• Sonuç bulunamadı

Fenomenolojiyle Bilişsel Bilimlerin Kesişiminde Enaksiyon Teorisi Teorisi

1. BÖLÜM: KARTEZYEN BEDENDEN SOMATİK OLANA: BEDEN FENOMENİNDE YAŞANAN KAYMA

1.2. Somatik Yaklaşımın Felsefi Zemini Olarak Fenomenoloji

1.3.1. Fenomenolojiyle Bilişsel Bilimlerin Kesişiminde Enaksiyon Teorisi Teorisi

Bundan önceki bölümlerde Husserl’in bir bilgi eleştirisi yapabilmek için bilimsel bilgiyi karşısına aldığından ve kurama direndiğinden söz edilmişti. Ancak fenomenoloji geleneğinde Husserl’den sonra gelenlerin bilimsel bilgiyle ilişki kurma konusunda Husserl kadar tutucu olmadıkları görünür. Örneğin Sartre çağdaş ampirik psikoloji ile fenomenoloji arasında bir bağ kurmaya çabalarken, Merleau Ponty bir önceki bölümde de sözü edildiği gibi bir üçüncü yol olarak fenomenolojinin gerekliliğini bedensel patolojileri kullanarak, ampirik ve entelektüel yaklaşımların bu vakaları aydınlatmak için yeterli olmadığını gösterir. Aslında sadece fenomenoloji değil genel olarak beşeri bilimler ve fen bilimleri arasındaki kesin sınırların 20.yüzyıl boyunca belirsizleştiğini söylemek yanlış olmaz. Bruce McConachie de Evolution, Cognition and Performance adlı kitabında da benzer bir tespitle 20. yüzyıl boyunca beşeri bilimlerle fen bilimleri arasında süregelen bu epistemolojik savaş hattının

140 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 9)

kaydığını ve 1990’lardan itibaren deneyime karşı deneyin geçerliliği, kültüre karşı doğanın önemi, ya da öznel doğrulara karşı nesnel doğruların önceliğinin dağıldığını dile getirir. McConachie artık felsefenin, bilimi geçmişten gelen felsefi ikilimleri bilimsel problemlere dönüştürecek deneysel araçlar olarak kavradığını, bir yandan da bu problemlerin çözümünün tek başına nesnel bilimsel doğrulara ulaşmayacağının anlaşıldığını dile getirir.141

Bilim dünyasında bu paradigma değişimini başlatan en önemli çalışmalardan biri 1990’ların başında Francisco J. Varela, Evan Thompson, Eleanor Rosch tarafından yazılan ve bedenleşmiş zihin (embodied mind), enaksiyon (enaction) gibi terimleri öne çıkaran The Embodied Mind. Cognitive Science and Human Experience adlı çalışma olur. Kitap özetle yeni bilimsel paradigmaların ufuklarını

“yaşayan insan deneyimini” içine alacak şekilde genişletmesi gerektiği iddiası ile yola çıkar ve bir zihin biliminin insan deneyimininden bağımsız yürütülemeyeceğini göstermeye çalışır. Verala-Thompson ve Rosch aslında temelde Husserl ve Merleau-Ponty’nin tarif ettiği bedenleşme (embodiment) anlayışını miras alır ve sürdürürler.

Önceki bölümde ayrıntılarıyla açıklandığı gibi fenomenolojik gelenekte bedenin öznel ve nesnel boyutu başka bir deyişle fiziksel yapısı ile deneyimsel niteliği ya da içi ile dışı birbirinin karşısında konumlanmaz, öznel olanla nesnel olan birlikte kurulur. Bedenleşme (embodiment) de bu nedenle Merleau-Ponty’nin ifade ettiği gibi bedeni hem yaşayan deneyimsel bir yapı olarak hem de bilişsel mekanizmanın bağlamı ya da ortamı olarak çift yönlü olarak kavrar. Verala-Thompson ve Rosch da çalışmalarını yayınladıkları 90’lı yılların başında bilişsel bilimlerin bedene bu çift yönlü bakışının eksik olduğunu vurgular.142

