• Sonuç bulunamadı

1.2. HABER KAVRAMI

1.2.1. Habere Farklı Kuramsal Yaklaşımlar

1.2.1.2. Eleştirel Yaklaşım Açısından Haber

1970’li yıllarda, Avrupa’da gelişen eleştirel yaklaşımların temel kaygısı haber üretiminde ideolojik ve yapısal yanlılık olmuştur. Marksizm, psikanaliz, dilbilim, yapısalcılık, göstergebilim gibi farklı yaklaşımlardan beslenen eleştirel yaklaşımlara göre, “haber gerçeğin aktarımı değil yeniden üretimidir” (Selçuk ve Şeker, 2012: 3). Nitekim bu görüşün temelinde Marx ve Engels’in (1992: 70), yaptıkları tanımlamanın yer aldığı söylenebilir:

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir

deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş

durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”

Eleştirel yaklaşımların çoğunun hareket noktası insandır. İdeoloji ve düşünceler üzerinde dururken de Marx’ın görüşünü benimseyenler düşünceyi, aklı ve ideolojiyi insan dışında insandan bağımsız “yapan özneler” olarak ele almak yerine insanın kendini ve toplumunu üretim tarzı ve ilişkileri içinde üretmesi olarak ele alırlar (Erdoğan, 2007: 155). Eleştirel iletişim kuramcıları kitle iletişim araçlarının gerçeği yeniden üreterek sunduklarını ve yönetici sınıfın fikirlerini yayma işleviyle hareket ettiklerini iddia ederler. Marks ve Engels’in deyimiyle maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarına da sahiptir (Bayraktaroğlu, 2004: 95). Buradan hareketle Althusser, medyayı devletin ideolojik aygıtlarından en önemlisi olarak tanımlar. Bu doğrultuda özneler metinleri değil metinler özneleri oluşturur. Böylelikle zihin yönlendiren medya, güç sahiplerinin ideolojik silahıdır.

Eleştirel yaklaşımlar çoğunlukla “ekonomi-politik yaklaşım”, “yapısalcı çalışmalar” ve “kültürel çalışmalar” olmak üzere üç kısımda incelenmektedir. Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’nin yaptığı araştırmalar, ekonomi politik yaklaşımcıların araştırmaları haberlerin mevcut statükoyu koruyacak ve sağlamlaştıracak şekilde seçildiğini ve yapılandırıldığını, haberin söylemi içinde egemen söylemlerin doğallaştırılıp yeniden kurulduğunu ortaya koymayı amaçlar.

Ekonomi politik yaklaşım, medyanın ideolojik içeriğinden daha çok ekonomik yapısı üzerine odaklanır ve kapitalist üretim dinamiklerini sorgular. Medyanın mülkiyet yapısına odaklanmasının yanı sıra yine medyanın ekonomik tabanındaki ideolojik bağımlılığına dikkati çeken ekonomi-politik yaklaşım, ekonomik güçlerin etkisini sorgular (Yüksel, 2004: 242). Ekonomi politikçiler medyanın güç sahipleriyle organik bir bağ içinde olduğunu ve egemenler tarafından doğrudan kontrol edildiğini savundukları için haber metinleri yerine haber kuruluşlarının yapısını incelemeyi seçmişlerdir. Bu bağlamda servet ve iktidar eşitsizliğinin haberlerin seçimindeki etkisi temel problemleridir (Selçuk ve Şeker, 2012: 4).

Ekonomi politik yaklaşımı benimseyen Edward S. Herman ve Noam Chomsky (1999)’e göre medya, iktidar ve seçkinlerin ihtiyaçlarını karşılayan bir propaganda aracı

olarak işlev görmektedir. Gerçekliğin saptırılarak sunulması ve bazı gerçeklerin üzeri örtülürken bazılarının öne çıkartılması, iktidar seçkinlerinin gündeminin toplumun gündemi haline getirilmesi ve seçkinlerin politika hedefleri doğrultusunda toplumun siyasi kampanyalarla yönlendirilmesi söz konusu seçkinlerin ihtiyaçları arasındadır. Kuramcıların geliştirdikleri bu propaganda modelinde, gücün/iktidarın ne gibi yollarla haberleri eleyip basılmaya uygun olanları seçtiği, muhalif düşüncelerin nasıl küçük sütunlara itilerek önemsizleştirildiği; egemen güce ve iktidara ise halka, mesajlarını nasıl kolayca iletme olanağı sağlandığı ortaya koyulmaktadır (Aktaran; Mora, 2008: 3). Yani haber üretiminin doğası siyasal ekonomi içine girer ve kitle iletişimi güç sahiplerinin çıkarlarına yönelik bilinci harekete geçirir (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 294-295).

