• Sonuç bulunamadı

2.2. Cinsiyetin Oluşumu ve Toplumsal Cinsiyet

2.2.2. Bir Toplumsal Cinsiyet Tartışma Alanı Olarak Dindarlık

Dindarlık perspektifiyle yapılan toplumsal cinsiyet tartışmaları, dinin kadına bakışı, dindarlığın kadını algılaması bağlamında ele alınırken, İslami çevrelerde de Müslüman kadının toplumdaki yeri üst başlığı altında, dindarlığın kadın erkek münasebetlerindeki yeri, İslam’ın kadına verdiği önem, kadın erkek eşitliğinin dini altyapısı gibi başlıklarda tartışılmaktadır.

Toplumsal cinsiyetle ilgili pek çok kuramdan söz edilebilir. Öne çıkanlar arasında libidoyu merkeze alan psikanalitik kuram, biyolojik kuram, evrimi merkeze alan sosyobiyolojik kuram, sosyal öğrenme kuramı, sosyal bilişsel ve bilişsel gelişim kuramı ile toplumsal cinsiyet şeması kuramından bahsedilebilir (Dökmen, 2010: 42 vd.). Burada dikkat çeken, yukarda da belirtildiği üzere, fıtrat / yaratılışa bağlı

özelliklere bir kuram olarak değinilmemesidir. Dindarın bakış açısında ise yaratılış kuramı diyebileceğimiz, fıtrattan gelen özellikler ve dinin toplumsal cinsiyete yaklaşımı belirleyicidir.

Yaratılış eksenli tartışmanın temeli Kur’an kavramlarına dayanmaktadır. “Dindarlık” başlığında da konuya girilmiş olmasına rağmen ilinti itibariyle yeniden zikredilmesinde fayda vardır. Kur’an-ı Kerim’de kadın ve erkeğin her biri için “zevc/eş” kavramı kullanılmıştır (Nisa: 1). Lisan’ul Arab’da zevc; “biri diğerinin yerini tutmayan ve birbirini bütünleyen iki unsurdan her biri” şeklinde tanımlanmıştır (alıntılayan İslamoğlu, 2009: 5). Tabii ki “eş” olma durumu kadın ve erkeğin ilişki şekillerinden sadece birisidir. Anlaşılan o ki burada toplumsal cinsiyetin en temel rolüne vurgu yapılmış, kadın ve erkek öncelikli olarak “eş” olarak tanımlanmıştır. Biri diğerinin eşi, dengi, kollayıcısı, koruyucusu gibi de anlaşılabilecek eş kavramını asıl olarak biri diğerinin tamamlayıcısı, hatta biri olmadan diğerinin tek başına anlam ifade etmemesi olarak algılamak gerekmektedir. Kur’an’ın bu yorumunun, dindarın toplumsal cinsiyet algısının nüvesini oluşturması beklenmektedir. Fakat uygulamada öyle olmadığı görülmektedir.

Semavi dinlerin kadınlara yönelik söylemleri, bakış açıları öteden beri tartışılagelmiş bir konudur. Erkeklerin ve kadınların gözlerinden yapılan yorumların yanında bir de dinin gerçek kadın – erkek yorumundan bahsedilmelidir. Gerekçesi de, zaman içerisinde erkek egemen toplum içinde erkekler lehine yapılan yorumların ortaya çıkmasıyla kadınlar da buna karşılık bir tavır geliştirmişlerdir. Bunun sonucunda ikisi yanlı biri gerçek olmak üzere üç farklı değerlendirmenin ele alınması gerekir. Semavi dinlerin kadın söylemleri doğal olarak kutsal kitaplara dayanmaktadır. Tevrat’ta; kadının yaratılışının anlatıldığı tekvin bölümü, hem, cins olarak kadın algısını oluşturmada, hem de toplumsal cinsiyet algısının yerleşmesinde son derece belirleyici olmuştur. Bu bölümde kadının erkeğin kaburgasından yaratılması anlatılmaktadır. Bu da erkeğin kadından üstün olduğu tezini temellendiren bir anlatımdır (Oruk, 2007: 101). Ayrıca Hz. Adem ile Hz. Havva’nın cennetten çıkarılmasına neden olan yasak ağaçtan meyve yeme olayının müsebbibini Hz. Havva ilan eden “ilk günah” mitolojisi, Hristiyanlığın kadın algısına yön veren en önemli yorumdur. Kilisenin kontrolündeki ortaçağ Hristiyanlığının etkisini, doğum sancısını azaltan bilimsel çalışmalara karşı çıkan kraliçenin tepkisinde (Oruk,

