• Sonuç bulunamadı

BİR ALMANYA ROMANI: YÜKSEK FIRINLAR * 1 Engin Erkiner

Belgede Yazından Seçmeler - I (sayfa 21-34)

Yurtdışına ilk işçiler 1960’lı yılların başında gönderil-meye başladı. Önce F. Almanya’ya ve diğer Avrupa ülke-lerine sonra Avustralya’ya, Libya’ya, Körfez devletülke-lerine...

1970’li yıllarla birlikte ekonomi iyice bozulup, enflasyon üç rakamlı sayılara tırmandıkça arttı bu göç. İnsanlarımız bulabildikleri her olanaktan yararlanarak akın ettiler varsıl ülkelere; iş için, ekmek için. Kapıdan kovulanlar bacadan girdiler. En pis işlerde en düşük ücretlerle çalışmaya hazır-dılar, yeter ki geri gönderilmesinler.

Birkaç sene için gelmişlerdi, biraz para yapıp dön-mekti niyetleri. Ama biraz para ile özlenen yaşamın ku-rulamayacağı çabuk kavrandı. Döndük, dönüyoruz derken eşler, çocuklar, kardeşler de getirildiler. Bu göçe 1980’den sonra politik göç de eklendi. Baskılar binlerce insanı daha ülke dışına çıkmak zorunda bıraktı. Böylece 20 yıl sonra ülke dışında Asya, Avrupa, Afrika, Amerika ve

Avustral-* - Direniş, Mart 1984, Sayı: 7

1 - Yıllarca süren yasadışı yaşamın etkileri, bu yaşam sona er-diğinde hemen ortadan kalkmıyor. Bu nedenle bir süre gerçek adımla yazı yazamadım, bu yazıyı Ahmet Cengiz adını

kulla-ya’ya yayılmış 3 milyonluk bir kitle olundu. Çoğunluğu işçi olan, bulunduğu ülkeye az çok yerleşmiş, içinden kopup geldiği toplumun bir benzerini orada da yaratmış ve ülke-siyle canlı bağlarını hiçbir zaman koparmamış bir kitle.

Bazı yıllar dışarıdan gelen işçi dövizi ülkenin ihraca-tını geçmiş. Hükümetler IMF’ye bir de gurbetteki işçilere avuç açar olmuş (şimdi de böyle ya!). Dünyanın hiçbir as-keri yönetimi beş kıtada birden protesto edilmemiş. Ve di-yebiliriz ki dünyanın pek az ülkesinde yurtdışı bir ülke için bu denli her tarafa yayılmış ve bu denli önemli olmuştur.

Türkiye için yurtdışı simgesini Almanya’da bulur.

Yurtdışındakilerin yaklaşık yüzde 60’ı bu ülkededir. Ül-kemizde de ‘Alamanyalı’ terimi tüm yurtdışı çalışanlarını kapsar.

Avrupa’nın, özel olarak da Almanya’nın ülkemiz için taşıdığı önem, toplumsal yaşamdaki güçlü etkisi, silinemez yeri kendini edebiyatımızda da gösterecekti. Önce Alman-ya’da çalışıp da Türkiye’ye gelmiş kişiler romanlarda yer aldılar. Ardından Almanya’yı, orada çalışanları ana konu alan şiirler, hikayeler, romanlar geldi.

Adalet Ağaoğlu ‘Fikrimin İnce Gülü’nde Almanya’dan Türkiye’ye izne gelen bir işçinin tek gününü anlatır. Ro-man Kapıkule gümrüğünden girilmesiyle başlar. AlRo-man- Alman-ya’daki yaşam yer yer geriye dönüşlerle verilen ikincil bir öğedir romanda. ‘Türkiye’deki Alamanyalı’nın romanıdır

‘Fikrimin İnce Gülü’.