1950’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan Kültürel Çalışmalar ekolünde en bilinen isimler Raymond Williams, Stuart Hall ve Richard Hoggart’tır. Ekolün önde gelen isimleri, medya çalışmalarında kullandıkları etkin izleyici/dinleyici/okuyucu fikriyle alt sınıfların kültürüne eğilmişlerdir. Williams ve Hall gibi isimler kültürü incelerken, ideoloji kavramını ve ideolojinin toplumsal iletişimin oluşumundaki etkisini kabul etmişlerdir (Alver, 2009: 28). Williams The Long Revolution (1961) ve Thompson The

Making of the English Working Class (1964) çalışmalarında kültürün manipüle edici

olduğu ve halkın pasifliğini savunan yaklaşıma karşı çıkmışlardır. Çağdaş Kültürel İncelemeler Merkezi’nin 1970’lerde ilgisi Stuart Hall’ün önderliğinde medya metinlerine doğru kaymıştır. Bu doğrultuda toplumdaki egemen grupların fikirleri ekseninde gelişen ideolojinin haber metinlerine nasıl işlendiği inlenmeye başlamıştır (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 349- 351).

Medya ve kültürü tartışırken Gramsci’nin hegemonya kavramından hareket eden Hall, medyayı rızanın üretim sürecinin bir parçası olarak değerlendirir. Medyanın günümüzün kapitalist toplumlarındaki ideolojik işlevlerine odaklanan Hall (1994: 200), modern kitle iletişim araçlarının kültürün üretimi ve dağıtımının temel araçları haline gelmesini ele alır. Hall ideolojiyi, Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları metaforu üzerinden tartışır (2005: 368-369) ve kitle iletişim araçlarını kapitalizmin ideolojik kurumu olarak kabul eder. Bu anlamda medya metinleri, maddi tahakkümden çok kültürel liderlik peşinde koşan toplumsal ajanların çatışmalarını yansıtmaktadır. Ekonomik indirgemeciliğe

karşı olarak güçlenen kültürel çalışmalar, medyayı toplumsal rızanın kazanıldığı veya kaybedildiği bir mücadele alanı olarak tanımlar (Yüksel, 2004: 242).

Kültürel çalışmalar geleneğinde gazetecilik araştırmaları, gazetecilik-iktidar ilişkisi üzerine odaklanmaktadır. Hegemonya yapılarının kurulması ve devamının sağlandığı süreçte gazetecinin rolü önem kazanmaktadır. Böylelikle kültür, medya ve iktidar üçgeninde egemen söylem ve okuyucu/izleyici/dinleyici arasında konumlandırılan sorular ortaya koymaktadır. Kültürel çalışmalar geleneğine göre bireyin toplumsal kimliği medya ürünleri tarafından biçimlendirilmektedir (Alver, 2007: 131,137).

Yapısalcı çalışmalar medyayı ideolojik bir güç olarak kabul ederken, ekonomi- politik yaklaşımlar ekonomik temele yaptıkları vurguyla kapitalist üretim dinamiklerini sorunsallaştırmaktadır. Öte yandan, ekonomik indirgemeciliğe karşı üst yapının belirleyiciliğini savunan kültürel çalışmalar ise medyayı toplumsal rızanın kazanıldığı veya kaybedildiği bir mücadele alanı olarak tanımlamaktadırlar (Dursun, 2001: 20).

Eleştirel yaklaşımlarda ideoloji en önemli sorun olarak ele alındığından, kitle iletişim araçlarının ideolojiyi oluşturmak ve yaymak için yaptığı çalışmalar ve bu içeriğin çıktısı olan haber önemli bir inceleme konusu olmuştur (Selçuk ve Şeker, 2012: 3). Medyanın ideolojik bir güç olduğunu kabulünden hareket eden eleştirel yaklaşımlar, egemen ideolojiyi yaymadaki en önemli aracın yine medya olduğunu savunur. Bu anlamda haberin nesnel olamayacağı görüşünü savunan eleştirel kuramcılara göre, medyada yayımlanmak amacıyla seçilen bir haberin türü, dili, üslubu, hiçbir rastlantıya yer vermeyecek şekilde medya profesyonellerince titizlikle belirlenmektedir. Yani haber içeriğindeki her kavram, gazetecilerin isteyerek ya da istemeyerek maruz kaldığı ideolojik zeminlere dayanmaktadır (Toruk, 2008: 183-184).