141 (McConachie, Evolution, Cognition and Performance, 2015, s. 7)

142 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. xvi)

Verala-Thompson ve Rosch’ın eleştirisi sadece bilime yönelik tek taraflı bir eleştiri değildir, benzer bir eleştiriyi felsefe için de geçerlidir. Verala-Thompson ve Rosch, Husserl’in düşünümsel bilimin ilk adımını atmış olsa da, onun deneyime ve şeylerin kendisine dönüşünün tamamen teorik olduğunu ya da başka bir ifadeyle herhangi bir pragmatik boyuttan yoksun olduğunu ve bu nedenle de bilim ve deneyim arasındaki uçurumun üstesinden gelemediğini dile getirir. Daha da önemlisi Verala-Thompson ve Rosch için Husserl’in deneyimin fenomenolojik analizine dönmesi radikal olarak görülse de aslında oldukça ana akım Batı felsefesinin içinden bir bakıştır. Aynı çalışmada benzer bir eleştiri Merleau-Ponty fenomonolojisi için de yapılır. Merleau-Ponty hem bilim hem de fenomenolojinin her zaman gerçek olgulardan sonra olan, somut ve bedenleşmiş varoluşumuzu açıklamaya giriştiğini belirtse de Verala-Thompson ve Rosch için olgusal gerçekten sonra teorik bir aktivite olarak deneyimin zenginliği yakalanamaz; bu ancak deneyimle ilgili bir söylem olabilir.143 Yani deneyimin kendisi ilk elden bir bilgi kaynağı olarak ele alınmalıdır.

Özetle aslında Verala-Thompson ve Rosch’un eleştirilerinin en önemli yanı Batı felsefesinin pratikle sorunlu ilişkisini ortaya koymasıdır; “eski Yunandan günümüze felsefe, soyut, teorik akıl yürütme yoluyla gerçeği bulma peşinde olan bir disiplindir, ki buna zihin hakkındaki gerçek de dahil… ancak her şeyden öte hala bir teorik düşünüm olarak felsefedir.”144 Verala-Thompson ve Rosch insan deneyiminin araştırılması iddiasının, kendini Batı düşünce geleneğiyle sınırlamasının sorunlu olduğunu fark ederek bakışı Batı dışı geleneklere çevirmiştir. Budist gelenekteki bir deneyim sorgulama metodu olan mindfulness (bilinçli farkındalık) dan yola çıkarak Batı geleneğinde sadece bir ideal olarak beliren bedenleşmiş (embodied)

143 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 17-19)

144 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 20)

düşünümselliğin yani pratikten bağımsız olmayan bir düşünümselliğin mümkün olabileceğini göstermiştir. Bu tezin temel iddialarından biri de somatik pratiklerin benzer bir biçimde hareket farkındalığı yoluyla pratikte deneyimsel bir düşünümselliği yakalayabileceği iddiasıdır.

“Bedenleşme (Embodiment)” kavramı Verala-Thompson ve Rosch için iki noktayı vurgular: ilk olarak bilinç, çeşitli duyu-motor kapasiteleri olan bir bedene sahip olması dolayısıyla bir takım deneyimlere bağlıdır, ikinci olarak da bu bireysel duyu-motor kapasiteler olası biyolojik, psikolojik ve kültürel bağlamlara gömülüdür.

Buradan yola çıkarak “aksiyon” terimi duyu ve motor süreçlerin yani algı ve eylemin, temelde yaşayan bilinçten ayrılamaz olduğunu vurgulamak için kullanılır145. Bu anlamda Verala-Thompson ve Rosch, bedenleşme ve aksiyon kavramlarının karşılıklı etkileşiminden yola çıkarak algının doğası ve eylemin algıya nasıl dahil olduğunu araştıran “enaksiyon” (enaction) teorisini ortaya atarlar.

