• Sonuç bulunamadı

Feminist perspektifin odak noktasında cinsler arasında ilişkiler yer almaktadır. Bu perspektife göre, ataerkil toplumda kadın ve erkek ilişkileri eşitsizlik temelinde gelişmiştir. Tüm kurumsal yapılar ve kültür bu eşitsiz ilişkileri ayakta tutmaya çalışmaktadır. Aile bu kurumların başında yer almaktadır. Feminist teorisyenlere göre aile, toplumsal cinsiyet rolleri, toplumsal sınıf, ırk, yaş, cinsel yönelim ve medeni konumları temelinde üyelerinin toplumsal olarak belirlenmiş beklentileri öğrendiği bir kurumdur. Bu teorisyenlerin araştırdıkları konular şunlardır:

1. Aile yaşamı, ekonomik ve ataerkil yapıları ya da ilişkileri nasıl yansıtır? 2. Erkek ve kadının ailevi yaşam deneyimleri arasında ne tür farlılıklar vardır?

Feminist perspektifin birçok varyantı (Liberal, Marksist, Radikal, Sosyalist vs.) bulunmakla birlikte ortak olan nokta toplum ve ailede ataerkil ilişki ve değerlerin baskın niteliği ve bunun kadın açısından sonuçlarıdır. Örneğin Marksist feministler, ataerkilliğin ekonomik ilişkilerdeki bir çarpıklığın ifadesi olduğunu iddia ederken radikal feministler ataerkilliğin çarpık ekonomik ilişkilere ve kadının ezilmesine yol açtığını dile getirmektedirler. İlkinde sınıf kavramı, ikincilerde cinsiyetçiliği de içeren ataerkillik kavramı önceliklidir (Canatan ve Erdoğan, 2009: 42).

Bu perspektifte aile pek çok kişi için yaşamsal bir avuntu, rahatlık, sevgi ve dostluk kaynağıdır. Ancak sömürünün yalnızlığın ve derin bir eşitsizliğin bulunduğu bir yerdir de aynı zamanda. 1970’li ve 1980’li yıllarda aile hakkındaki tartışmaların çoğunda feminist bakış açısı hakim olmuştur. Aile sosyolojisi önceleri aile yapıları, çekirdek aile ve geniş ailenin tarihsel gelişimi ile akrabalık bağlarının önemi üzerinde odaklanırken feminizm, kadınların ev alanındaki deneyimlerini incelemek üzere dikkatleri ailelerin içine çekmiştir. Pek çok feminist yazar ailenin ortak çıkarlara ve karşılıklı desteğe dayanan işbirlikçi bir birim olduğu görüşünü sorgulamıştır. Evdeki iş bölümünün ortaya çıkışına yönelik farklı görüşler sunmuşlardır. Bazı feministler bunu sanayi kapitalizminin bir sonucu olarak görürken bazıları bunu ataerkillikle bağlantılı olduğunu dolayısıyla sanayileşmeden önce geldiğini ileri sürmüşlerdir. Evde işbölümünün sanayileşmeden önce var olduğuna inanmak için neden vardır ancak kapitalist üretimin ev ve iş alanları arasında çok daha keskin bir ayrıma yol açtığı da kesindir. Bu süreç erkek alanları ve kadın alanları gibi güç ilişkilerinin belirginleşmesine neden olmuştur. Sanayileşmiş toplumların çoğunda bu durum yaygındır (Giddens, 2000: 175).

Feminist teorisyenler aile ile ilgili analizlerinde yapısal-işlevselci perspektife karşı eleştirel bir bakış geliştirmişler ve çatışmacı perspektiften etkilenmişlerdir. Bu perspektifin temel önermeleri 4 noktada özetlenebilir:

1. Aile, toplumdaki cinsiyet hiyerarşilerini ve cinsiyet ayrımlarını yansıtan bir kurumdur.

2. Aile, cinsiyet temelinde toplumsallaşmanın gerçekleştiği temel bir kurumdur. 3. Aile, kadın ve erkek arasında güç ilişkilerinde dengesizliği içermektedir.

4. Toplum daha fazla ya da daha az eşitlikçi bir yapıya kavuştukça aile yeni biçimlere doğru evrim geçirmektedir (Andersen, 1978: 415-428).