Fakir Baykurt uzun süredir Almanya’da bulunması nedeniyle bu toplumu, toplum içindeki bizim toplumumu-zu daha yakından gözlemleyebilmiş bir yazar. ‘Barış Çö-reği’ ve ‘Gece Vardiyası’nı oluşturan hikayelerin ve ‘Yük-sek Fırınlar’ın ana teması Almanya’da yaşayan ve çalışan Türkiyeli işçiler. F. Baykurt onların yaşamını, özlemlerini, uyum ve uyumsuzluklarını çeşitli yönlerden ele almış bu

eserlerinde.

Türkiye’de çoğunluğu büyük şehirlerde yaşamamış insanların Almanya’nın gelişmiş toplumuna girdiklerinde içine düşecekleri yadırgamanın boyutu, çok farklı iki top-lumsal kültür arasındaki uyumsuzluk anlatılmakla tüken-meyecek bir malzeme sağlar. ‘Gece Vardiyası’ndaki hikaye-lerde ağırlıkla bu konuya yer verilirken, aynı şeyi ‘Yüksek Fırınlar’da da görürüz. Ama romanda uyumsuzluğun ilkel denilebilecek örnekleri yoktur artık. Almanya’ya yaşanıla yaşanıla alışılmıştır. Günlük yaşamın gerekleri öğrenilmiş ve buna yatkınlık kazanılmıştır. ‘Gece Vardiyası’nın bir hikayesindeki gibi ‘makarnayı bulgur gibi pişirmeye kal-kanlar’ yoktur. Başta İbrahim Mutlu olmak üzere romanın tüm Türkiyeli kişileri araba kullanırlar, kırmızıda dururlar, Kaufhalle’ye gidip alışveriş yaparlar, modern işyerlerinde sıkıntı çekmeden çalışırlar. Almanya’ya alışılmış gibi görü-nür, ama sadece görünür. Gerçek öyle midir?

Görünürdeki bu uyum daha derin, köklü bir uyum-suzluğu daha açık, daha bir çarpıcı ortaya döker. Yolu, suyu, elektriği olmayan köylerden en modern işyerlerine gelmek; ülkede ömür boyu çalışıp bir traktör alınamazken, burada birkaç yıl çalışıp modeli biraz eski de olsa araba sa-hibi oluvermek, çamaşırı elde yıkamayı unutmak, uzaktan kumandalı televizyona kavuşmak; yirmi yılda günlük ya-şam kökünden değişmiştir. Bu değişim o denli etkilemiş-tir ki insanları, artık suyu, elektriği olmayan, yolları bozuk ve arabalarının altını vuran köylerine yabancılaşmışlardır.

harların, bunalımların, aşağılanmaların arasından, bütün önlemleri, basit yargıları ve geçmişe sığınmayı parça parça ederek yolunu açmakta ve insanımız değişmektedir.

F. Baykurt’un ‘Yüksek Fırınlar’daki büyük başarısı da işte burada, İ. Mutlu’nun kişiliğinde tüm çelişkilerin orta-sından süzülüp gelen bu değişimi verebilmesinde yatar.

Yazar bunu anlatabilmek için Anadolu insanının en zor değişeceği bir konuyu, kadın-erkek ilişkisini eksen almış-tır.

İbrahim ile karısı Elif arasındaki ilişki bütün roman boyunca zaman zaman geçmişe ve Türkiye’ye dönülerek anlatılır. İbrahim için namuslu kız; dağ aşmamış, dere geç-memiş (yani köyünden dışarı çıkmamış), gözü açılmamış birisidir. Onu arar, bulur ve parayla satın alır. Karısına dav-ranışı da buna uygun olur. Almanya görmüş adam, kendi-sinden önce başını yastığa koydu diye döver karısını. İlk çocuğu kız olunca kızar. Yeniden gebe kaldığında da, “bu sefer de kız doğur da başımdan atayım seni” der. Kadının aşağılanması daha doğarken başlar böylece.