2007: 127) görmek mümkündür. Çünkü kadının doğum anında çektiği sancı ilk günahın bir nevi cezası olarak kabul edilmektedir.

Yahudilik ve Hristiyanlık dışındaki dinlerde de kadına yaklaşımın son derece kötü ve problemli olduğu görülmektedir. Hinduizmde kadına karşı şiddet baskı ve aşağılama kutsal bir başlık altında insanlara telkin edilirken, Budizm’de de benzer bir tutum yer almaktadır. Çin dinlerinde kadının insan sayılmayıp ad verilmemesi, Japon dinlerinde kadının kocasına bir erkek evlat vermeden ölmesinin büyük günah sayılması, Eski Yunan’daki “en iyi kadın susan kadındır” formülasyonu, Bizans’ta kadınların mahkemelerce tanık olarak kabul edilmemesi (Gürhan, 2010: 64), bu örneklerden bazılarıdır.

İslam’ın kadına biçtiği değer, Hristiyanlık, Yahudilik ve diğer yeryüzü dinleriyle kıyaslandığında oldukça farklılaşmaktadır. Farklılık, yasak meyvenin yenmesinden sonraki hitaptan itibaren belirginleşmektedir. Vahiy; günahın işlenmesinde Hz. Adem ve Havva’nın her ikisini de muhatap alarak; “(…) Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır’ dedik. (Bakara: 36)” ifadelerini kullanır. İslam Dininin kadın söylemini belirleyen Kur’an; inananlara hitap ederken kadını ve erkeği beraber muhatap alır. “Gerçek şu ki Allah’a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, kendini ibadete vermiş erkekler ve kadınlar, niyet ve davranışlarında erkekler ve kadınlar … (Ahzab: 35)” şeklinde devam eden ayet-i kerime, kadın ve erkeğin sorumluluk açısından farksız ve eşit olduğunun en somut göstergesidir.

Elbette kadına özel ayetlerin olduğu Kur’an-ı Kerim’de kadın ve erkek ilişkileri ile kadına atfedilen değerin ortaya konulduğu ayetler de yer almaktadır. Bu ayetler ele alındığında bakış açısı son derece netleşecektir. Buna göre kadının ve erkeğin cinsiyet farklılığına herhangi bir fazilet tanınmamıştır (Demir, 2009: 53). İnsanı tek bir nefisten yaratan Allah, sonra eşini de ondan yaratmış, bu ikisinden pek çok erkek ve kadın var etmiştir. (En’am: 98; Zümer: 6; Nisa: 1, Rum: 20-21)” Kadının erkeğin kaburgasından yaratıldığı inancı diğer dinlerden farklı olarak İslam’da yer almamaktadır.Hatta kadının Hz. Âdem’den yaratıldığına dair bilgiler de Kur’an’da yer almamaktadır. Günümüze kadar ulaşan bu rivayetler ise mezkûr ayetlerin yorumundan ibarettir (Tuksal, 2001a: 70). Kur’an-ı Kerim kadın ve erkek