Feminist perspektifin 3 temel alanda katkısı olduğu görülmüştür: ilki, çocuk bakımı ve evle ilgili görevlerin erkekler ve kadınlar arasında nasıl paylaşıldığı hakkında

çalışmalar yapmışlardır. Yapılan araştırmalarda kadınların ev dışında ücretli işlerde çalışmalarına karşın evle ilgili görevlerde başlıca sorumluluklarını sürdürdükleri ve erkeklerden daha az boş zamanları oldukları sonucunu ortaya koymuşlardır. Kadınların ücretsiz olarak yaptıkları ev işlerinin genel ekonomiye katkısı üzerinde yoğunlaşarak birbirine karşıt olan ücretli ve ücretsiz iş alanlarını incelemişlerdir. Bunun yanı sıra kaynakların aile üyeleri arasındaki dağılım biçiminin yanında ev bütçesine erişim ve bunun üzerindeki denetim kalıplarını araştırmışlardır (Giddens, 2000: 176).

İkinci olarak ailede var olan eşitsiz güç ilişkilerine dikkat çekmişlerdir. Ev içi şiddet konusu üzerinde durmuşlardır. Kadın dövmek, evlilikte tecavüz, ensest, çocukların cinsel bakımdan kötüye kullanılması gibi konuların hepsi aile yaşamının şiddet ve kötüye kullanma içeren yanlarının gerek akademik gerekse siyaset çevrelerinde dikkat çekmesini sağlamışlardır. Üçüncü katkıları ise ailede bakım etkinliklerinin incelenmesidir. Bu etkinlikler ise hastalanan aile üyesiyle ilgilenmekten başlayıp uzun süre boyunca yaşlı bir akrabaya bakmaya kadar uzanan süreçleri kapsamaktadır. Buna duygu işçiliği denmektedir. Kadınlar yalnızca temizlik, çocuk bakımı gibi somut görevleri üstlenmezler aynı zamanda duygu işçiliği de yapmaktadırlar (Giddens, 2000:177).

Feminist perspektifin farklı varyasyonlarından olan feminist çatışmacı teori, ekonomik eşitsizliğin varlığını kabul etmekle birlikte cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin temel nedeni olarak ekonomik değişkeni görmemektedirler. Bu teoriye göre, cinsiyet rolleri farklı, fakat görev ve güç eşittir. Erkeğin egemenliği her yere yaygınlaşmıştır. Bu da kadın açısından baskı ve cinsiyet ayrımcılığına neden olmuştur. Baskı ve cinsiyet ayrımcılığının gerçekleştiği yer olarak da çalışan ve çalışmayan kadın için “ev”’i vurgulamışlardır. Ev, ev işi sistemin bir parçasıdır (Eshleman, 1998: 527-536).

Liberal feministler, aileye yönelik reform önerileri getirirken, radikal feministler kadının geleneksel alanından başlayarak mevcut doğa ve toplum anlayışına ve erkek egemen toplumun tümüne karşı savaş açmıştır. Radikallere göre, eğitim, yurttaşlık hakları ve kişisel özgürlükler gibi, eşitliği gerçekleştirmek için yapılan mücadeleler sonunda evrensel ve ulusal boyutta alınan yasal önlemler, temelde burjuva orta sınıf kadınlarının ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Nitekim 1960’ların sonunda cinsiyetler arası eşitlik ve kadının bağımsızlığı konusu eğitimli ve beyaz yakalı kadın ücretlilerin talebi olurken; mavi yakalılarda ekonomik gerekçeler söz konusudur. Kadınların özgürlüğü sınıf mücadelesinin amaçlarından biridir. 1970’lerde ise, bu teoriye ikinci dalga ya da yeni dalga feminizm, en yakın cinsel ilişkilerden en genel ekonomik ve ideolojik

etkenlere uzanan düşünce ve uygulamaları kapsayan patriyarki kavramıyla karşı çıkmıştır (Bogenschneider, 2000: 1136-1159).

Patriyarki, salt erkeklerin kadınlar üzerindeki iktidarını değil, erkek iktidarının hiyerarşik karakterini ve bu iktidarın doğal, normal, doğru ve haklı olduğunu ileri süren ideolojik bir meşrulaştırmadır. Evrenselliği reddeden Delphy ise patriyarkinin çağdaş sanayi toplumunda kadınların erkeklere bağımlı kılındığı bir sistem olduğunu ve bu sistemin ekonomik temelinin ev içi üretim olduğunu belirtmektedir (1999: 89-90). Bu sistem cinsiyetçiliğe dayalı bir ideolojiyle çocukların sosyalleşmesi ile süreklilik kazanmaktadır (Eshleman, 1998: 527-536).