F. Baykurt, Anadolu insanının dünya görüşünde cin-selliğin tuttuğu yeri başarıyla sergiler. Yılların birikmiş et-kisiyle birçok şeye böyle bakar Anadolu insanı. Kadın ve erkeği övmede ya da yermede bu faktör önemlidir (‘oğlan doğurabilen karı’ ya da ‘beli kuvvetli erkek’ gibi). Kadın ve erkek arasında cinsellik dışında bir ilişki düşünülemez.

Bu bakış açısı gelenekler ve dini etkilerle de birleşince basit inanç ve açıklamalara saplanmayı da beraberinde ge-tirir. Örneğin İbrahim, Alman erkeğinin kıskanç olmaması-nı domuz yemelerine bağlar. Domuz, dişisini kıskanmayan tek hayvandır çünkü. Apayrı ve koskoca bir kültür de böy-lece açıklanıverir işte.

İbrahim’in oğlu olur. Bu sefer de ‘doğum biraz erken oldu, bu çocuk kimden’ diye bunalımlara düşer. Bir yandan

ne olduğunu kendisinin de tam kavrayamadığı ‘namusu-nu temizlemek gereği’, yani eskinin baskısı; öte yandan da içinde yaşadığı toplumun etkisiyle oluşan ‘işini kaybetmek, hayatını bir hiç için harcanmak korkusu’ arasında sıkışıp kalır. Aslında bu iki dünya arasında, tam olarak bir yere ait olamadan sıkışmadır. İbrahim, bunu ‘buraya da Türkiye’ye de yabancıyım’ diye belirtir.

Sabahat ile İbrahim’in evde konuşmaları romanın en güzel bölümüdür. Sabahat, çağdaş bir kadındır. Almanla evlidir ve bambaşka bir aile, yaşam ve cinsellik anlayışına sahiptir. İbrahim’in bunu anlaması çok zordur ve romanın bir cümledeki özetiyle şöyle anlatır bunu: “Seninle benim aramda ohoooo, bir koca dünya var inan! Benim senin gel-diğin yere gelebilmem için, bu dünyadaki yaşamım yet-mez! Öteki dünyada bile zor başarabilirim bunu!”

İbrahim değişebilecek mi; nasıl ve nereye kadar? Ro-man değişmenin belirtileriyle birlikte, ama sonu açık ola-rak biter.

‘Yüksek Fırınlar’ bu kadar mı? Değil! Türkiye’den çıkı-lıp gelinen köy yaşamı, yaşlı bir Alman kadınının yalnızlığı, değişik toplumlardan gelmiş kadınların birbirlerine bakışı, Almanya’da öğretmenlik yapan Türkiyeli bir ilerici aydının düş kırıklıkları, din faktörü ve etkileri, Almanya’daki Tür-kiyeliler arasında gericiliğin örgütlenmesi, fabrikada grev için mücadele, ilericilerin örgütlenme çabaları, bir çocuğun (İbrahim’in kızı Gülten) gözünden çevrenin ve insanların anlatımı, farklı uluslardan işçiler arasındaki ilişkiler...

man kişisi kendi kişiliğine uygun konuşmuyor, birdenbire yazar konuşmaya başlıyor. Yer yer ortaya çıkan bu durum, romanın başarılı kurgusunu ve doğal akışım bozuyor. Ama yazarın eksen aldığı konuyu büyük bir başarıyla anlatması ve romandaki sürükleyicilik bu pürüzlerin etkili olmasını önlüyor.

Almanya’daki insanımızı daha iyi tanımak isteyen herkesin mutfaka okuması gereken bir roman ‘Yüksek Fı-rınlar’.

YILMAZ’I UĞURLARKEN... *

1

Serer Tanilli

Arkadaşlar, dostlar, yoldaşlar,

Sinemamızın bir büyük ustasını, -doğrusunu söyleye-lim- en büyük ustasını, Yılmaz Güney’i kaybettik. Ve buraya, onu son yolculuğuna uğurlamak üzere toplanmış bulunuyo-ruz. Hepimiz adına ona ‘elveda’ demenin görevini de ben üst-lenmiş bulunuyorum. Yaşamımın en acı anlarını yaşayarak yapacağım bunu. Şu önemli dakikalarda, Yılmaz Güney üstü-ne söylenmesi gereken birkaç öüstü-nemli nokta var ki, belirtmem gerekir; siz beklersiniz benden, o da bekler.