için “Nas – İnsan” ifadesini kullanmıştır ve peygamber kadın ve erkek tüm insanlığın peygamberidir (Araf: 158). Allah katında tek üstünlük ölçüsü takvadır (Hucurat: 13) ve İslam ahlakında da kadın ve erkek eşittir (Tevbe: 71). Kur’an’da kadın ve erkeğe hitap aynıdır (Mümin: 40). Anneye en üstün değer verilmiştir (Lokman: 14). Nitekim Hz. Peygamber de “…cennet anaların ayağı altındadır” (Suyuti, 2004: 221) diyerek son derece onore edici bir üslup kullanmıştır. Tabii ki burada “kadın” ile “anne” olgusunu birbirinden ayırmak gerekir. Cennetin kadınların değil de annelerin ayağının altında olması, kadını yücelten, değerine değer katan, kategorik olarak yükselten statünün annelik rolü olduğunun altı çizilmiştir. Bu; aynı zamanda dinin kadından beklentilerinin de ortaya konulmasıdır denilebilir.

Kur’an’da kadına evlilik hayatında da üstün bir değer atfedilirken (Rum: 21), erkek egemen bir kültür içerisinde kadınlar koruma altına alınmışlardır (İsra: 82). Kadın ve erkek arasındaki evliliğin bitmesi durumunda da, kadının lehine bir takım uygulamalar Kur’an’da geçmektedir. Malların kadına iade edilmesi, maddi ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması bunlardan bazılarıdır (Bakara: 231–236; Talak: 6 vd.). Neticede modern dünyanın yeni yüzyılda tartışmaya başladığı hatta Türkiye’nin yakın zamanda anayasaya koyduğu pozitif ayrımcılık 1400 yıldır vahiyde yer almaktadır.

Görüldüğü gibi dinlerin kadına verdikleri değer açısından İslam; oldukça cömert davranmıştır. Bütüncül bir Kur’an okumasında ise; Allah’a teslim olan, idealist, asil, güçlü, iradeli, samimi, doğal, dürüst, cesur, iffetli, boş sözden kaçınan ve onurlu bir kadın modeli çizilmektedir (Demir, 2009: 54). Dönemin toplumsal şartları düşünüldüğünde ise, kadını eşya gibi alıp – satan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir anlayışa karşı bu mesajı iletmek oldukça önemlidir. Müslüman kadının portresinin çizilmesinin yanı sıra, dindar kadınlar için de Hz. Muhammed (sav) döneminde yaşamış rol model isimlerden bahsedilebilir. Peygamber’in çocuklarının annesi Hz. Hatice, vefat ederken yanında bulunan eşi Hz. Aişe ve kızı Hz. Fatıma; İslam tarihinde kendilerinden en fazla söz edilen, aynı zamanda da tavır ve davranışlarıyla da rol model kabul edilen kadınlardır (Eraslan, 2008: 223). Hz. Muhammed’in (sav) bu kadınlara yönelik davranışları ve sosyal ilişkilerine yönelik yorumları, aslında dindarın ideal kadın algısına dair ipuçlarını vermektedir. Bu üç isim Hz. Muhammed’in (sav) en zorlu günlerinde ona destek vermiş, siyasi, sosyal,

askeri ve ekonomik alandaki gelişim ve değişim süreçlerinde aktif rol üstlenerek İslam’ın güçlenip yayılmasına katkı sağlamışlardır.

Dindarın kadın algısının şekillenmesinde dinin etki boyutlarını, teorinin yanında pratiğe de bakılarak sağlıklı bir biçimde görmek mümkün olacaktır. Dinin toplumsal cinsiyet söylemini, dinin pratik hayata yansımasını bizzat yaşayan dindarlar şekillendirmektedir. Sosyal hayattaki kadının toplumsal cinsiyet bağlamında algılanması ile yukarda bahsedilen dinin kadın algısının ciddi farklılık göstermesini başka türlü izah etmek mümkün değildir.

