• Sonuç bulunamadı

Boşanma Nedeni Olarak Aile İçi Şiddet

Aile içi şiddet, genel olarak aile üyelerinden birinin başka bir üyeyi fiziksel olarak kötüye kullanması olarak tanımlanmaktadır. Araştırmalar fiziksel olarak kötüye kullanılmanın başlıca hedefinin çocuklar, özellikle altı yaşın altındaki küçük çocuklar olduğunu göstermiştir. Kocaların karılarına uyguladıkları şiddet ikinci türden yaygın şiddettir. Giddens, çağcıl toplumlarda en tehlikeli yer ev’dir demiştir. İnsanın şiddete maruz kalma olasılığı evde daha fazladır. Benzer şekilde kadınların kendi ailesinden bir üye tarafından şiddete maruz kalması yabancılar tarafından şiddete uğrama tehlikesinden daha büyüktür (2000: 193).

Fiziksel, duygusal (psikolojik), sözel, ekonomik ve cinsel gibi farklı türlerde uygulanan aile içi şiddetin nedeni, diğer şiddet biçimlerinde olduğu gibi eşitsiz güç ilişkileridir. Hem ailenin diğer üyelerinin fiziksel ve psikolojik bütünlüğünü hem de ailenin istikrarını, huzurunu ve devamlılığını tehdit eden bir durumdur. Yapılan araştırmalar aile içi şiddete en fazla maruz kalan grubun çocuklar ve kadınlar olduğunu göstermiştir. Şiddet uygulayan kişilerin geçmiş yaşamlarını incelendiğinde fiziksel, duygusal, sembolik, ekonomik ya da cinsel olmak üzere farklı istismar türlerinden birine ya da birkaç tanesine farklı şekillerde maruz kaldıkları görülmüştür. Ayrıca madde bağımlılığı, kişilik bozuklukları ve ciddi boyuttaki psikiyatrik sorunları olan kişilerin şiddete olan eğilimlerinin daha fazla olduğu şiddetin psikolojik ve psikiyatrik temellerinin olduğunu göstermektedir (Erbek vd., 2004: 197).

Bununla birlikte ailesinde ebeveynlerinin birbirilerine karşı istismar ve şiddetin hakim olduğu bir atmosferde yetişen çocuklarda, kendilerine yönelik bir şiddet uygulanmamış olsa dahi bu şiddete ve istismara şahitlik etmek çocukların ileriki

süreçteki davranışlarında, duygularında, tutumlarında tüm sosyal ve psikolojik dünyasını etkileyecek şekilde onarılmaz zararlara yol açabilmekte, kişiliğin gelişimine engel olabilmektedir. Kısaca, kavgalar, baskı ve şiddet aile bireylerinin kişisel güvenliklerini ve kişi haklarını olumsuz şekilde etkilemekdir (Meit vd., 2007: 437-454; Cılga, 2002: 53).

Şiddete ya da istismara maruz kalmış olan çocukların ya da kişilerin bu durumdan büyük oranda etkilememesi için sosyal ve psikolojik destek sağlayacak kurumlar, hizmetler ya da yakın ilişkiler önemli bir tampon işlevi görmektedir. Pek çok sosyal ve psikolojik destek ağlarından yoksun olan şiddete ve istismara maruz kalmış kişiler ve çocuklar açısından bu süreç daha yıkıcı sonuçlar üretirken göreli olarak bu desteklere sahip olanlar nispeten maruz kaldıkları şiddetin ya da istismarın olumsuzluklarını azaltabilmektedirler. Bu durum bir yandan ülkelerin gelişmişlik düzeyleriyle ilişkili olarak konuya yönelik hassasiyetin sonucu olarak sosyal güvenlik ve hizmetler bağlamındaki politikaların geliştirilmiş olmasıyla diğer yandan da bireysel düzlemde bu olanaklardan yararlanabilme ve bireylerin öznel yaşamlarındaki diğer sosyal ve psikolojik dinamikleriyle doğrudan ilişkilidir.