Sinema -malum- güç bir sanattır. Ama onu, uygarlık yo-lunda en temel sorunlarını çözememiş, üstelik ilkel bir ka-pitalizmin bataklığına ve emperyalizmin pençesine düşüp kıvranan bizim gibi ülkelerde yapmak çok daha güçtür. Bizim gibi ülkelerde bilim adamının, romancının, ressamın önün-de engeller vardır; ama sinema sanatçısının önünönün-de çok daha korkunç engeller vardır. Mali ve teknik önlemleriyle, en başta da özgürlük ve sanat düşmanı iktidarların ‘sansür’üyle, dü-zen sinemacının karşısına gelip dikilir. Bunları yenmek her babayiğidin işi değildir. Yılmaz Güney de, sanatını halkının ve yurdunun gerçeklerine adamış her namuslu sinemacı gibi, bütün bu engellerle boğuşup durdu.

Ama Yılmaz Güney, sadece bu değildir. Onu, ülkesinin

Nedir?

Gerçekliğe bakış biçimi, yani yöntem. Bu yöntem, onda, sinemacılığa başladığı anda berraklığa kavuşmuş değildi el-bette; Türkiye’nin siyasal ve sosyal gelişmeleriyle at başı ola-rak -ve özellikle 1960’lı yıllarla beraber- gelişti ve yetkinleşti.

Gerçekten, 27 Mayıs’la birlikte, ülkemizde -görece de olsa- demokratik bir hava esmeye başlamış; on yıllık Demok-rat Parti döneminde dile getirilemeyen sorunlar gündeme getirilmiştir. ‘Sol akımların da yaygınlaşmaya başladığı bir ortamda, sosyal sorunları sergilemek, sinemacılara da çekici gelmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak da, 1960-65 yılları arasında, sosyal gerçekliğimizi -şu ya da bu ölçüde- dile geti-ren filmler görüyoruz. Ne var ki, egemen güçler, bu filmlere ve onların yapımcılarına da hoşgörülü bir tavır takınmamış-lardır. Tersine, Kıbrıs olayları nedeniyle başlayan ve giderek anti-emperyalist bir boyuta ulaşan gençlik eylemleri, Türki-ye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde sağladığı başarı, egemen güçleri yeni önlemler almaya götürmüştür. İşte bu durumda, yerleşik düzenin sinemasına karşı direnmek, gerçek bir sorun olup çıkar. Böylece, 1965 yılına kadar, gerçekliği dile getirme noktasında birleşen yönetmenler, bu tarihten sonra bir ‘yol ayrımı’na. gelirler.

Nedir onları bu ‘yol ayrımı’na getiren?

Gerçekliği kavrama ve yansıtma yöntemi konusundaki görüş ayrılıkları.

1965 yılı, sinemamızda gerçekten bir ‘yol ayrımı’nın başladığı yıldır. Bu ayrılma, zamanla bir kutuplaşmaya dönü-şür. ‘Tutucu’ ve ‘dönüşümcü’ eğilimler çıkar ortaya.

Tutucu eğilimler, toplumumuzun temel sorununun ‘ Do-ğu-Batı çatışması’ olduğunu ileri sürmekte, ‘sınıf gerçeği’ni giderek ‘sınıf çatışması’nı reddetmektedirler; başka ulusların ve halkların kültürlerine kapalı, salt yerli geleneklere yasla-nan bir sinema anlayışıdır bu. Dönüşümcü eğilimdekilerin önerdikleri sinema anlayışı ise, bir çözüm önerisi getirmeden,

toplumsal aksaklıkları sergilemektir.