Enaksiyon teorisinde bilince ilişkin iki önemli nokta ortaya çıkar: “(1) algı, algısal olarak yönlendirilmiş eylemleri içerir ve (2) bilişsel yapılar eylemi algısal olarak yönlendirmeye yarayan tekrarlı duyumotor paternlerden oluşur.”146 Aslında bunun anlamı, algının çevre ve organizmanın dinamik bir etkileşimi yoluyla ortaya çıktığı ve algılayandan bağımsız bir algı çalışmasının geçerli olmadığıdır. Bu durumda özetle enaksiyon yaklaşımı “algılayanın kendi eylemlerini kendi içinde bulunduğu durumda nasıl yönlendirdiğini araştırır”147. Algılayanın içinde bulunduğu durum, eylemleri sonucu sürekli değiştiğinden, algıyı anlamak için referans noktası

145 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 173)

İngilizce’deki yasallaştırma, kanunla düzenleme ya da canlandırma, sahneleme anlamlarına gelen “to enact” fiilinden türetilen enaction kelimesi, Fransio G. Varela ve Humberto R.

Maturana’nın Bilgi Ağacı kitabı çevirisinde Mahir Ünsal Eriş tarafından “varlık kazandıran”

olarak çevirilmiştir. Ancak enaction terimi “varlık kazandıran” olarak kavramsallaştırıldığında, içinde barındırdığı “aksiyon” vurgusu kaybolur. Bu nedenle bu tez boyunca enaction kavramı için doğrudan enaksiyon teriminin kullanılması uygun görülmüştür.

146 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 173)

147 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 174)

Thomphson-Rosch’un da vurguladığı gibi artık “gözlemciden bağımsız bir dünya değil, algılayanın duyu-motor yapısı” olur. Bu nedenle enaksiyon teorisinin temel amacı “eylemin algılayana bağlı dünyada algısal olarak nasıl yönlendirildiğini açıklayan duyu ve motor sistemler arasındaki ortak prensipleri ve yasaları belirlemektir”148

Bruce McConachie, günümüzde enaksiyon (enaction) teorisinin evrimsel psikoloji, bedenleşmiş bilinç (embodied mind), dil bilim ve pek çok naturalistik felsefe görüşünü içine alacak şekilde genişlediğini dile getirir. McConachie’nin de belirttiği gibi tüm bu alanlardaki enaksiyon teorisyenleri beyindeki, bedendeki, sosyal ve maddi dünyadaki eylemi, bilincin harekete geçirici gücü olarak ele alır ve dolayısıyla bilincin alanı da öğrenmeden, hafızaya, dil ve davranıştan tarihsel ve psikolojik fenomenlere kadar genişler. Bu nedenle de McConachie enaksiyon teorisinin özellikle performans çalışmaları alanında performans çeşitliliğini ve önemini açıklamak için konvansiyonel bilişsel bilimlerden daha elverişli olduğunu vurgular.149

Enaksiyon teorisinin sahne sanatlarını da içine alan performans çalışmalarına nasıl daha iyi bir zemin sağladığını görebilmek için bu teoriye daha yakından bakmak gerekir. Bugün dil bilim, felsefe, sinir bilim gibi farklı uzmanlık alanlarında ele alınsa da Enaction Toward: a New Paradigm for Cognitive Science adlı kitapta Ezequiel A. Di Paolo, Marieke Rohde ve Hanne De Jaegher, genel itibariyle enaksiyon teorisini kuran iç içe geçmiş beş temel fikri aşağıdaki gibi sıralar:

1. Otonomi: Otonomi, yaşayan bir sistemin kendi kimliğini kurabilme becerisini ifade der ki, insan bu anlamda otonom bir faildir. Yani içinde yaşadığı çevrede kendi yasalarını koyma becerisine sahiptir. Enaktif teoriler

