• Sonuç bulunamadı

Emin Karaca

Belgede Yazından Seçmeler - I (sayfa 124-129)

Mehmet Emin Yazın’ın bu sayısında ağırlıklı olarak Yılmaz Güney’den söz edeceklerini anımsatarak, Engin’in de benden bu konuda bir yazı istediğini söyleyince “olur” dedim. Yılmaz Güney’e ilişkin neler yazabileceğimi dü-şünüyordum birkaç gündür... Halkın gönlünde öncelikle ve özellikle sinema oyunculuğuyla taht kurduğundan;

benim kendisini ‘tanımam’ da bu yolla oldu. Şimdi anıla-rımda yıllar öncesine giderek, onu ilkin nerede, ne zaman ve nasıl ‘seyrettiğimi’ bulmaya çalışıyorum...

Otuz iki-otuz üç yıl kadar olmalı. Bir Batı Anadolu kentinde ortaokula başladım. İlk yılın yazında Kızılay’ın Kuşadası’nda düzenlediği dönüşümlü öğrenci kampının üçüncü grubunun içindeyim. Gene böyle bir Ağustos ayı olmalı. Günlük kamp yaşamının akşamında haftada bir ya da iki gece sinemaya götürüyorlar bizleri... Bir gece gene Kuşadası’nın yazlık sinemalarından birine doluş-muşuz. Filmografisi önümde yok, şimdi hangi filmi ol-duğunu anımsayamıyorum. Perdede; ‘hayatımın’ o anına dek seyredebildiğim Türk filmlerindeki ‘artist’lere gözü, kaşı, duruşu, yürüyüşü, gülüşü, kaş çatışı hasılı hiçbir şeyi benzemeyen kara-kuru, kavruk, gündelik hayatımız-da her an her yerde görebileceğimiz bir insan tipi var. Fil-min konusundan dupduru hatırlayabildiğim: İşte bu

so-* - Avrupa ve Türkiye’de Yazın, Eylül 1993, Sayı: 56.

kaktaki insana benzeyen kişi (sanırım bir kabadayıydı) büyük kentte hiç peşini bırakmayan belalarla boğuşuyor, çok uzaklardaki yalnız anasına da bir an önce kavuşmak istiyordu. Kendince hesaplaşmasını bitirdiği inancıyla trene binip gideceği istasyona yaklaşırken, peşindeki kö-tüler kıstırıp kalleşçe arkasından ateş ediyorlardı. Ölmek üzereyken son sözü: “Bu trenler beni sana getirmeyecek ana” oluyordu.

Bu sinema oyuncusunun adı: Yılmaz Güney’di.

Sonraki yıllarda oynadığı filmleri imkan ve fırsat bu-labildikçe seyretmeyi, dönemin ‘matbuatında’ ve maga-zin mecmualarında çıkanları okumayı sürdürdüm. Gerçek hayattan en küçük bir yansıma bulunmayan filmlerinde bizlere kocaman bir yalancı dünya sunan ülkenin sinema sanayinin manipülatörleri, hemen bir sıfat bulup kondur-muşlardı bu tipe: ‘Çirkin Kral’. Bu kesim tarafından ‘Çir-kin Kral’ın aşkları, bıçkınlıkları, hırçınlıkları ‘medya’da tekrarlanarak büyütülürken; sol cephede de ‘bizden biri’

olduğundan, hatta vaktiyle komünizm propagandası su-çuyla hapis yattığından söz ediliyordu...

1970’de vizyona giren ‘Umut’ filmi, artık hiçbir te-reddüde yer bırakmayacak şekilde Yılmaz Güney’in ‘biz-den’ olduğunu, bu sanat dalıyla işçi sınıfının ve halk kit-lelerinin ‘davası’nın yansıtılabileceğini göstererek Türk sinemasında bir ‘umut’ haline gelmişti (Gerçekten ‘Umut’

kilometre taşına gelene kadar 1965’deki Vedat Türka-li’nin ‘Karanlıkta Uyananlar’ ve benzeri birkaç çabayı da

‘dava’nın sanığıydık. O; 256 sanıklı THKP-C ana dava-sında, ben de (sonradan birleştirilecek olan) THKP-C İşçi Kesimi davasında sanıktım. Tutsak bulundurulduğumuz ceza ve tutukevleri değişikti. Bir arada değildik, ama aynı