Patriyarkinin maddi temelini erkeklerin kadınların işgücü üzerindeki denetimi olarak ele alan Hartmann’a göre ise, kapitalizmde bu denetim, evlilik, çocuk bakımı, ev işi, erkeklere ekonomik bağımlılık gibi sosyal kurumlar aracılığıyla olmaktadır. Kapitalist toplumda patriyarka ile sermaye arasında sağlıklı ve güçlü bir ortaklık bulunmaktadır. Ancak erkeklerle kapitalistlerin arasında kadınların emek gücünün kullanımı üzerinde birbiriyle çatışan çıkarları da vardır. Erkeklerin büyük çoğunluğu evde kadınların kendilerine kişisel olarak hizmet etmelerini isterken, daha az sayıdaki kapitalist erkek çok sayıda kadının ücretli işgücü piyasasında çalışmasını istemektedir (Hartmann, 2006: 95-101).

Ekonomik açıdan kadını erkeğe bağımlı hale getiren ve daha çok maddi temellere dayanarak açıklanan ataerkil düzende evlilik, belirli bir üretim ilişkisi içine girmek için yapılan sözleşme, aile bir üretim biçimidir. Modern farklılaşmaya rağmen temeldeki sorun, cinsiyetler arasındaki sömürüdür. Patriarkalın maddi temelini oluşturan ev içi üretim ya da yeniden üretimi de içerecek şekilde ailesel üretim, sanayileşmeyle birlikte birbirinden ayrılan ücretsiz ev emeği ile ücretli emek ayrımına rağmen, ekonomide merkezi önemini yitirmemiştir. Zira aile, hem ücrete dayanmayan tek kurum olma niteliğini muhafaza etmekte hem de toplum için en önemli sorun olan bakım işlerini merkezine almaktadır (Hartmann, 2006: 95-101).

Buna göre aile sisteminin çözülmekte oluşuna dair çok kanıtın olmadığı ileri sürülmektedir. Kadınların işgücüne daha çok katılmaları boşanmayı kolaylaştırmış olsa da kadınların boşanma eğilimleri çok kuvvetli değildir. Çok az kadının ücreti kendisine ve çocuklarına bağımsız ve yeterli düzeyde bakabilmesini sağlayabilmektedir. Evlenme ve çocuk yetiştirme hala yaygındır. Boşanma oranları gibi yeniden evlenme oranı da yüksektir (Hartmann, 2006: 95-101).

Sermayenin aileyi yok ettiği iddiası, aile hayatını çekici kılan güçleri görmezlikten gelmektedir. Çekirdek ailelerin psikolojik düzeyde yıkıcı olduğuna ilişkin eleştirilere karşın rekabetçi bir toplumda aile, hala pek çok insanın gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Özellikle kadınlar için tek başına yaşamanın maddi manevi maliyetinin getirdiği yükler, işgücüne katılmanın sağladığı bağımsızlığı yanılsama haline getirir. Tek ebeveynli aileler, yeniden evlenme yoluyla iki ebeveynli aileler görülmektedirler. Boşanma eğilimleri, kadınların işgücüne giderek daha çok katılmalarının etkilerinden ziyade, aile içindeki cinsiyete dayalı işbölümünün azalmasıyla ilgili olabilir. Ama bunun da kanıtları yoktur. Zira ev işinin çoğunu hala kadınlar yapmaktadır. Çifte iş gücü, ücretli çalışan kadınlar için bir gerçekliktir. Aile dışındaki iş gücü piyasasındaki cinsiyete dayalı işbölümünde kadınlar erkeklere bağımlıdır. Dolayısıyla patriyarkanın geleceği yalnızca aile ilişkilerine bağlı değildir. Çünkü patriyarka sermaye gibi şaşırtıcı düzeyde esnek ve uyarlanabilir bir nitelik taşıyabilmektedir (Savran, 1992: 159-210).

Karşılıksız olan ev içi üretimin artık değişim değeri kazanmış olması, kadın emeğini, erkek egemenliği ve kapitalist üretimi sürdürme gibi ikili bir amaca hizmet ettiğini göstermektedir. Ailenin refahı için daha fazla katkıda bulunan aile üyesi, karar almada baskındır. Aile içindeki kaynakların dağılımında da aile dışında daha fazla fırsata sahip üyeler kazançlıdır. Kadınların erkeklere göre, daha düşük statüde olmaları, pazarlık güçlerinin az olmasının nedenidir. Kadınların ekonomik bağımsızlık kazanmaları ve işgücüne katılmaları ise pazarlık güçlerini yükseltmektedir (Delphy, 1999: 85-90).

