• Sonuç bulunamadı

Buraya kadar ortaya çıkan genel tablo, dindarlığın dinin tanımlanmasına bağlı olarak değişen ve bundan dolayı da karmaşıklaşan bir kavram olduğu, insanın sosyal

ilişkilerinden hareketle değişik formlarının oluştuğu ve toplamda bir yaşam biçimini temsil ettiği şeklindedir. Fakat başlığın “dindarlığı etkileyen faktörler” değil de “etkileşim içindeki faktörler” olmasının en büyük gerekçesi, bir “süreç” olarak zikredilen ve “eşya ile ilişkinin” üzerinde belirleyici olduğu dindarlığın, tüm bu unsurlarla aslında karşılıklı etkileşim içerisinde olmasıdır. Böylelikle dindarlık hem faktörler tarafından etkilenen, hem de dillendirilecek faktörleri/unsurları etkileyen bir konuma sahiptir.

Etkileşimleri tartışılacak unsurların başında arkadaşlık, çevre, aile ve cinsiyet gelmektedir. Çalışma konusunu doğrudan ilgilendiren bu kavramların dindarlıkla etkileşim düzeyleri ilerleyen bölümlerdeki tartışmalara ışık tutacaktır. Özellikle aile; dindarlığın neşv-ü nema bulduğu, ilk filizlendiği ortam olması açısından diğerlerinden ayrılmaktadır. Ev, belli başlı değerlerin öğrenildiği, yaşandığı, hayata geçirildiği ve hayatın ana yatağı olarak kabul edildiği ilk sahadır (Alver, 2010: 66). Destek ve dayanak olmak kökünden türetilen Arapça bir kelime olan aile kavramının etimolojisine uzanıldığında da birbirini ayakta tutmak için çatılmış bir “çatı” anlamına ulaşılır (İslamoğlu, 2009: 4). Evin tekabül ettiği anlam ve ailenin etimolojik açıklamasından hareketle bile ev ve aile ortamının birey ve toplum için hangi anlamlara karşılık geldiğini, ne tür startejik bir konumda olduğunu, sosyal ilişkilerin hangi pozisyonunda yer aldığını çözümlemek mümkündür.

Dindarlığın doğuştan gelmeyip sosyal öğrenme ile gerçekleştiğine dair güçlü bir fikir; (Hökelekli, 2004: 259) bizi sosyal öğrenmenin ilk oluştuğu mekâna, aileye götürmektedir. Çünkü aile; yaşam boyu öğrenme faaliyetlerinin bir cüzü olan sosyal öğrenmenin başladığı ilk ortam olmakla birlikte, toplumsal değerlerin ilk aktarıldığı yerdir (Aydın; 2000: 39). Nitekim İstanbul Kültür Üniversite’sinin (İKÜ) Konda Araştırma Şirketi’ne yaptırdığı ve 2366 kişiyle görüşülerek gerçekleştirilen “Türkiye Gençliği Araştırması”nda (2011) katılımcıların % 67 si; ‘hayata hazırlanırken en çok şeyi anne ve babadan öğrendiğini’ ifade etmişlerdir. Aile içi eğitim, sosyal bilimci- lerin farklı mecralardan hareketle ilgilendikleri ve toplumun bütününü sosyal, ekonomik ve siyasi açılardan olumlu/olumsuz etkileme potansiyeline sahip bir alandır. Birçok toplumsal problemin kaynağı ve çözümü gelip aile içine dayanmaktadır. Aile içi iletişim, aile içi şiddet, ailede dini hayat, ailenin ekonomik

durumu, ailenin sosyalleşmesi, ailenin siyasete katkıları gibi çok farklı başlıklar, ülke ölçeğinde ele alınan tartışmaların temel yapıtaşı hükmündedir.

