yönetim kurulmadan önce dahi bireylere cezalandırma hakkı tanınması, bireylerin toplamından başka bir şey olmayan sivil yönetime bu hakkın devri ile yetki verip vermediği tartışmalıdır. Grotiuscu doğal hukukta bireyler yönetim kurulmadan önce de cezalandırma hakkına sahip olmalılar ki, onu sivil yönetime devredebilmeleri mümkün olabilsin (Tierney, 1997: 333; Tuck, 2001: 82). Sivil yönetim kurulduğunda nasıl ki gücü toplumdan alıyorsa, cezalandırma yetkisinin devri de gerçekleşir. Dolayısıyla doğa durumunda bireye tanınan cezalandırma yetkisi, sivil yönetim kurulduğunda devredilir ve uluslar arası hukukta da devlette kalır. Bir devletin mülkiyetine yani toprağına tecavüzde bulunulduğunda, ona verilen söz tutulmadığında ya da ona karşı işlenen bir zarar tazmin edilmediğinde cezalandırma amaçlı savaş açabildiği gibi, savaş doğal hukuka da aykırı değildir.