Aile içi şiddet üzerine yapılan araştırmalara göre, aile içi şiddeti tetikleyen, psikiyatrik faktörlerin dışında yer alan fakat bu psikolojik ve psikiyatrik sorunlardan büyük ölçüde kaynaklanan faktörler: eşler arasındaki iletişim sorunları, eşlerin farklı sosyo-kültürel yapıya ve değerlere sahip olması, ırksal, dinsel ve ideolojik farklılıklardan kaynaklanan anlaşmazlıklar, evlilik yaşamının eşlere yüklediği sorumlulukların ağır gelmesi, eşlerin birbirilerine yönelik destekten yoksun olmaları, ekonomik sorunlar, alkol, kumar gibi kötü alışkanlıkların olması, eşlerin ailelerinin müdahaleleri, işsizlik, iş stresi, kadının çalışması şeklinde özetlenebilir (Heisse, 1993: 78-85). Ailenin sosyo-ekonomik ve kültürel özellikleri şiddetin uygulanmasında önemli bileşenlerdir. Araştırmalardan da görüldüğü gibi geleneksel cinsiyet rollerinin baskın olduğu, eşitsizliğin hakim olduğu aile yapılarında daha eşitlikçi bir atmosferin hakim olduğu ailelere nazaran şiddete dönük eğilimler daha baskın olabilmektedir.

Ailenin sürekliliği ve aile üyelerinin sağlıkları açısından kritik öneme sahip olan aile içi ve kadına yönelik şiddet ve istismar konusu, özellikle son yıllarda kamu oyunda gerek feministler gerekse farklı gruplar tarafından önemli bir toplumsal sorun olarak tartışılarak kamuoyunun farkındalığı arttırılmaya çalışılmıştır.

Kadına ve aile bireylerine yönelik şiddet konusunda uluslararası alanda yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu BM çatısı altında yürütülmektedir. 2010 yılı küresel

düzeyde kadına yönelik şiddet için kabul edilen “Pekin Eylem Platformu”nun 15. yılıdır. 2008’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri “Kadına Şiddete Son İçin Birleşin (UNITE to End Violence Against Women)” kampanyası başlatmıştır. BM’de (UN Women 2011 çalışması) 86 ülkeyi kapsayan veri bulunmaktadır. Bu verilere göre kadınların %70’i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır. 15 ila 44 yaş arası kadınlara yönelik şiddet; kanser, trafik kazaları, sıtma ve savaşların tamamının neden olduğu ölüm ve sakatlıklardan daha fazla ölüm ve sakatlığa neden olmaktadır. Aile içi şiddetin maliyeti Kanada’da 1.16 milyar dolar, ABD’de 5.8 milyar dolar, Avustralya’da ise yılda 11.38 milyar dolardır (Kadın ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme, 2009: 14).

BM Güven Fonu’nda bu doğrultuda 2015 vizyonu oluşturulmuştur. Bu vizyon ile, kağıt üzerinde verilen sözlerin uygulamaya sokulması, kadına yönelik şiddete karşı bilgi temelli bir politika yapılması, BM’nin küresel, bölgesel ve ülke bazındaki politikalarının güçlendirilmesi ve ülkelere kadına yönelik şiddete karşı strateji uygulamalarında yardım edilmesi hedeflenmiştir. Ancak hala uluslararası alanda da kadına yönelik şiddet aynı derecede ciddiyetini muhafaza etmektedir. ABD Kongresi için hazırlanan bir rapora göre, Kadına yönelik şiddetin ekonomik maliyeti zor da olsa bazı gelişmiş ülkeler tarafından hesap edilmektedir. Bu maliyetler, sağlık ve yasal maliyetler, işgücü kaybı ve verimlilik azalışından kaynaklanmaktadır. Üzüntü ve acı gibi soyut olayları da hesaba kattığımızda kadına yönelik şiddetin topluma maliyeti bir hayli fazla olmaktadır (Kadın ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme, 2009: 14).

BM tarafından aile bireylerine ve kadına yönelik şiddetin önlenmesine yönelik 1997 yılında fon oluşturulmuş bu fon 2010 yılı sonuna kadar 24 ülkede 317 program ve 60 milyon dolar destekte bulunmuştur. Çalışmalar şu üç alanda yoğunlaşmıştır: i) önleme ii) şiddet sonrası hizmetlere erişim imkanının genişletilmesi iii) kadına yönelik şiddetin sona ermesi için kanunların, politikaların ve eylem planlarının uygulanmasının güçlendirilmesi. Buna göre;

1. Önleme politikaları: Genç kızlar için güvenli yerler oluşturulması, genç ve yetişkin erkeklerin sürece dahil edilmesi, geleneksel liderlerin sürecin bir parçası haline getirilmesi.