Ataerkil din söylemi dinin bu anlamda en çok eleştirilen boyutudur. Dinin kaynağı olan vahiy ve hadislerin dilindeki bu söylemin kaynağı, tefsir ve hadis ekolünden gelen isimlerin hep erkek olmasında aranmalıdır (Köksal, 2000: 72). Hatta dünyadaki ilk ve tek kadın müfessirin eseri olan okuyucu tefsiri4 2011 yılında yayımlanmıştır. Bu konuyu tartışırken kelimelerin belki de harflerin bile son derece dikkatli kullanılması gerekmektedir. Çünkü ortada teorik olarak söylenen ile pratik olarak yaşanan arasında ciddi farklar görünmektedir. Bu da algıyı doğrudan etkilemektedir. Hâlbuki İslam’ın temel kaynakları vahiy ve Hz. Muhammed’in (sav) pratiği göz önündedir. Yukarda da altı çizildiği gibi, vahiy kadın ve erkeği birlikte muhatap almaktadır (Ahzab: 35). Peygamber Efendimiz de kadınlarla hep sağlıklı iletişim içinde olmuştur. Hayatındaki üç önemli kadınla ilişkilerine bakıldığında, bunun örnekleri çok açık biçimde görülmektedir.

Ataerkil bakış açısının dini söylemi etkisi altına almasına ciddi itirazlar yükselmektedir. Özellikle Tevrat’ta geçip Kuran’da geçmeyen ama hadis rivayetlerinde yer alan kadının yaratılış sürecindeki ‘eğrilik’ söylemi eleştirel bir biçimde ele alınmıştır. Dönemin şartları itibariyle rivayetlere müdahale edildiği sonucunun çıkarılmasıyla, ataerkil bakış açısına en ciddi itirazlardan biri ortaya konulmuştur (Tuksal, 2001a: 95). Dinin sosyal hayattaki uygulamalarında her Müslüman’ın elinin altındaki kaynaklardan olan ilmihallerdeki erkek egemen söylem

4

Semra Kürün Çekmegil, 2011 yılında dünyada ilk defa bir kadın tarafından yazılan okuyucu tefsiri isimli bir tefsir kaleme aldı.Yazarla yapılan b ir röportaj için:

de, ilahiyatçı Kırbaşoğlu tarafından eleştirilmiştir. İlmihallerin bilgi kaynaklarının ortaçağ fıkıh literatürü olduğunu öne süren Kırbaşoğlu; öncelikli ihtiyacın geçmişte ve günümüzde hâkim anlayış olan erkek egemen bakış açısının, Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in kadın konusundaki bakış açısını yansıtan bazı rivayetlerden yola çıkılarak, kadın-erkek eşitliğini esas alan bir yaklaşımın savunularak revize edilmesinin mümkün olduğunu söylemektedir (Kırbaşoğlu, 2003). Erkek egemen söyleme de örnek olarak; asr-ı saadetteki uygulama tam ters yönde olduğu halde, “kadınların kendi evlerinde namaz kılmalarının mescitlerde namaz kılmalarından daha hayırlı olduğu”, yine evlilik konusundaki şahitlikte de “iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk sayılacağı” gibi örnekler vermektedir.

İslam’daki zinanın ispatı gibi konularda bir erkeğin şahitliğinin iki kadının şahitliğine denk olduğu görüşü de doğrudan ayetlere değil müfessir yorumlarına dayanmaktadır. Buna delil olarak getirilen Nisa 15. ayet ve Nur 4. ayetlerde kadın ve erkeğin şahitliğinin birbirinden ayrılmadığı ve bu konuda da sahih hadisi-i şerifin bulunmadığı belirtilmektedir (Acar, 2000: 81). Bu durum da gerçekten girişte bahsedildiği gibi teori ve pratiğin örtüşmemesinden kaynaklanmaktadır. Birtakım yorum farklarından hareketle ortaya konulan uygulamaların zamanla tüm bir inanç sistemine mal edilmesi tartışılmalıdır. Nitekim ceza davalarında kadının şahitliğinin kabul edilmemesi Kur’an ve Sünnet kaynaklı bir uygulama olmadığı gibi, örfi olabilecek bir yaklaşımın İslam’ın evrensel mesajına zarar verebileceği dile getirilmektedir (agm: 81). Alanında uzman isimlerin bu söylemleri, aslında oluşabilecek yanlış algının neye mal olabileceğinin farkında olduklarını göstermektedir. Bu farkındalık onları kaynakların aslında nasıl yorumlanması gerektiği konusunda çalışmalar yapmaya itmektedir.