Bunun yanı sıra hem teknolojik gelişmelerle ev işlerinin niteliğinin de değişmiş olması ve çocuk sayısının azalması, bakım işlerini de azaltmaktadır. Ancak kadınların ev emeğini azaltmamaktadır. Kadının ev dışında çalışması ve erkek eşin işsiz kalıp kadın eşin evin geçimini tek başına sağlaması dahi, evdeki işbölümünü eşitlikçi kılmamaktadır. Sonuçta kadının ev içi emeğinden hem ekonomi hem erkekler yarar sağlamaktadır. Sorun, kadının ev içi emeğinin sevgi, aşk karşılıksız olmasıdır. Evlilikle kadın ile erkek sözleşmesinin üstü örtülen niteliği, boşanma çıkmaktadır (Delphy, 1999: 87).

Boşanma durumunda çocukların bakımının anneye bırakılması, boşanmanın erkeğin kadına ödediği tazminat ve nafaka gibi sonuçları karşılıksız emeğin bir itirafıdır. Nitekim bugün boşanma davalarında ev emeğinin ölçülmesi söz konusudur. Diğer yandan dünya ekonomik düzeninin ve hiyerarşisinin getirdiği sorunlar da göz önüne alınmaktadır. Ulusal düzeyde kadına özel bir yer verilmemesinin nedeni, çokuluslu

şirketlerin kararlarına dayandırmaktadır. Gorz’a göre uluslararası şirketler için az gelişmiş ülkelerde en cazip olan doğal kaynak sayılan işgücü, tüm yaşlardan kadınlardır (akt. Parlak, 2004: 100-125).

Sınır ötesi üretimin tarım işlerinin gelişmesiyle birlikte tarıma doğru kayması, kadınların tarımsal üretimde işgücünün önemli bir parçası haline getirmektedir. Küresel üretimde düşük ücret, sağlıksız koşullar, olmayan sosyal haklar, sigortasız, geçici ya da yarı zamanlı işlerde kullanıldıkları için marjinalleştirilecektir. Yeniden üretim bağımlılıkları olan geleneksel aile bağlılıklarının ve ataerkil anlayışın reddi, tüm düzenlemelerin erkeğe göre yapıldığını ifade etmektedir. Ev işlerinin ücretli ilkeye bağlanması, kadını kurtarmamaktadır. Erkeğin hakimiyetinden çıkarırken, sermayenin hakimiyetine sokmaktadır. Çalışma yaşamına katılsa da statüsü, ev içinde sürekli yeniden üretilmekte olan kadının, ev içi emeğinin görünür kılınarak metalaşması, kadının bağımsızlaşmasını nasıl sağlayacaktır sorusu önemlidir (akt. Parlak, 2004: 100- 125).

Feminist teoriler boşanmayı mikro-düzeydeki değişimlerle açıklamaktadırlar. Özellikle karşılaştırmalı oyun teorisini alternatif evlilik artışı üzerine uygulayarak değişen evlilik olasılıklarına odaklanmaktadırlar. Buna bakış açısına göre evliliğe alternatif ilişkilerdeki artışlar devam ettikçe boşanma oranları da artacaktır. Örneğin N. Folbre, Avrupa’da sosyal güvenlik sistemi boşanmaları engellemeye yönelik yasal düzenlemelerin baskın olduğunu hatta boşanmaların cezalandırıldığını ileri sürmüştür. Bu tarz cezaların giderek belirsizleşmesiyle birlikte boşanma oranları da artmıştır. Harris de kadının özgürleşmesinde, ekonomik yurttaşlık kavramını kullanarak politik ve sosyal yurttaşlık bağlamında ekonomik bağımsızlığın önemini göstermiştir. Birey, ekonomik bir yurttaş oluncaya kadar tam anlamıyla bir yurttaş olamaz. Eğer ekonomik yurttaşlık söz konusu ise söz konusu ise kadınlar kocalarına bağımlı olacaklardır. Bu nedenle evliliklerini devam ettireceklerdir. Kalmijin ve Poortman ise kadının iş gücüne katılımını kadının bağımısızlaşması, ekonomik yurttaş olmasının öneminden yola çıkarak boşanma oranlarındaki artışı açıklamışlardır (akt. Simonsson ve Sandström, 2011: 210-229).