Eleştirel kuramlarda medyanın kapitalist bir toplumda iş görmesinden dolayı belirli bir sınıfın çıkarlarını yansıtması nedeniyle “nesnel ve tarafsız haberciliğin de olamayacağı” vurgulanmıştır. Dolayısıyla bu görüşü savunanlar habercinin yaptığı işin, medya patronlarının çıkarlarını sürdürecek ölçüde mevcut gerçekliği “çarpıtmak” olduğunu öne sürmüşlerdir. Eleştirel kuramlar bugün de üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde, haberin toplumsal üretimdeki rolünü medya sahiplerinin sınıfsal

çıkarlarıyla bağlantılı olarak değerlendirmeye devam etmektedir. Toplumsal bilginin üretiminde medyanın ağırlığını, sınıf olgusunu merkeze alarak gözden geçirmek, hâlâ son derece anlamlıdır (Dursun 2005: 70).

Christopher Meyers, kamunun bilme hakkının hemen hemen tüm gazetecilik faaliyetlerini hem meşrulaştırmakta hem de motive ettiğini belirtir. Bu hak gazetecilere, aksi takdirde doğru olmayan bir davranış olarak nitelendirilebilecek birçok davranış için geçerli ahlaki gerekçeler sağlanmaktadır. Meyers, bu tür faaliyetleri özel yaşama müdahale etmek, yanıltıcı türden araştırma yöntemlerine başvurmak ve haber kaynağını bir meta gibi görmek şeklinde sıralamaktadır. Meyers, bu tür davranışların, böylesi bir meşrulaştırma olmadığı sürece toplum tarafından etik olmayan davranışlar olarak değerlendirilmesinin söz konusu olacağını işaret etmektedir (Çaplı, 2002: 64).

Eleştirel yaklaşıma göre, medya profesyonelleri bağımsız olmadıkları için tarafsız habercilik de yoktur. Büyük sermayenin egemenliğindeki gazeteler, hakim düzenin yani kapitalizmin söylem ve değerlerinin, tüketim kalıplarının, rıza gösterme gibi alışkanlıkların yeniden üretimi işlevlerini yerine getirirler. Yine de gazeteler belli koşullarda kamu yararı doğrultusunda hareket edebilirler. Bunun için basının “üçüncü göz” gibi, habere konu olan olayın bütün taraflarına eşit mesafede durması haber metinlerinde taraflara dengeli yer ayrılması gerektiği belirtilir (Cangöz, 2002: 28).

Eleştirel yaklaşıma göre gerçeklik insanın dışında nesnel bir varoluşa sahiptir. Kapitalist üretim ilişkilerinde gerçekliğin olduğu gibi kavranması engellenir; çünkü toplumsal gerçeklik alanının hakiki bilgisi emek-sermaye çelişkisinde belirlenir. Eğer sınıflar arası sömürü sistemini destekleyen bu bilgi net bir şekilde görünür kılınırsa, sınıf sömürüsüne son verecek devrimci toplumsal dönüşüm olanağı doğabilecektir. Dolayısıyla ancak olgu ve olayların arkasında gizli neden-sonuç ilişkilerini ortaya koymakla toplumsal gerçeklik görünür kılınabilir. İncelenen haber bu doğrultuda değerlendirilirse, toplumsal gerçeklik alanının ataerkil kapitalist ideolojinin doğrudan müdahalesine uğradığı söylenilebilir (Erdoğan, 2015: 3).

Nesnel haberin olamayacağını belirten bazı çalışmalarda haberin bir söylemi olduğuna ve bu söylem içinde egemen ideolojinin yeniden üretildiğine dikkat çekilmektedir. Bu bakış açısına göre haberin toplumsal, ekonomik ve siyasal

bağlamlarından koparılarak oluşturulması, onun kurulmasında belirleyici olan ideolojik tercihler bağlamında bir anlamlandırma pratiği olmasını da zorunlu kılmaktadır. Haber üretimi, olayların taraflı ya da tarafsız doğrudan bir sunumu değil, söylem sürecinin bir formudur (Özer, 2006: 44).