Bir başka eleştirel bakış açısını da, İslam toplumlarının, en azından Müslümanların yoğunlukta yaşadığı ve İslami bir yönetim tarzı olduğu öne sürülen toplumların uygulamaları üzerine temellendirmek mümkündür. Özellikle Batı eksenli bakış açısı İslam dininin kadına bakış açısını kaynak üzerinden değil, pratik üzerinden değerlendirmektedir. Özünde kadın ve erkeği birbirine üstün vazetmeyen İslam dininin aksine, İslam toplumlarının kadını ikinci sınıf vatandaş olarak görme durumuna, Pakistan, S. Arabistan, Afganistan, Sudan, İran, Ürdün ve Mısır dâhil edilmektedir (Kazemi, 2000: 256). Bu durum; adı geçen ülkelerde sosyal hayatta

geçerli olan ve gerçekten de Hz. Muhammed’in (sav) uygulamalarında yer almayan birtakım kural, yasak, teamüllerin varlığı ile izah edilebilir. Bu algının değiştirilip aslına döndürülme çabaları da “İslam’da reform” tartışmaları ve bu çabayı ortaya koyan düşünürlerin “reformist” sıfatıyla gündeme gelmeleriyle birlikte ele alınmaktadır (Sıddıki, 1990: 216). Hâlbuki İslam’ın ilk pratik uygulayıcısı Hz. Peygamber’in bugünün karı – koca ilişkilerine yol gösterici nitelikteki eşleriyle yakın iletişim biçimleri (Çeleğen, 2009: 21, 24 vd.), aslında reform olarak adlandırılan çabaların aslına döndürme gayretlerinden başka bir şey olmadığını gözler önüne sermektedir.

Kadın ve erkeğe dinsel alanı da kapsayacak bir biçimde sosyal hayatın tamamında farklı muamele gösterilmesine ve kadınlar aleyhine ayrımcılığa maruz bırakılması, kadın haklarının savunulması zaruretini doğurmuştur. Kadın haklarını savunanların bir hareket altında toplanmaları, daha doğrusu bir kadın hareketi ismiyle adlandırılmaları Fransız ihtilaline kadar uzanır. Latince femina (kadın) kökünden doğan ve kadınsı anlamına gelen feminist hareket; Batı dünyasında ortaya çıkan ve önceleri kadın ve erkeğin her alanda eşit statüde ve eşit haklara sahip olmalarını savunurken zamanla siyasi bir ağırlık kazanarak kadın erkek arasındaki güç mücadelesinin bir tarafı haline gelmiştir (Seyyar, 2004: 35). Cinsiyet ayrımına bir tepki olarak doğan feminist hareketin iktidar mücadelesine dönüşmesi sürecinde ortaya koyulan argüman öncelikle kadın ve erkeğin her alanda eşit olduğu iddiasıdır. Kadın erkek eşitliğinin insan hayatının her alanında savunulması, yukarda da kısmen değinilen, birtakım problemleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Çünkü kadın ve erkeğin biyolojik ve fiziksel anlamda eşit olmaması, diğer tüm alanlarda eşit olmasını haliyle engellemektedir. Fizyolojik ve psikolojik anlamda güçlü olmayı gerektiren birtakım işlerin istisnaları olmakla birlikte her iki cins tarafından da üstlenilmesi güçtür.