148 (Varela, Rosch, & Thompson, 1991, s. 173)

149 (McConachie, Evolution, Cognition and Performance, 2015, s. 21)

bağlamında bu kendilik kurulumu (self-constitution) içsel ya da zihinsel bir süreç değildir. Bireyin içinde yaşadığı çevre ile duyu-motor eşleşmelerinin sonucunda oluşur. Bu eşleşme duyu-motor döngüsü (sensorimotor loop) yoluyla gerçekleşir. Bu duyumotor döngü iki aşamada gerçekleşir. İlk olarak duyusal girdilerin belli özel bir yolla eylemleri yönlendirmesi gerekir ki, otopoesis yani kendini sürdürebilen bir sistemin devamlılığı sağlanabilsin.

Burada söz konusu olan özel yol bir çeşit bilgiyi içerir ancak bu bilgi, yolun

“ne” olduğunu değil, “nasıl” olduğunun bilgisidir ve doğrudan eylemde kendini gösterir. Evrimsel süreçte de otonom sistemlerin devamlılığını sağlayan, çevresiyle adaptasyonu mümkün kılan bu ne bilgisinden çok eyleme içkin olan nasıl bilgisidir. Duyumotor döngünün ikinci aşaması da söz konusu bu eylemlerin çevre üzerinde ve çevreyle kurulan ilişkide değişiklik yapmasıdır ki bu da sonuç olarak duyusal girdiyi değişikliğe uğratır. Bu iki aşama ardı ardına gerçekleştiğinde kapalı bir duyumotor döngü oluştururlar.150 Bu da yaşayan organizmaya otonomi, yani içsel ve dışsal sınırlar doğrultusunda belli bir yere kadar özgür eylemlerde bulunabilme becerisi kazandırır.

2. Anlamlandırma: Canlı failler kendi sosyal ve fiziksel çevreleriyle etkileşim halinde olurlar ve bunları anlamlandırırlar. Dünya ile etkileşme ileriye dönüktür. Failler bilgiyi pasif bir biçimde çevrelerinden alıp, içsel temsillere dönüştürmezler. Bedenleri ve eylemleri yoluyla anlamın üretilmesine katılım sağlarlar. Bu katılım da çoğunlukla bilgilendirici değil dönüştürücü bir etkileşimle sağlanır. Kısaca failler eylemleri yoluyla bir dünya yürürlüğe koyarlar (enact). Bu anlamıyla enaktif bir anlamlandırma süreci geleneksel bilişsel teorilerin aksine dinamiktir ve biyolojik temellidir.

150 (Stewart, 2010, s. 3)

3. Anlamın Ortaya Çıkması (Emergence): Enaktif yaklaşımda anlamın nasıl ortaya çıktığı yukarı da sözü edilen otonomi ve anlamlandırma süreçleriyle ilişkilidir. Anlam hayvanlar için harekete geçme sırasında oluşur.

Anlam çevreye ait elementlerde ya da failin içsel dinamiklerinde bulunmaz, bu ikisi arasında kurulan ilişkisel alanda bulunur. Bu ilişkisel alanda anlamın nasıl ortaya çıktığına ilişkin değer sistemleri, bilişsel haritalar, duygusal modüller ya da ayna nöronları gibi pek çok alanda çalışma yürütülüyor olsa da anlamın belirme süreci tam olarak açıklağa kavuşmadığından tüm niteliklere temkinli yaklaşılmalıdır.

4. Bedenleşme: Enaktif teorilerde beden anlamın nihai kaynağıdır, sadece dünyada eyleme geçmenin işlevsel bir yolu değildir. Bedenleşme kavram olarak, zihnin normatif, aktif, belirsiz, dünyadaki canlılık süreçlerine içkin olduğunu, bedenin ise beyin tarafından kontrol edilen bir kukla değil, kendilik-kurulumu, kendilik-koordinasyonu ve kendilik-organizasyonu katmanlarında otonomiye sahip ve dünyaya çeşitli seviyelerde açılarak anlam üreten aktiviteleri yaratan, canlı bütün bir sistem olduğunu ifade ed. Bu anlamda bilinç de (yukarı da sözü edilen anlamlandırma süreçleri göz önüne alındığında) tamamıyla bedenleşmiştir.