Bu yaklaşım bağlamında haber yaşamın içinden gelir. Eleştirel yaklaşım perspektifinden bakıldığında yaşamın içinden gelen ve yaşamın bir parçası olan haber, iddia edildiği gibi yansız ve nesnel değildir. Dolayısıyla bu yaklaşım, farklı kaynaklar aracılığıyla dinleyiciye, izleyiciye veya okuyucuya iletilen haberin; kontrolü elinde tutanların isteklerine göre seçilmiş, biçimlenmiş ve de istenilen yoğunluğa getirilerek üretilen ve yayılan bir olgu olduğunu savunur (Bayraktaroğlu, 2004: 107-108).

Eleştirel yaklaşımlar içindeki bir başka değerlendirmeye göre ise haberin ve habercinin gerçeği yansıtması mümkün değildir. Ancak bu durum medyanın kapitalist bir toplumsal yapıdaki sınıfsal sömürüyü gizleme ve sürdürmeye aracılık etme işleviyle ilgili olduğu kadar, yaşadığımız gerçeğin yaşandığı haliyle yansıtılabilmesinin güç olduğuyla yani bir bakıma “gerçeğin” doğasına ilişkin sorunlarla ilişkilidir (Dursun, 2005: 71).

Bir konunun veya olayın haber olarak olabilmesi, medyanın çıkarları ve değer yargıları tarafından belirlenmektedir. Bir olayın veya sorunun anlamlı ve önemli olup olmadığı; yani haber değerinin olup olmadığı ise toplumun siyasal kültürüne, siyasal kültürün biçimlendirdiği medyaya ve gazetecilere bağlıdır. Gazeteciler, neyin haber değeri olduğu konusunda seçim yaparlarken kendi etik değerlerini ve yargılarını kullanmaktadırlar (Çaplı, 2002: 82). Eleştirel anlayışı kabul eden akademisyenlere göre ise iletişim araçları seçkinlerin elindedir ve bu azınlık, toplumun çoğunluğunu kontrol altında tutmaya çalışır. Bu nedenle haberin objektif ve tarafsız olduğu iddiasını kabul etmezler (Soygüder, 2003: 47-48).

Haber ve habercilik konusunda eleştirel olan çalışmaların üzerinde durduğu bir nokta ise haberin toplumsal gerçekliği inşa ettiğine ilişkindir. Yapılanmış bir sürecin ürünü olan haberin üretim süreci haberin nesnel ve tarafsız olabileceği yanılsaması üzerine kurulmuştur. Haber üretim sürecinde haber değerine bağlı olarak üretilen haber, anlatılan olay dışında ve ona karşı da kurulabilir. Bu açıdan bakıldığında “habercilik de inşa edici/kurucu bir pratiktir, bir iştir” (Özer, 2006: 44).

Her ne kadar haberlerde doğruluktan, nesnellikten ve yansızlıktan uzaklaşıldığı medya profesyonellerince kabul edilse dahi bunların beşeri hatalardan kaynaklandığı, prensipler bağlamında hata olmadığı yolunda çeşitli garantiler verilmektedir (Bayraktaroğlu, 2004: 108). Bugün de eleştirelliğin önemli bir kısmı, varolan üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde, haberin toplumsal üretimdeki rolünü medya sahiplerinin sınıfsal çıkarlarıyla bağlantılı olarak değerlendirmeye devam etmektedir (Dursun, 2005: 70). Haberin izleyiciler tarafından farklı şekillerde okunup algılanması sonucunda ise kimilerine taraflı gelen haber kimileri için son derece yansız olabilmektedir (Çaplı, 2002: 90). Bu durum haberin bir takım ideolojik kaygılar sonucunda “biz”den olanlara göre yeniden yapılandırıldığının göstergesi olarak örneklendirilebilir. Bir başka deyişle bir haber belli bir grubun çıkarlarını savunurken, bir diğer grubun aleyhinde olabilmektedir.

Medyada yer alan haberlere bakıldığında ise haber metinlerinin büyük kısmının yorum ve değerlendirmelerden oluştuğu görülmektedir. Diğer taraftan herkesin benimsediği evrensel etik ilkeler geliştirmek, haberciliği ortak demokratik değerler doğrultusunda harekete geçirmek bir siyasal mücadele gerektirir (İnal, 2009b: 27). Özetlenecek olursa eleştirel yaklaşım, liberal çoğulcu yaklaşımın medyaya yüklediği işlevi reddetmektedir. Bu reddedişin gerekçesini ise haber metinlerinin; egemen söylemin yeniden üretildiği ve ideolojik pratiklerin yer aldığı bir söylem pratiği olduğu kabulüyle açıklamaktadır.