Günay dini grupları tasnif ederken aileyi tabii dini grupların içinde zikretmiştir. (Günay, 1998: 239) Buna gerekçe olarak da dini bağların kan bağına göre daha güçlü bir uyum gösterdiğini, dini yaşayış bakımından, bayram, sünnet, kurban, nikâh, evlenme ve doğum gibi olayların dini ritüellerle bezenmesine mekânsal olarak katkı sağlamasını göstermiştir. Sekülerizasyon sürecinde ailenin dini kutsallık işlevini yitirmeye başladığını da ekleyen Günay; buna rağmen hala ailenin modern dönemde de dini yaşayışın en temel ünitesi işlevini sürdürdüğünü savunmaktadır. Bu, son derece kayda değer bir tespittir. Dindarlığın çeşitlerini tartışırken ulaşılan sonuçların bu tespitle birlikte yapılan bir analizi; tüm bu dindarlık algısının ailenin diğer bireylerini de etkisi altına alma potansiyelinin olduğunu gösterir. Çocuğunun sosyal hayatındaki tavır ve davranışlarının, akraba, arkadaş ve diğer insan ilişkilerinin aile tarafından değerlendirilmesinde dindarlık algısının doğal bir etkisi olacaktır. Özellikle yukarda Kohlberg ve Piaget’in ahlaki gelişim dönemlerini açıklarken gelenek öncesi, geleneksel düzeyler ve dışa bağlı dönemlerde yetişkinlerin ve daha çok aile büyüklerinin ahlaki yargıları çocuklar tarafından tartışmasız kabul ettikleri hatırlandığında bu etkinin karşılığı daha rahat anlaşılacaktır.

Türkiye’de Aile Değerleri Araştırması’nda (2010) yer alan ‘aile dini ve manevi değerlere bağlı olmalıdır’ düşüncesine, araştırmaya katılan altı bin kişinin % 87’sinin katılıyor olması, toplumun aile algısı hakkında oldukça net bir bilgi vermektedir. Buna ilave olarak % 98’lik bir oranla katılımcıların nerdeyse tamamı, ‘aile olgusunun hayatlarında son derece önemli bir konuma sahip olduğunu’ belirtmişlerdir.

Dini değerlerin aile tarafından sosyal öğrenmeyle aktarılmasının ilk ve en önemli tezahürü ibadetlerdir. Çocuğun önünde kılınan namaz, ramazan ayında sahur ve iftarlardaki birliktelik, kurban kesme sürecine iştirak, bayramlarda çocuğu sevindirmeye yönelik alış-veriş vs. uygulamaların tümü çocuğun aşinalığını artıracak ve öğrenmesini hızlandıracaktır. Literatürde bu iddiayı destekleyen araştırmalara ulaşmak mümkündür. Sağlam tarafından gerçekleştirilmiş anne – baba dindarlığının çocuklar üzerindeki etkileri araştırmasında dindarlık kriteri olarak anne – babanın

namaz kılıyor olması ve oruç tutuyor olması baz alınmıştır (Sağlam; 2004: 164). Anket ve mülakat yöntemleriyle gerçekleştirilen ve 421 deneğin yer aldığı araştırmada; öncelikle çocuklara namaz ve oruç ibadetini yerine getirme durumları sorulmuştur. Daha sonra bu ibadetlerini düzenli gerçekleştirmelerinde anne – babalarının etkisi sorgulanmıştır. Sonuçta anneleri düzenli ibadet yapanların % 64,3’ü ve ara sıra ibadet yapanların % 33,3’ü ile babaları düzenli ibadet yapanların % 33,3’ü ve ara sıra ibadet yapanların % 52,4’ünün beş vakit namazını sürekli kıldığı ve ramazan orucunu düzenli tuttuğu sonucuna ulaşılmıştır. Ailenin ibadetlere başlama sürecindeki etkisinin de sorgulandığı araştırmada ilk defa namaz kılmada aileden birinin (anne, baba, dede, nine) etkisi olduğunu söyleyenlerin oranı % 77,8 şeklinde gerçekleşmiştir.

Konu ile ilgili bir diğer araştırma, Diyarbakır ölçeğinde 1284 deneğin katılımıyla Atalay tarafından gerçekleştirilmiştir (Atalay; 2004: 190). Glock tarafından öne sürülen dindarlığın boyutlarından hareketle Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) İlahiyat Fakültesi’nin hazırladığı Dini Hayat Ölçeği’nin kullanıldığı araştırmada ilköğretim ve lise öğrencilerinin beş boyuta göre dindarlık düzeyleri ailelerinin dindarlık düzeyine göre saptanmıştır. Elde edilen verilerin analizine göre ilköğretim öğrencilerinde ailenin dindarlığının öğrencilerin dindarlığında, özellikle de duygu ve davranış boyutunda belirleyici olduğu gözlenmiştir. Veriler doğrultusunda aile içinde gerçekleşen dini yaşantının çocuğa dini duygu ve tecrübe kazanma ortamı sağladığı ve dini duygu ve davranışın belirlenmesinde aile faktörünün son derece önemli olduğu sonucu ifade edilmiştir. Lise öğrencilerinde ise, ailenin dindarlık düzeyi öğrencinin dini yönelimlerinin özellikle duygu ve davranış boyutunda çok belirleyici olduğu saptanmıştır. Hatta bu belirleyicilik, akran etkisinden çok daha fazla gerçekleşmektedir. Lisedeki öğrencilerin din ile ilişkileri nispeten ilköğretim öğrencilerine göre daha karmaşık ve sorgulamaya daha açık olması etkinin boyutlarını yükseltmektedir. İnanç ve bilgi boyutunda ise bu belirleyicilik duygu ve davranış boyutuna göre daha azdır.