2. Şiddet sonrası hizmetlere erişim imkanının genişletilmesi: Bu hizmetler tecavüz sonrası acil tıbbi müdahale ve polis koruması gibi kısa dönemli hizmetleri ve hukuki yardım ile güvenli ev sağlama gibi orta ve uzun dönem hizmetleri kapsamaktadır.

3. Kadına yönelik şiddetin sona ermesi için kanunların, politikaların ve eylem planlarının uygulanmasının güçlendirilmesi: Bilgi toplama ve analiz, kritik kurumların güçlendirilmesi (Sivil Toplum Kuruluşlarının, polisi, sağlık, sosyal hizmetler ve yargıdan kamu görevlileri ile yerel çalışan kadın örgütlerine kadar geniş bir alanı kapsamaktadır). Standartların belirlenmesi (Kadın ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddet İnceleme, 2009: 14).

Aile içi şiddet 1970’lerden bu yana Amerika ve Kuzey Avrupa ülkerinden başlayarak dünyanın bir çok ülkesinde kadın hareketlerinin başlıca konusu olmuştur. Önceleri sağlık sorunları üzerinden tartışılan kadına yönelik şiddet konusu kapsamlı bir şekilde 1985 yılnıda Nairobi’de düzenlenen 3. Kadın Konferansında ele alınmıştır. Kadın hareketlerin ve kadın sorunları üzerinde çalışan uluslararası örgütlerin sürekli çabaları sonucunda aile içi şiddet 1990’lardan itibaren sistematik şekilde uluslararası platformda tartışılan bir konu haline gelmiştir. Kadına yönelik şiddetin nedenleri ve yaygınlaşmasına yönelik önemli birikimler sağlanmıştır (Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması Raporu, 2009:20). Birleşmiş Milletler Genel Meclisi tarafından 1993 yılında kabul edilen kadına kadına yönelik şiddetin yok edilmesi bildirgesinde, cinsiyete dayalı olarak gerçekleşen, kadınlarda, fiziksel, cinsel, psikolojik herhangi bir zarar ve üzüntü doğuran ve doğurmaya yönelik özel ya da kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı ya da özgürlüğün keyfi olarak engellenmesi olarak görülmüştür (KSGM, 2008).

Yine BM tarafından 4. Dünya Kadın Konferansı Eylem Platformu ve Pekin Deklarasyonu’nda kadına yönelik şiddetin engellenmesi için bir dizi kararlar alınmış ve yasal düzenlemeler yapılması yönünde önergeler sunulmuştur. Buna göre, dayak dahil aile içinde meydana gelen fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet evdeki kız çocuklarının cinsel istismarı, evlilikte tecavüz, kadının cinsel organına zarar verme ve diğer geleneksel uygulamalar, nikah dışı şiddet ve istismarla bağlantılı şiddet, tecavüz, cinsel taciz, işyerinde, eğitim kurumlarında ve başka yerlerde sarkıntılık ve cinsel zorlama, kadın pazarlığı ile fahişeliğe zorlama, silahlı çatışma durumlarında kadınların insane haklarının ihlal edilmesi, cinayet, sistematik tecavüz, cinsel kölelik ve gebeliğe zorlama gibi şiddetin farklı boyutlarda tanımlanmış, bunları önlemeye yönelik uygulamalara gidilmiştir. Kadınlara yönelik şiddet hareketleri, aynı zamanda zorla kısıtlaştırma ve düşüğe zorlama, kız bebeklerinin öldürülmesi ve doğum öncesi cinsiyet seçimini de kapsamaktadır. Kadınlara yöelik şiddet hareketlerinin zemininde yatan cinsiyet ayrımcılığı sağlık hizmetlerinden yararlanmayı da etkilediğinden sağlık kavramı içinde

incelenmesi gereken bir konu olarak değerlendirilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü bu bağlamda kadın sağlığı sorunlarına yönelik düzenlemelere öncelik vermiştir. Şiddete maruz kalmış olan kadınların tıbbi destek ve danışmalık hizmetleri sağlanmasına yönelik çalışmalara yer verilmiştir. Kadınların bu olanaklardan yararlanmaları sağlanılmıştır (WHO, 2002; BMR, 2003; KSGM, 2008; ICPD, 1994; 2001).