Her iki eğilim, kendi içlerinde de ayrışımlara uğrar za-manla: Tutucu eğilimlerin ayrışımı, ‘ırkçı’ bir sinema anlayı-şına kadar varırken, dönüşümcü eğilimin ayrışımı, bir nokta-da ‘ilerici-devrimci’ bir sinema anlayışının doğmasına neden olur. ‘Sınıf gerçeği’ni ‘sınıflar arası mücadele’yi kabul eden, perdede her şeyin bu bağlam içinde gösterilmesi gerektiğini öneren bir sinema anlayışıdır bu.

Bu eğilimin en büyük temsilcisi, işte bugün burada son yolculuğuna uğurlamaya geldiğimiz Yılmaz Güney’dir. Yıl-maz Güney, gerçekten, sinemacılığımızda yeni bir satırın ilk harfidir. Kendisinin de içinde yer aldığı dönüşümcü eğilimleri daha ileri götürmüş; niteliksel bir değişime uğratarak ‘ dev-rimci’ bir boyuta ulaştırmıştır onları.

Bu nedenle de o, sinemacılığımızın bir ‘dönemeci’dir.

Yılmaz Güney, yöntemini tastamam berraklaştırdığı andan başlayarak, ‘Umut’uyla, ‘Arkadaş’ıyla, ‘Düşman’ıyla,

‘Ağıt’ıyla, ‘Yol’uyla, ‘Duvar’ıyla, hele hele ‘Sürü’süyle, yaşadı-ğı toplumun acı gerçekliğine kamerasını çevirmiş ve onunla aldığı ‘insan manzaraları’nı, kimsenin ilgisiz kalamayacağı, zaman zaman ‘epik’ bir anlatımla seyircilerine sunmaya ve onlara seslenmeye başlamıştır; yalnız Türkiye’deki değil, bir tarihten başlayarak Türkiye dışındaki seyircilerine de.

Onunla sinemamız, ulusal plandan, uluslararası plana çıkar.

Bizim yapımızdaki toplumlarda her soylu, giderek

dev-Biçim olarak görkemli, içerik olarak görkemli.

Türkiye’de sinemacılık güçtür; ama Yılmaz Güney’den sonra daha da güçleşecektir. Çünkü sinema sanatçısı, satının bilincinde olan, yani yurdunu ve halkını seven her na-muslu sinema sanatçısı, kamerasını, Yılmaz Güneyin bıraktı-ğı noktadan çevirmek zorundadır gerçekliğe. Bugün, burada bir şey sona eriyor değil, hayır, bir büyük çığırın, Yılmaz Gü-ney’le başlamış yepyeni bir çığırın yeni bir aşaması başlıyor.

O yüce çığın açana da, onu git gide yükseltecek olana da selam!

Yılmaz Güney, kardeşim, dostum, yoldaşım.

Ölüm elbette ki yaşamın kanunu. Bilmez miyiz? Ama erken gelince gaddar oluyor. Bilesin ki, bu vakitsiz ayrılışın, bizleri can evimizden vurmuştur. Senin bıraktığın sanat mi-rası başımızın üstünde; ama gidişinle yüreklerimize saldığın acı, kolay kolay göğüsleyebileceğimiz bir şey değil. Şimdilik, yurdundan uzak bir yerde, ama sana bağrını seve seve açmış onurlu bir ülkede, Fransa’da, onun nice devrimcisinin kanla-rıyla sulanmış kutsal topraklarında uyuyacaksın uykunu. As-lında, özgürlük ve sanat aşığı olan aydın gönüllerde ve onca zulme karşın amansız bir kavga veren yurdunun insanları-nın, çilekeş halkının gönlünde yatacaksın.

Nur içinde yat!

Yılmaz Güney elveda; elveda kardeşimiz, elveda dostu-muz, elveda yoldaşımız!

Elveda!...

İKİNCİ DÖNEM

YAZIN

Ocak 1985-Aralık 1991 dönemini kapsar. 12. sayıdan 47. sayıya kadar süren bu dönemde toplam 36 sayı yayın-landı.