Bu iki araştırmanın sonucu da çok açık biçimde göstermektedir ki, ebeveyn dindarlığı çocuğun dindarlık algısı üzerinde son derece belirleyicidir. Daha önce bahsedilen sosyal öğrenme kuramını destekler nitelikte olan durum ise, duygu ve davranış boyutundaki belirleyicilik, inanç ve bilgi boyutundaki belirleyicilikten çok

daha fazla ve baskındır. Çünkü duygu ve davranışta gözlemlenebilir pratikler vardır. İnanç ve bilgi boyutu ise daha içsel yaşanmakta veya aile dışındaki kurumlara da bırakılabilmektedir.

Dindarlık algısının yerleşmesinde etkin faktörlerden olan sosyal çevre, bireyin aile çevresinde geçirdiği hayatın tümünü kapsamaktadır. Sosyal çevrenin içerisine komşuluk, iş ortamı, ortak zevklerin paylaşıldığı ortamlar, eğitim ortamları vs. girmektedir. Tüm bu çevreyi arkadaş kavramı ekseninde müşahhaslaştırmak yanlış olmayacaktır. Böylelikle çalışmanın üç temel kavramının birbirleriyle ilişkisini bu başlıklar altında tartışma fırsatı doğacaktır.

Türkiye de gençler için üç danışma grubu hala önemini korumaktadır. Bunlar aile arkadaş grubu ve referans kişilerdir (Arslantürk, 2004: 256). Arslantürk’ün arkadaş grubu için söylediğini sadece gençlerle sınırlı tutmamak gerekir. Yalnız, gençlerin gelişim dönemleri itibariyle arkadaşlarından ve arkadaşlıklardan diğer gruplara nazaran daha fazla etkilendikleri söylenebilir. Günay, dini grupların tasnifini yaparken, arkadaşlığa “cinsiyet ve yaş grupları” başlığı altında yer vermiştir (Günay, 1998: 251). Tarihsel sürece vurgu yapan Günay, ilkel kültürlerden İslamiyet’teki ilk fütüvvet gruplarına kadar arkadaş gruplarının dini grupların belirlenmesinde aktif olduğunu belirtmektedir. Günay, arkadaş gruplarını tabii dini grupların içinde sınıflarken, aynı yaştakiler arasındaki arkadaşlık ve dostluk bağlarının aynı zamanda manevi ve dini bağlara dönüşebildiğini, böylelikle oluşan grupların ortak inançlarla bağlanarak dinin ritüellerini birlikte müştereken yaşadıklarını ifade etmektedir. Aslında bu durum İslam’daki cemaatin karşılığıdır. Çünkü İslam dini, bireyselliğe değil cemaate vurgu yapmakta, yalnızlığı değil birlikteliği önermekte, tek olmayı değil ümmet olmayı övmektedir.

Ahlaki değerlerin öğrenildiği merkezlerden biri olan toplum, çoğu kez içinde yaşadığı insanları kendine göre şekillendirmektedir. Çocuklar ise içinde bulunduğu toplumun inançlarını ve ahlaki anlayışlarını yansıtırlar. Çocukların ahlaki davranışlarında ve hareketlerinde, ahlak anlayışlarında; büyüklerinin, yaşadıkları çevrenin ve kültürün etkisi büyüktür (Öztürk, 2007: 58). Bu çevrenin büyük bölümünü arkadaş ortamları oluştur-maktadır. Özellikle ergenliğe geçiş döneminde gençlerin aileye bağımlılıkları azalmakta ve arkadaşlarıyla birlikte olmayı daha cazip görmektedirler. Bu da zamanın büyük bölümünün birlikte geçirildiği arkadaşlıkların

etkileşimlerini arttırmaktadır. Dolayısıyla karakteristik ve şahsiyet şekillendirmesini – eğer ailenin müdahalesi olmazsa – toplum, dolayısıyla arkadaş ortamları gerçekleştirecektir.