Kadına yönelik şiddet konusunda uluslararası alanda oluşturulan farkındalık konunun farklı boyutlarda analiz edilmesine yönelik araştırmalara zemin hazırlamıştır. ABD’de yapılan bir çalışmada 8-12 milyon kadının fiziksel şiddet açısından risk altında olduğunu belirtilmiştir. Heisse vd’nin yaptıkları çalışmada her üç kadından en az biri veya yaklaşık bir milyar kadın hayatlarının bir noktasında kendi ailelerinden ya da tanıdıkları kişilerden, dayak yediklerini, zorla seks yapmaya zorlandıklarını ya da farklı bir biçimde tacize uğradıklarını belirtmişlerdir. Güney Afrika, Kenya, Zambia, Mısır, Bangladeş, İspanya, Papua Yeni Gine ve İngiltere’de kadınların şiddet mağduru oldukları basında da sık sık yer almaktadır. İngiltere suç araştırması sonuçlarına göre de; İngiltere ve Galler’de şiddet içeren suçların yaklaşık 1/4’ü aile içinde işlendiği ve eşler arasındaki şiddetin kurbanlarının %81’inin kadınların olduğu ve şiddete uğrayanların %35’inin bu durumu başkalarına söyledikleri saptanmıştır (Dişsiz ve Şahin, 2008: 52-53).

Dünya Sağlık Örgütü’nun 2002 raporuna göre, dünya genelinde toplum içinde yapılan 48 araştırmada kadınların %10-69’u eşleri ya da partnerleri tarafından hayatlarında en az bir defa fiziksel şiddete maruz kalmıştır. Dünya genelinde erkeklerden fiziksel şiddet gören kadınların tahmini oranı %25-50 olduğu belirtilmiştir. ABD’de her yıl 2-4 milyon kadının şiddet gördüğü ve bunlardan 2000-4000 arası kadının şiddet sonucu yaralanmalara bağlı olarak hayatını kaybettiği tespit edilmiştir. ABD’de şiddetin yaygınlığına yönelik araştırmalarda kadınların yaşam boyu şiddete maruz kalma sıklıklarının %25-30 arasında ve yıllık sıklığın %2-12 olduğu tespit edilmiştir. Kanada’da 2001’de polise intikal eden şiddet suçlarının 1/4’ü kadına yönelik şiddeti içerdiği; Kenya’da yapılan bir araştırmada kadınların %42’sinin eşleri tarafından sürekli olarak dayak yediği ortaya konulmuştur (Yetim ve Şahin, 2011: 50).

Bunun yanı sıra WHO’nun aynı raporunda kadınların yaklaşık %47’si ilk cinsel ilişkilerinin zorla olduğunu, kadın cinayet kurbanlarının yaklaşık %70’i erkek partnerleri tarafından öldürüldüğü belirtilmiştir. WHO’nun 2005 yılındaki “Çok Ülkeli Kadın Sağlığı ve Aile İçinde Kadına Yönelik Şiddet Raporu”na göre de; kadınlar arasında yaşam boyu fiziksel şiddet görme sıklığı %6-59 arasında saptanmış ve

kadınların eşleri tarafından “yumruklanma”, “tekmelenme”, “yerde sürüklenme”, “silahla tehdit edilme” gibi ağır şiddet şekillerinin uygulanma sıklığı %4-49 arasında olduğu bulunmuştur. Aynı çalışmada cinsel şiddet sıklığı ise; %6-59 oranında olduğu belirlenmiştir (WHO, 2002; 2005).

Türkiye’de ise kadına yönelik şiddet konusundaki çalışmalar oldukça sınırlıdır. 1980’lerden sonra tartışılmaya başlanmıştır. Konuyla ilgili niceliksel araştırmalardan ilki 1994 yılında Aile Araştırma Kurumu tarafından (daha sonra T.C. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü olmuştur) yapılmıştır. Diğeri ise 2008 Altınay ve Arat tarafından yapılmış ve niteliksel verilere de öncelik verilmiş olan araştırmadır. Sonraki süreçte KSGM tarafından ICON-Institut Public Sector, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü ve BNB Danışmalıktan oluşan üç ortaklı konsorsuyum tarafından “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması” yapılmıştır. Merkezi Finans ve İhale Biriminin sözleşme makamı olduğu bu araştırma Avrupa Komisyonunun mali desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu araştırma kentsel ve kırsal yerleşim yerleri 12 bölge ve bazı temel göstergeler düzeyinde bilgi veren en kapsamlı bir araştırma olmuştur. Geniş bir örnekleme sahip olması uluslararası alandaki çalışmalarla karşılaştırılabilir bir uygunluğa zemin hazırlamıştır (Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması Raporu, 2009: 20).