5. Deneyim: Deneyim, Enaktivism için hem metadolojik olarak hem de konu olarak merkezi bir öneme sahiptir. Deneyimin kendisi canlılıkla ve bir anlam dünyasının içine gömülü olarak dokunur. Bu nedenle deneyim salt açıklanması gereken bir veri olmaktan ötesini ifade eder; bilim ve fenomenoloji arasındaki diyalogta yol gösterici bir güç olarak görülebilir. Deneyimin zaman içinde, dönüştürücü bir etkisi vardır. Bu da elbette bedenleşmiş eylemler yoluyla olur. Buna en iyi örneklerden biri bir işte uzmanlaşma sürecidir. Yeni

deneyimler, hafızayı aktive ederek yeni beceriler, etkileşimler ve kimlikler edinmeyi sağlar. 151

Enaksiyon teorisini kuran bu beş temel fikir aynı zamanda bu tezin kapsamını ve kavramsal çerçevesini de belirler. Çünkü bu tezde tiyatro ve performans sanatları alanındaki bir üretici/yaratıcı fail sadece içsel dürtüleri ya da sadece dışsal gereklilikleriyle çevresi tarafından kurulan olarak ele alınmaz, söz konusu olan bu ikisinin kesişiminde otonomiye sahip bir faildir. Bu fail her daim anlam arayışındadır, ancak anlam sadece dilsel temsiller yoluyla kurulan bir yapı olarak kavranmaz, anlam daha ilksel, bilinç dışı düzeyden başlar. Yani anlamı kuran en temel yapı eylemdir, çünkü bir canlının ilk dürtüsü hayatta kalmaktır. Bu tezde de anlam, failin eylemleri yoluyla mevcut durumdaki canlı ve cansız elementlerin kesişimiyle ortaya çıkan bedenselleşmiş bir anlamdır, yani ilişkiseldir. Bu bağlamda da kültür bu ilişkisellik yoluyla kurulan basitçe sadece kurumlara ya da sadece bireylere indirgenemeyecek bir ağ olarak ele alınır. Söz konusu kültür hem kurumsal hem bilişseldir çünkü deneyim aktarımı yoluyla gerçekleşir ve deneyim de kurucu bir öğe olarak zihni ve bedenin değişimini içinde barındırır. Dikkat edilecek olursa enaksiyon teorisini kuran bu beş temel ilke daha önce sözü edilen Hanna’nın somatik anlayışın varsayımları olarak tarif ettiği yaşamın tarihselliği, bireyselliği, otonomluğu ve yapısaldan çok işlevsel olduğu, bireylerin süreç içinde geçici varlıklar olduğu, öz bilincin beden-bilincine karşılık geldiği ve de tüm yaşayan canlıların büyüme, gelişme arayışında oldukları152 varsayımlarıyla ortak noktaları paylaşır. Bu nedenle somatik yaklaşım enaksiyon teorileri içinde kendine yer bulur. Aynı zamanda da pratikte uygulama biçimleri önerdiği için sadece bir teori olmanın ötesinde, sahne sanatlarında bedenleşme teorilerinin tanımladığı yeni beden algısının

151 (Rohde, Jaegher, & Di Paolo, 2010, s. 37-44)

152 (Hanna, The Body of Life: Creating New Pathways for Sensory Awareness and Fluid Movement, 1980, s. 8)

yerleşmesine imkan verir, böylelikle de çağın ve koşulların ihtiyaçlarına uygun yaratımlar için olanak sunar.