Fakat bu tartışmanın görecelilikten çıkıp, objektif bir boyuta taşınmasına şiddetle ihtiyaç vardır. O da kadın ve erkeğin yaratılıştan getirdiği özelliklerin tartışıldığı fıtrattır. Bu durumda toplumsal cinsiyetin fıtrat ekseninde yeniden tanımlanması, feminist politikalara da açılım sağlayacaktır. Toplumun hemen her katmanına hitap edecek bu yeniden tanımlanma, kadın ve aile politikalarına, sosyal psikoloji ve sosyolojiye insanın yaratılışına uygun politikalar geliştirmesi yönünde

katkı sağlayacaktır (Seyyar, 2004: 39). Böylelikle bir tartışma ve gerilim hatta üstünlük mücadelesine dönüş-türül-en bu hak arayışı, sağlam ve doğru temeller üzerine oturtularak, sosyal beklentilere de karşılık verecektir.

Bu çatışmanın ortadan kalkmasında sadece kadınların değil, erkeklerin de sorumluluk üstlenmesi gerekmektedir. Kadınların bakış açısıyla çözümlenmeye çalışılan bir kadın sorunundan bahsetmek nasıl mümkün değilse, bu sorunu erkeklerin çözme çabası da tek başına yetersiz kalacaktır. Bu noktada istişare ve karşılıklı fedakârlık hem kurumların hem de bireylerin görevi olmalıdır. Bu konuda farklı bir yaklaşım da, kendisini eskiden feminist olarak tanımlayan dindar bir kadın yazardan gelmektedir. Maraşlı (2011); dindar kadınların feminist olmasının; hem dindarlıkla bağdaşmayacağı için hem de aile ortamında günaha girme pahasına eşitlik davası güdüleceği için son derece tehlikeli bulmaktadır. Bir üst paragrafta belirtilen ifadeleri onaylarcasına, dindar kadınların fedakârlık yaparak, örneğin eşe itaat etme konusunda, daha makul olmaları gerektiğini önermektedir.

Kadın hakları savunucularının feminist jargonunun, İslamcı söylemlerin uzağında kalması, kadın haklarının kişiye ve duruma göre değişeceği gibi, enteresan bir durumu ortaya çıkarmakta ve evrensel kadın haklarının değil, ideolojilerin etkisindeki kadın hakları mücadelesinden bahsetmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu analizi yapmaya iten en önemli gerekçe de Türkiye’de; kadın haklarını savunan STK’ların birçoğunun -İslami referansları olmayanlar- iki alanda seslerini yükselt-e-medikleri gerçeğidir. Bunlar başörtüsü yasağı uygulaması ve kadın bedeninin tüketimi konularıdır. Hâlbuki feminist jargonun eşitlik değil de adalet eksenli bir söyleminin dindar kadınlarla teoride buluşmaması söz konusu olamaz. Kadının iş gücü olarak kullanıldığı sektörlerde ucuz emek politikasının kurbanları haline ge-tiri-lmeleri, ulusal sermayenin en uysal ve en örgütsüz işgücü katmanını oluşturan kadın işgücünü (Kayasü, 1997: 173) sömürme çabalarına dindarın karşı çıkması, dindarlığının bir gereğidir. Başörtüsü konusunda da Türkiye’deki feministlerin düşük bir statü ve ikincillik hatta karanlığa geri dönüş sembolü olduğu düşünceleri, başörtüyü savunmak ya da bir kadın hakkı bağlamında ele almak şöyle dursun, kamusal alandan çıkartılması çabalarının olması (Şişman, 2001: 35) son derece ironik bir vakıadır. Bu tespit, Türkiye’deki kadın hakları söyleminin sahip olduğu dili anlama açısından son derece önemlidir. “Kadına özgürlük” çıkışının “başörtüsüne özgürlük” söz konusu