Aile içi ve kadına yönelik şiddet konusunun kamuoyunun ve devletin gündemine toplumsal bir sorun olarak alınmasıyla birlikte pek çok çalışma yapılmaya başlanmış, şiddet maduru kadınların korunması, desteklenmesine ve faillerin cezalandırılmasına yönelik uygulamalara gidilmiştir. Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve Birleşmiş Milletlerin kararların şiddet sorunun tartışılmasında önemli bir yönlendirici güç olmuştur. 1987’de Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Genel Müdürlüğ bünyesinde kurulan Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu ile çalışmalar başlamıştır. 1990’da kadınlarla ilgili politikalar geliştirmek için ulusal bir mekanizma olarak Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü 422 sayılı ve 20 Nisan 1990 tarihli kanun hükmünde kararname ile kurulmuş ve 27 Ekim 2004’de kabul edilmiştir. KSGM konyla ilgili hukuksal çerçevenin belirlenmesi ve veri sağlanması için araştırmaların yapılmasında önemli bir rol oynamıştır (Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması Raporu, 2009: 22).

AB’ye katılım süreci çerçevesinde kadın sorunlarıyla ilgili mevzuatta önemli gelişmeler kaydedilmiş 1998 yılında yürürlüğe girmiş ve 2007’de düzenlemeye gidilmiş olan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun Ulusal Eylem Planı’da (2007-2010)

önemli bir sürece işaret etmiştir. Bu kanun ile aile içi şiddete maruz kalan bireylerin

korunmasında Aile Mahkemesi hakimleri tarafından alınabilecek tedbirler

düzenlenmiştir (KSGM, 2008). Türkiye’nin 2007-2010 Kadına Yönelik Aile içi Şiddete Karşı Ulusal Eylem Planı, İçişleri Bakanlığı’nın destekleri ile yerel koordinasyon komitelerinin oluşturulmasını öngörmüştür. Bu komitede, kaymakamlıklar, yerel güvenlik güçleri, jandarma, belediyeler, üniversiteler, profesyonel kuruluşlar bulunmaktadır (Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması Raporu, 2009: 16-18).

2000’li yıllarda kadın-erkek eşitliğini güvence altına almak için Anayasa’nın 41. ve 66. maddeleri 2001’de 10. ve 90. maddelerinde ve 2004’deki değişikliklerle güçlendirilmiştir. Bu maddelerle kadın-erkek eşitliği konusunda devletin sorumlu olduğu hükmü getirilmiştir. Kamu Kurum ve Kuruluşları ile Sivil Toplum Örgütleri, çeşitli meslek örgütlerinin kollektif çalışmaları ile Yeni Kanun 2002’de; Yeni Ceza Kanunu 2005’de yürürlüğe girmiştir. Bunun yanısıra TBMM’de töre ve namus cinayetleri ile çocuklara yönelik şiddetin önlenmesine yönelik çalışmaları yapılması amacıyla 11 Ekim 2005’de bir araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu komisyonun çalışmaları neticesinde 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi yayınlanmış ve Kadına Yönelik Şiddeti İzleme Komisyonu kurulmuştur. Söz konusu genelge ile Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı hazırlama görevi KSGM’ye verilmiştir. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kurumsal mekanizmaların güçlendirilmesi kapsamında KSGM tarafından 2007-2010 yılı Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı hazırlanmıştır (KSGM, 2008; Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması Raporu, 2009: 20).

Türkiye’de ABD ve Avrupa ülkelerinde olduğundan farklı süreçte ve dinamiklerle işlemiş olsa da hukuksal düzlemde gerçekleştirilmiş olan bu uygulamalara aile içi ve kadına yönelik şiddet konusunda yapılacak olan kapsamlı ve çok boyutlu araştırmalar için önemli ölçüde temel sağlamıştır. Bu şekilde üniversitelerde ve Araştırma Kurumları tarafından yapılan çalışmalar aile içi şiddeti önlemeye yönelik büyük ölçüde veriler sunmuştur

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku ve Kriminoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından 2003 yılında 1133 kişi ile gerçekleştirilen araştırmanın sonuçlarına göre katılımcıların 264’ü aile içinde şiddet maruz kalmışlardır. 2006 yılında İstanbul Üniveristesi ve Uludağ Üniversitesi ortak yaptıkları “Türkiye’de Aile İçi Şiddet

Araştırması” bulgularına göre katılımcıların %27,9’u aile içi şiddete maruz kalmış ve %10.1’I tanık olmuştur (Ersöz, 2011: 257).