Hz. Muhammed’in (sav) “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin” (Oruç, 2007:242) ve

“Salih bir kimseyle oturmak ile kötü bir kimseyle oturmak; misk taşıyan ile körük üfleyene benzer. Misk taşıyan ya sana miskten bir parça verir ya da sen ondan bir parça alırsın ya da ondan güzel kokular duyarsın. Körük üfleyen ise bu üfürme ile ya senin elbiseni yakar ya da ondan pis kokular duyarsın (Abdülbaki, 2005: 693)”

Hadis-i şerifleri ekseninde dinin arkadaşlığa baktığı nokta cemaat kavramı üzerinden anlaşılabilir. Örneğin; arkadaşıyla birlikte vakit geçiren kimse arkadaşının dinin ritüellerini yakından takip edecek, mabetlerini ziyaret etme fırsatı bulacak, gündelik hayattaki yansımalarına birinci elden şahit olma şansı yakalayacaktır. Böylelikle kendini dışında hissettiği bir dünyanın belki içine girecek, içine girmese dahi yabancı kalmayıp fikir sahibi olacak ve en azından neyin karşısında olduğunu ya da neye inanmadığını biliyor olacaktır. Ya da tüm bunların hiçbiri olamayacak, dini bir gündemi olmayan bir arkadaşlık, dini etkileşimlerden uzak bir biçimde gerçekleşerek yine kişi arkadaşının “olmayan” dini gündemi üzerine yaşayacaktır.

Dinin arkadaş seçmeye müdahalesi, dinen uygun olmayan fiillerle iştigal eden kişilerle birlikte olmamayı önermekle birlikte, söz konusu karşı cins olduğunda bu arkadaşlığı mahremiyet çerçevesinde onaylamaktadır. Çünkü din, kadın erkek arasındaki ilişkiyi düzenleyerek, ilişkinin boyutları ve sınırlarını belirtmektedir (Nisa: 19–24; İsra:32; Nur: 3; 30-33; 60 Ahzab: 35; 59; vd.). Ayetlerdeki sınırlarla, kadın ve erkeğe ahlaki sorumluluklar yüklenerek, bireysel ve toplumsal problemlerin engellenmesi amaçlanmaktadır.

Dinin bir inanç birlikteliği oluşturduğu bahsi yukarda tartışılmıştı. Bu konuya İslam’ın yaklaşımı, doğal bir birliktelik sürecinin beraberinde getirdiği arkadaşlıktan ziyade, tabir-i caizse işi sürece bırakmayıp, aynı dine inananları kardeş ilan etmesi şeklinde olmuştur (Al-i İmran: 103; Tevbe: 11; 71; Hucurat:10; Haşr: 10; Maide: 55). İslam’da kardeşliğin inanç temeline oturtulmasına bağlı olarak, inanan kişilerin aralarını ayırıp, bozacak her türlü tavır ve davranışlar haram sayılarak ırk, soy, sop,

aile ve aşiret tartışmalarına da “takva üstünlüğü” kriteri getirilerek İslam kardeş- liğinin ahenginin bozulmaması sağlanmıştır (Coşkun, 2010: 18). Tarih sahnesinde ve bugün de genelde siyasi konjonktürlerin bir parçası olan İslam kardeşliği, Müslüman halkları ilgilendiren olumlu-olumsuz politikaların bir parçasını oluşturmuştur. Din kardeşliği söylemi üzerinden ortaya koyulacak birliktelik hareketi aslında potansiyel bir güç ihtiva ederken, stratejik açıdan gerçekleştirilmesinin engellenmesi de sosyolojik bir durum olarak karşımızdadır.