olduğunda dillendiril-e-memesi aslında feminist politikaların yön verdiği kadın hakları savunusunun hem farklı akımların etkisinde olduğu, hem de kendi içinden farklı akımlar çıkardığını söylemek yanlış olmaz. Nitekim İmançer, bu yönelimlere değinerek Feminizm’i Liberal, Marksist, Varoluşçu, Radikal, Psikanalist gibi başlıklar altında ele almıştır (İmançer, 2002). Her birinin kadın haklarına yönelik tavrı, çıkış noktaları, itirazları ve talepleri konulara göre farklılaşabilmektedir. Bu farklılaşmaların hiçbirinde hiçbir yönelim dindar perspektifle buluşamamaktadır. Böylelikle – başörtüsü özelinde – kıyafet özgürlüğü ve kadın bedeninin tüketimi konularının savunulması dindarlara terkedilmiş görünmektedir.

Kadın bedeninin tüketiliyor olduğu iddiasının temelini, insanın yaratılıştan gelen şehevi arzularının sosyal ve ekonomik hayatın her alanında uyarılarak bunun “kâr”a dönüştürme çabası sürecinde kadın bedeninin araçsallaştırılması oluşturmak- tadır. Maddi tüketim süreçlerinin her aşamasında, tüketimi özendiren en önemli unsur olarak karşımıza çıkan reklâmın, yine en önemli unsuru olarak kadın imgesi ve kadının bedeni olduğu görülmektedir. Bu unsurun kullanım biçimi kadın bedeniyle doğrudan alakalı olan konularda/ürünlerde çıplaklığın ön plana çıkarılarak, dolaylı olarak bile alakalı olmayan konularda da bedenden sese kadar her türlü cinsel çağrışım kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Bu noktada açık bir sömürüden ve sömürgeleşmeden bahsetmek mümkündür.

Tüketim toplumunda önemli bir yere sahip olan giyim – kuşamın, dünya toplumlarına dikte edilen yönüyle “moda”nın oluş-turul-masında merkezi bir yer işgal ettiği ve modanın üçüncü dünya ülkelerine girişinin sömürgeciliğin tarihiyle başlaması (Esendemir, 2001: 115), bu tezi desteklemektedir. Bu sömürüye kadın hakları savunucularının ve feministlerin nesneleşme bağlamında itiraz etmeleri beklenirken, genellikle güçlü itirazlar dindarlardan inanç referansları bağlamında yükselmektedir. Bu da haklı olarak bir tartışma alanı yaratmaktadır.

İslam’ın “örtünme emri” ile modern hayatın “özgür beden” söylemi birbiriyle çelişmektedir. Din, kadına – ve erkeğe – bedeninin bireye ait olmadığını, onun yaratıcı tarafından kendisine emanet olarak verildiğini söyler. Kendine ait olmayan bir şeyin üzerinde “kullanıcının” tasarruf hakkı sınırlıdır ve “asıl sahibin” kuralları geçerlidir. Modern kadının bunu reddetmesi ile de temel ayrım başlar. Ona göre beden – ve ona ait her şey – kadına aittir ve her türlü tasarruf hakkını kullanmakta

özgürdür. Bu yaklaşım da tabir-i caizse, bedene eklemlediği değerler ve özellikle kadın bedenine yönelik buyruklar taşıyan tüketim kültürünün (Nazlı, 2004: 32) ekmeğine yağ sürmektedir. Çünkü bu yaklaşım aynı zamanda beden sömürüsü üzerinden yapılan siyaset, reklâm v.s. etkinlikleri kendi içinde meşrulaştırmaktadır. Buna itiraz yükseltenlere de gerçekleşen olayın bireyin hür iradesiyle meydana geldiği, herhangi bir zorlamadan, dolayısıyla da sömürüden bahsetmenin anlamsızlığı iddia edilmektedir. Aslında bedenini tüketilen bir nesne haline getiren kadın, bedeninin kendine ait olduğu fikrinde derin bir yanılgı içindedir. Bu yanılgı onun