1.3. 1980 SONRASI NEOLİBERAL POLİTİKALAR VE DEĞİŞEN HABER OLGUSU

Günümüzün en önemli kavramlarından biri hiç şüphesiz küreselleşmedir. Küreselleşme, modernleşen dünyada tüm kapıları açan büyülü bir anahtar gibi, iktisadi, toplumsal ve teknolojik ilişkilerin belirleyiciliğini yapan kavramlardan biri olmuştur. Bilginin ön plana çıktığı günümüzde küreselleşme sayesinde sermaye ve sıcak para daha akışkan bir hale gelmiş, uzaklar yakınlaşmıştır. Bu denli önemli kavram haline gelen küreselleşmeyle birlikte medya ve haber kavramları da yeniden tanımlanmaya başlamıştır.

Küreselleşme, dünyanın yaşadığı Tarım ve Endüstri Devrimleri’nden sonra ortaya çıkan üçüncü büyük devrim olan İletişim ve Bilişim Devrimi’nin görüntülerinden biridir. Verilen bu açıklamayla ilişkili olarak küreselleşmenin kültürel, siyasi ve

ekonomik açıdan değerlendirildiği çok sayıda örnek bulunmaktadır (Sönmez, 2006: 179). Ekonomik anlamda küreselleşme, kapitalist pazarın dünya üzerindeki yaygınlığını yüceltirken; siyasal anlamda ise kendine dönük ulus devletlerin ve korumacı politikaların son bulduğuna işaret eder (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 441).

Foster ise küreselleşmeyi ulus-devlet egemenliğinin sonu olarak görmektedir (Aktaran: B. Çoban, 2008: 25). Eskiden üçüncü dünya olarak anılan ülkeler topluluğunda ulus-devletin vaat ettiği modernleşmeyi sağlamadaki başarısızlığı ve ulus- devletlerin tabi oldukları bütün uluslararası akışların yadsınamaz biçimde hızlanmış olması küreselleşmenin modernleşmenin yerini almasına neden olmuştur. (Keyder, 2000: 223). Küreselleşme olgusu siyasi açıdan incelendiğinde ise bilgi ve sermayenin uluslararası hareketliliğinin hızlı ve yoğun olduğu bir ortamda, ülkelerin “küresel” alanda rekabet düzeylerini artırma çabası içine girdikleri görülmektedir. Böylelikle ulus devletler, bazı birlikteliklerde kendilerine ait olan egemenliklerinin bir kısmını üst bir otoriteye devretmiş ve ekonomik-siyasi çıkar oluşturma amaçlı bölgesel birlikler kurmuşlardır. AB ise bu uluslararası bütünleşmelerin en tipik örneklerinden birini oluşturmaktadır (Sönmez, 2006: 179).

Genç devletler bir taraftan siyasal bağımsızlıklarını kazanırken, diğer yandan da ekonomik olarak başka ülkelere bağımlı hale gelmektedirler. Dünyada artık birçok faaliyet işletme ölçeğini küreselleşme denilen sürece uygun olarak bütün dünyayı kapsayacak şekilde genişletmektedir. Ekonomik küreselleşme, ülkelerin kendi içlerinde veya diğer ülkelerle birlikler halinde sağlamaya çalıştıkları kültürel veya siyasal entegrasyonu geride bırakmaya başlamıştır (Türkmentekin ve Özgüç, 2006: 30). Fakat küreselleşmeyi yalnızca ekonomik bir temelden görmek anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Çünkü küreselleşmenin sadece ekonomik bir süreç olmadığı aynı zamanda sosyal, kültürel ve politik yönlerinin de önem taşıdığı görülmektedir.

Küreselleşme yarattığı etkilere bakılarak; karmaşık, çelişkili, belirsizliklerle dolu ve çok boyutlu bir olgu olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla açıklanması ve tanımlaması pek de kolay olmayan bir konudur. Ancak, küreselleşmeyi iki özelliğinden hareketle bir parça da olsa somutlaştırmak mümkün olabilir. Bunlardan birincisi küreselleşmenin etkileri dünya çapında hissedilen hızlı bir değişim süreci oluşu, diğeri ise ekonomik, kültürel ve siyasi olmak üzere üç temel boyutta cereyan etmesidir. Vurgulanan bu iki

noktadan hareketle; küreselleşmeyi bahsedilen üç temel boyut başta olmak üzere milli sınırların eskisi kadar etkili olamadığı, ilişki ve bağımlılıkların arttığı ve kurumların değiştiği bir süreç olarak ifade etmek mümkündür (Şahin, 2010: 29).