‘dava’nın değişik versiyonlarındaki iddianamelerini ha-zırlayan askeri savcılarca aynı suçu işlemekle töhmetlen-diriliyorduk. Benim tutuklu bulunduğum Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nden daha önceki münferit bir davadan kesinleşmiş olan ‘ceza’mın infazı için Sağmalcılar Ceza ve Tutukevi’ne gönderilmemle onun, aynı yerden benim bir önceki yerime nakledilmesi aşağı-yukarı aynı günlere denk düştü. Sağmalcılar’a gönderilmem için Sultanah-met’teki adliye nezarethanesinde bekletilirken duruşma-ları için getirilmiş çoğu lümpen proleter adli tutukluduruşma-ların, bir siyasi tutuklu olduğumu öğrenince, hele aynı dava-dan yargılandığımızın ayırdına varınca, bana yönelttik-leri soruları Yılmaz Güney üzerinde yoğunlaşıvermiş ve bana olan yad ve yabancılıkları kayboluvermişti. O gün bugündür hâlâ düşünür dururum; halkın her kesiminden insanların gönlünde kurduğu bu tahtın hangi maddeden yapıldığını...

Sağmalcılar Ceza ve Tutukevi’ne vardığım akşamın alacakaranlığında teslim alan ilk görevlilerden tüm gardi-yanlara dek hepsinde Yılmaz Güney sevgi şelalesi durul-madan akıp duruyordu... THKP-C İşçi Kesimi Davası’nın en sona kalan tek tutuklu sanığı olarak duruşmaya gö-türülmek için kapıaltına indirildiğimde (artık bizim İşçi Kesimi Davası 256 sanıklı ana davayla birleştirilmişti) bir gardiyanın koca bir tomar mektubu kelepçeli kollarımdan birinin altına sıkıştırarak; ‘Zahmet olmazsa Yılmaz Bey’e iletmem’ ricasını yerine getirirken, ilk kez yüz yüze ta-nıştık. Ondan sonraki her celsede onun hayranı ‘halkın’

Sağmalcılar Ceza ve Tutukevi adresine gönderdiği mek-tupları kendisine ilettim. Celse açılana kadar ve aralarda kopuk kopuk; dünyamızdan, memleketimizden, devrimi-mizden ve sinemadan konuşulabilecek şeyleri konuştuk.

Nihayet o bilinen garabet hükümetin ‘garabet’ affı geldi çattı. Af yasası yürürlüğe girince o bizden önce çıktı. Bi-zim 141’liklere -Allah selamet versin- Milli Selamet Parti-si’nin çelmesi takılmıştı. Bizimkinin de Anayasa Mahke-mesinden kurtulmasının eli kulağındayken ben de çıktım.

Duruşmadan vareste tutulmadığımdan celseye gitmek zorundaydım. Bir sonraki duruşma günü Selimiye Kışla-sı’nın kapısına dayandığımda -meğer o da duruşmadan vareste değilmiş- karşılaştık. Konuşa konuşa ilerlerken ilk barikattaki aramada, işgüzarlık eden askerin biri mide rahatsızlığı yüzünden ara sıra atıştırmak için cebinde ta-şıdığı bisküvi paketine el koymak istedi. Tartıştık. Sorun bir anlayışlı zabit tarafından çözüldü. O ünlü 12 Mart son-rasının ilk ürünü ‘Arkadaş’ filmini çekmekteymiş. Oradan kalkıp gelmiş. Duruşmadan sonra birlikte sete gitmemizi önerdi. Çıktık, gene ısrar etti. O sırada hayat meşgalem o kadarlığına bile bir yere gitmeme elverişli değildi. Israrlı davetine uyamadım. 12 Mart kığıştısından sonraki bu ‘Ar-kadaş’ filmini ancak vizyona girdiğinde izleyebildim.

Nihayet o bilinen olay yaşandı. Yazımın başlarında çocukluktan delikanlılığa evrilmeye başladığım dönemde seyrettiğim ilk filminde aklımda kalan belalar gibi, bela bir türlü yakasını bırakmıyordu. Yumurtalık olayıyla tek-rar demir parmaklıkların arkasına döndü. Dışarıda, öyle-ce medyaya yansıdıkları kadarıyla yapıp ettikleri izliyor, ziyaretine gidip gelebilen yakın eş dosttan kimi özel ha-berlerini alabiliyordum. Yurtdışına kaçışı, ‘Yol’ filminin aldığı uluslararası ödüller ve övgüler hep beni durduğum

bir eski dost geldi. Ondan; oradaki hayatından epeyce havadis alarak cenaze töreni konusunda da bilgilendik.

Birkaç gün sonra dönüyordu. Ondan bir isteğim oldu. Ko-münarlarla birlikte yattığı Pere Lachaise mezarlığındaki kabrine benim için üç adet kırmızı karanfil koyabilir miy-di? Döndükten sonra telefonla aradı, koymuş...

Ne diyelim?

Bu dünyadan Yılmaz Güney de geçti...

Belgede Yazından Seçmeler - I (sayfa 124-129)