Avrupa ülkelerinde Türkçe yazın bu dönemde bü-yük gelişme gösterdi. Yazın’ın yanı sıra Duisburg’da Dergi adında Türkçe-Almanca bir kültür dergisi, Frankfurt’ta iki sayı yayınlanabilen Demet, Berlin’de şiir dergisi Parantez, Paris’te tiyatro ağırlıklı Sanat 88 adlı dergiler bulunuyordu.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra çok sayıda aydın ve sanatçı ülkeyi terk ederek Avrupa ülkelerine gelmek zo-runda kaldı. İlk yıllar politik iltica başvurusunun

sonuç-derginin kapatılmasına yol açabilirdi.

Yazın, bu dönemde, 12 Eylül’ün politik göçmenleri-nin düşüncelerini ifade edebilecekleri önemli bir platform oldu.

Ek olarak, bu dönemde, başlangıçta ‘göçmen yazı-nı’ olarak da isimlendirilen Avrupa’da Türkçe edebiyat da canlılık kazandı. Almanya’da Türkiye’den göçün tarihi di-ğer Avrupa ülkelerine göre daha eskiydi. Bu ülkede ikinci kuşak -küçük yaşta Almanya’ya gelmiş olanlar- çalışma yaşamına girmişlerdi. Onlar ve az sayıda birinci kuşak üye-si yazmaya başlamıştı. 12 Eylül sonrası dönemde yıllarını hapishanelerde geçirmek zorunda kalanların ilk ürünleri gibi, onlar da öncelikle yaşadıklarını anlatıyorlardı: Yaşa-nılan ülkeye uyumsuzluk, yabancı düşmanlığı, Almanlarla ilişkilerin sorunları gibi... Bu alanda yapıt verenlerin büyük bölümü edebiyatta kalıcı olmadılar. Bu nedenle ikinci bö-lümde, sadece Özgen Ergin’in bir öyküsüne yer verebilece-ğiz.

Bu dönemde iki sanatçı aramızdan ayrıldı: Yayın ya-şamının başlangıcından beri dergiyi destekleyen Fethi Sa-vaşçı 1989’da, sürgünde yaşamak zorunda kalmış Sümeyra Çakır 1990 yılında aramızdan ayrıldı. Yazın, Savaşçı ve Ça-kır’a 37. ve 41. sayılarında geniş yer verdi.

Bu dönemde dergi ile birlikte verilen ama ancak dört sayı yayınlayabildiğimiz Çene Mizah Eki’nden de söz et-mek gerek. Dört sayfa olan bu ekte mizah öyküleri ve deği-şik karikatürler yer alıyordu. Mustafa Küçük’ün hazırladığı Çene’nin ilk sayısı Eylül 1985’te yayınlandı.

Dergi, bu dönemdeki yazıların toplanması, dizgi, gra-fik düzeni, baskı ve dağıtım yapılan bölgelere ulaştırılması işleri iki kişi (Gökhan ve ben) tarafından yerine getirildi.

Almanya’nın yanı sıra Fransa ve İsviçre’nin değişik kentle-rinde bulunan arkadaşlar da derginin dağıtılmasına, yayın

ücretlerinin toplanmasına önemli katkıda bulundular.

Dergi, bu dönemde bilgisayar tekniğine geçti ve son-raki yıllarda kullanılan bilgisayarın markası değişse de bu teknikte kaldı.

Bu bölümde derginin değişik yıllarında yayınlanan yazılardan seçilenleri bulacaksınız. Bu dönemle ilgili ola-rak daha fazla yazı yayınlanmasını isterdim, ama kitabın belirli bir hacmi aşmaması gerektiğinden hareketle iste-diklerimin içinden yeni bir seçme yapmak zorunda kaldım.

TÜRKİYE DEMOKRATİK

Belgede Yazından Seçmeler - I (sayfa 21-34)