Neoliberalizmin kamu sektörünü radikal bir biçimde dönüştürmesini takiben, özellikle yayıncılık alanı olmak üzere pek çok alanda kamu hizmeti ve kamu yararı anlayışı da terk edilmiştir. Medya sermayesi, tekelleşme ve uluslararasılaşma yönünde bir eğilim göstermiş ve bunun sonucunda medyanın alternatif seslere izin verme olasılığı zayıflamıştır. Söz konusu büyük sermayenin oyun alanının genişlemesi sürecinde medyadaki çalışma ilişkilerinin yapısı da değişmiş ve sendikasızlaştırma politikaları egemen olmuştur. Bu süreçte, medya yöneticilerinden oluşan yeni bir sınıf yaratılmıştır. Sembolik seçkinler denilen bu yeni sınıf, medyanın ideolojik işlevlerine yeni bir boyut getirmiştir. Bütün bunlar ise toplumsal eşitlik ve özgürlük gibi temel değerler üzerinde aşındırıcı bir etki yapmıştır (Şen ve Avşar, 2012: 43).

Dünyadaki neo-liberal politikalara dayanan bir yeniden yapılanma sürecine paralel olarak işleyen bu süreçte ise toplumsal adalet ve düşünce özgürlüğü yerine her ne pahasına olursa olsun asayişi sağlamaya yönelen otoriter bir iktidar tercih edilmiştir. Diğer taraftan 1980 sonrasında neo-liberal uyum süreci ve küreselleşme, dünyada devletlerin rolünün yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. Bu bağlamda devletin işlevi “toplum, siyaset, ekonomi, güvenlik, insan hakları, laiklik, kimlik” gibi alanlarda yeniden belirlenerek, neo-liberal politikaların uygulanabilirliği açısından devletin söz konusu alanlardaki rolünün azaltılmıştır (Aygün, 2011: 262). Bu sürecin yayıncılık alanındaki en belirgin özelliği ise medya dışı sermayenin sektöre hızlı bir giriş yapması ve yayıncılık faaliyetinin ticarileşmesi olmuştur.

Yeni sağ düşünce ile Neo-liberal politikalara dayalı yeni dünya düzeninin en önemli iki öğesinden ilki küreselleşen para piyasaları; ikincisi de küreselleşen medya olmuştur. Yeni sağın hegemonya süreci, yeni dünya düzeni içinde temel politika yöntemleri olan özelleştirmeler, deregülasyon ve artan tekelleşme, medya alanında da en ileri seviyede uygulama bulmuştur. Dünya iletişim ortamının neredeyse bütün görüntüsü değişmiştir. Özelleştirmeler ve deregülasyon politikaları sonucunda, radyo televizyon alanında kamusal tekeller kaldırılmış ve kamu hizmeti yayıncılığı büyük darbe almıştır. Bu gelişmeye koşut olarak da sayıları yirmiyi geçmeyen, çoğu ABD ya

da AB çıkışlı dev medya kuruluşu tüm dünyada hâkimiyet kurmuş ve “küresel medya”nın temelleri atılmıştır (Çalışır, 2009: 63).

1980’lerden sonra mülkiyet yapısındaki değişim özellikle medyanın böyle bir dönüşüm yaşamasında etkili olmuştur. 1980’lere kadar gazeteci ailelerin kontrolünde faaliyetlerini sürdüren basın sektörü, 1980’ler ve özellikle 1990’lı yıllardan itibaren holdinglerin medyaya girişiyle yeni bir nitelik kazanmıştır. Medyadaki her etkili grup kendine ait gazete, radyo, televizyon, banka ve diğer sınaî-ticari kuruluşlarıyla holding yapısına kavuşmuştur. Dahası 1980'lerdetek bir devlet bu şirketlerin tüm faaliyetinin yalnızca bir bölümü üzerinde söz sahibi olabiliyordu. Bunun yanı sıra, boyutları açısından devletlerin çoğu birçok ulusötesi şirket yanında zaten cüce kalmaktaydı (Lafeber, 2001: 44).

Öte yandan hızlı bir tekelleşme sürecine giren medya, ekonomik ve ideolojik çıkarlarına hizmet eden söylemleri meşrulaştırmaktadır. Bu anlamda gündelik hayata yansıyan “tek tip” prototipi, haber üretim aşamalarına da yansımıştır. Neoliberal politikalar ekseninde değişen haber olgusu bireyleri alternatif medya arayışına sürüklemiştir.