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün yapmış olduğu bir araştırmada Türk toplumunda şiddetin olağan kabul edilmesi şiddetme mücadenin önündeki en önemli engellerden birisini oluşturduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kadınların aile içi şiddet biçimlerinden özellikle fiziksel şiddete ilişkin tutumlarını ne kadar içselleştirdilerinin belirlenmesi amacıyla kadınların ekonomik ve cinsel nedenlere dayalı olarak kocanın karısını dövmesini haklı bulup bulmadıklarına dair sorular sorulmuştur. Katılımcılardan 15-49 yaş grubundaki kadınların %39’u kocasının kendisini dövmesi için haklı bir nedeni olduğunu belirtmiştir (HÜNEE, 2005: 40-41; Ersöz, 2011: 257). Başka bir araştırmada katılımcıların 153’ü kadına karşı şiddete izin verdiğini, 48 kişi eşe ve çocuklara yönelik şiddetin normal olduğunu, 83 kişi kısmen normal olduğunu belirtmiştir. 2009 yılında 51 ilden 24.048 örneklem üzerine KSGM’nin yaptığı bir araştırmaya göre kadınların yaşamlarının bir döneminde %39.3’ü fiziksel şiddete, %15,3’ü cinsel şiddete, %41,9’u fiziksel ve cinsel şiddeti aynı anda yaşadıklarını belirtmişlerdir (KSGM, 2009: 47).

Kadına yönelik şiddetin nedenleri üzerine yapılmış olan çalışmalara göre ise ataerkil değerler ile karşılaşılmıştır. Kadının ekonomik özgürlüğe sahip olmaması, toplumda kadının ikincil konumda olması ve bunu pekiştiren uygulamalar, şiddetin bir iktidar aracı olarak kabul edilmesi, kamusal alandaki şiddetin görmezden gelinmesi, kitle iletişim araçları ile geleneksel kadın ve erkek rollerinin yeniden üretilmesi, şiddeti bir sorun çözme biçimi olarak algılayan değerlerin kitle iletişim araçlarında sıklıkla sunulması aile odaklı şiddeti arttırıcı etki yapmaktadır (Ersöz, 2011: 258).

Türkiye’deki bu geleneksel rol örüntüsü, şiddetin yaygınlaşmasına ve içselleştirmesine neden olmakta ve şiddete maruz kalan bireylerin yardım almalarını güçleştirmektedir. Türkiye’de aile içinde yaşanan sorunlar mahrem kabul edildiğinden en yakın kişilere bile zor anlatılmaktadır. Şiddete maruz kalan kadın uğradığı şiddeti başkalarına anlatmaktan çekinmektedir. Şiddetin açığa vurulması halinde de genellikle şiddet mağduruna yardım etmek yerine aile birliğinin devam etmesi adına sessiz kalması tavsiye edilmektedir ya da kadın suçlanmaktadır. Yapılan araştırmalardan elde edilen bulgulara göre kadınların ilk yıllarda eşlerinin değişeceğine inandıkları daha sonra da çevre baskısı, ekonomik nedenler, korku, meslek sahibi olmama gibi gerekçeler yüzünden eşlerini terk edemedikleri ancak şiddet çocuklarını da kapsadığında yardım aramaya karar verdikleri belirlenmiştir. Aile Araştırma Kurumu ve

Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın araştırmasına göre dayak “terbiye” olarak algılanmaktadır. Yapılan çalışmalarda şiddetin kuşaklar arası sürmesi, çocuğun sosyal öğrenme yoluyla ailedeki şiddet davranışını rol model alması, çocuk eğitiminde dayağın yaygın olarak kullanılmasının kabul görmesi şiddetin nedenleri arasında olduğu belirtilmiştir (Dişsiz, 2008: 54-55).

Karmaşık ve çok boyutlu bir olgu olan aile içi ve kadına yönelik şiddetin öemli bir toplum sağlığı sorunu olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Yetersiz beslenmeye, kronik hastalıkları artmasına, madde bağımlılığına, beden travmalarına, geçici ve kalıcı sakatlık ve hastalıklara, kronik ağrıya, güvenli olmayan cinselliğe, pelvik enflamatuvar