Dindarlığın etkileşim içinde olduğu faktörlerden bir diğeri olan cinsiyet, kadın ve erkek arasındaki ilişkiyle sınırlandırılamaz. Din; kadına ve erkeğe, kadınlık ve erkekliklerine özgü olarak bir takım hak ve ruhsatlar vermiş ve bazı sınırlamalar getirmiştir. İslam’da cinsel hayat konusundaki çalışmalarıyla bilinen Demircan; dindarlıkla cinselliğin arasında bir irtibat olduğunu öne sürmektedir (Demircan, 2004: 352). Yukarda da zikredildiği üzere dinin, özellikle İslam’ın yapısı ve sosyal hayata yönelik düzenlemeleri baz alındığında, hem psikolojik hem de sosyolojik bir olgu olan cinsiyet ve cinsellik konusuna dair söylemleri olması, birtakım kurallar getirip cinsel alana sevap/günah/haram kriterleriyle müdahale etmesi kuşkusuz normaldir. Dindarlık da cinsiyet algısının belirlenmesinde rol oynamaktadır.

Din cinsiyeti fıtrat ekseniyle değerlendirmiştir. Yaratılıştan gelen özellikleri eksiklik veya fazlalık olarak değil farklılık olarak değerlendirerek bu farklılıkları kadın ve erkek arasındaki ünsiyetin oluşması ve artması için vesile kılmıştır. Kur’an- ı Kerim’de kadın ve erkeğin her biri için “zevc/eş” kavramı kullanılmıştır (Nisa: 4). Lisan’ul Arab’da zevc; “biri diğerinin yerini tutmayan ve birbirini bütünleyen iki unsurdan her biri” şeklinde tanımlanmıştır. (alıntılayan İslamoğlu, 2009: 5) Dindarlığın değişen yorumlarının en fazla hissedildiği alanlardan birinin cinsiyete bakış olduğunu dillendirmek mümkündür. Çünkü ibadetlerin pek çoğunun sosyal hayatın içinde gözlemlenmesi mümkün olamazken, cinsellik algısı ve özellikle karşı cins ile olan münasebetler, kişinin dindarlığı ile ilgili fikir verebilmektedir. Din, kadın ve erkeğin ilişkilerini düzenlerken, mahremiyeti belirleyici bir unsur olarak görmektedir. Buna göre kadın ve erkeğin kimlerle ne tür bir münasebet kurabile- cekleri, hangi sınırlar içinde hareket edecekleri bellidir. Ayrıca karı – koca ilişkisinde de adalete vurgu yapılarak kadın ve erkeğin iletişim kuracağı hiçbir alan boş bırakılmamıştır.

Tarih boyunca yeryüzünde yaşanan dinlerin erkek egemen olduğu eleştirisi, dindarlığın toplumsal cinsiyet algısının şekillenmesindeki rolünün tartışılmasını da elzem kılmaktadır. Kadın ve erkek kimliği üzerine dinlerin yaklaşımları ve dindarların tartışmaları, şu din veya bu dindar fark etmeksizin günümüze kadar gelmiştir ve bugün de tartışma sürdürülmektedir.

Kırbaşoğlu; ilmihal eleştirisinde, erkek egemen bir söyleme dikkat çekmek- tedir. Doğrusu İslam dini için erkek egemen söylemi, vahiy ve sünnet dışındaki kaynaklar için haklı görünmektedir. Bunun en bariz göstergesi, dindarların sıklıkla başvurduğu ilmihallerin içeriğinde kullanılan eril dildir. Kırbaşoğlu bunun gerekçesini ilmihallerin bilgi kaynaklarının ortaçağ fıkıh literatürü olduğunu bunun da erkek egemen bakış açısının, fıkha, oradan da ilmihallere yansımasına neden olduğunu öne sürmektedir (Kırbaşoğlu, 2003). Aslında Kur’an’da başlı başına bir surenin -Nisa/Kadınlar suresi- kadınlara ayrılması, dinin kadına verdiği önemi ortaya koymaktadır. Nitekim birçok ayet-i kerime de kadın ve erkek ayırmaksızın “insan”a hitap etmekte ya da kadın ve erkeğe aynı anda hitap etmektedir. Özellikle iman, inanç, ibadet, ödül, ceza gibi konularda ayrıma gidilmeksizin her iki cinsiyet de eşit oranda sorumlu tutulurken, yaratılıştan gelen bir takım özelliklere göre her iki cinsiyete de gerektiğinde esnek davranılmaktadır (Ebu Şakka; 1996: 67-74). Sonuç itibariyle, dinin toplumsal cinsiyet açısından kadına ve erkeğe ayrıcalık yapması söz konusu değildir. Ancak dindarlığın algılanma ve yaşama biçimlerine bağlı olarak kadına ve erkeğe yönelik kalıp yargıların oluşumundan bahsedilebilir.