• Sonuç bulunamadı

2.2. Cinsiyetin Oluşumu ve Toplumsal Cinsiyet

2.2.3. Dindar Kadın ve Erkeğin Dönüşümü

Dindarlığın pratik alanda uygulanmasındaki farklılıklar, bu pratikleri çevresel faktörlerin etkisine maruz bırakmıştır. Dindarlık bölümünde tartışılan farklı din anlayışlarına göre değişebilen dindarlık anlayışı, o farklı din anlayışlarının beslendikleri kaynaklara bağlı olarak “dış tehdit”lere açık hale gelmektedir. Bu anlamda modern hayatın dindarın hayat akışına müdahalesi ve buna bağlı değişen algılar, alışkanlıklar, davranış kalıpları hatta ibadetler ortaya son derece çarpıcı ve dikkat çekici bir dönüşüm hikâyesi çıkarmaktadır. Bu dönüşümün hangi saiklerle ve hangi sınırlarla gerçekleştiği yönünde ileri sürülen argümanların hem içeride hem de dışarıda tartışmaları sürdürülmektedir. İçerden yapılan tartışmaların hâkim rengi özeleştiridir. Dışarıdaki tartışmalar da dindarlığın modern hayatın karşısında yenilgiye uğraması bağlamında gerçekleşmektedir.

Her ne olursa olsun ortada son derece somut bir gerçeklik vardır ki, dinin algısına bağlı değişen dindarlık da bir dönüşüm sürecine girmektedir. Burada yine dini yorumlama biçimi ön plandadır. Başer’e göre modern hayatın en önemli figürü olan tüketimin bir nesnesi haline ge-tiri-lerek dönüşmektedir dindar kadın (Başer, 1998: 82). Tüketimin ön plana çıkarılması önemlidir. Çünkü tüketimin özneyi nesneleştirme gibi bir özelliği vardır. Tüketimi merkeze alan bir yaşam biçimi, zaman içerisinde tüketiciyi tüketilen haline getirebilmektedir. Bu da özellikle maddi anlamda güçlenen, “ekonomik özgürlüğünü” kazanan ya da refah seviyesini artıran dindar

kadınlar için son derece riskli bir alan oluşturmaktadır. Bu risk kendini en çok tesettür boyutunda göstermektedir. Müslüman kadının bariz özelliği olan örtünmenin şekle indirgenmesiyle, sadece “kapatan” ama “örtmeyen” kıyafetlerin tercihi ve bununla beraber artan seçenekleri değerlendirme sürecinde farklı bir giyim – kuşam ve tesettür algısı yerleşmeye başlamıştır. Süreç aynen domino taşlarının düşmesi gibi ilerlemiş, değişen algı tüketimi, tüketim de reklâmı tetikleyerek, bir tesettür modası oluşmuştur. En trajik kırılma da burada yaşanmıştır. Çünkü aslen göstermemek demek olan tesettür ile doğrudan dikkat çekmeye yönelik olan modanın bir araya gelerek (Barbarosoğlu, 2006: 119) ironik bir tablo oluşturmaları bir yandan tesettür kavramının gücünü ve etkisini zayıflatmış bir yandan da dindar kadının dönüşümünü hızlandırmıştır. Evinden çıkıp sosyal hayata, eğitim ve iş hayatına dâhil olan dindar kadın, bu tempoya ayak uydurarak ya da “kendini kaptırarak” geleneksel anlamda kendisine atfedilen birincil rol olan anneliği ikinci plana atmaya eğilim göstermiştir. Özellikle özel sektörde çalışan kadınlar işlerini kaybetme korkusuyla anne olmayı sürekli ertelemektedirler. Bu durum bedenini emanet olarak gören dindar kadını, bedenini tümüyle kendine ait olarak kabul eden ve beden üzerinde mutlak otorite sahibi olduklarını savunarak çocuk yapmayı reddeden feminist kadın ile –şeklen– aynı çizgiye yerleştirmektedir. Farklı gerekçelerle de olsa aynı davranışı sergileyen kadınların ortak noktaları maalesef annelik duygusunu –buna misyon da denilebilir– yitirmek olmaktadır.

Hâlbuki dindar kadının annelik misyonu dinin kendisine yüklediği sorumluluğun bir parçasıdır. Hz. Peygamber hadis-i şerifte “cennet kadınların ayağı altında” değil, “cennet anaların ayağı altındadır” (Suyuti, 2004: 221) demiştir. Bu ayrım aslında dinin kadın ve anne ayrımını keskin hatlarla ayırdığının en açık göstergesidir. Kadını anne olmaya teşvik eden bu sözün, modern zamanlarda dindar kadının gündemine girmemesi ciddi bir dönüşüme işaret eder. Bu dönüşümün devamında da zarar gören bir kurum ortaya çıkar: Aile. Toplumun temel yapı taşı olarak kabul edilen aile, Müslüman bir toplum için daha fazlasını ifade eder. İslam’ın, dinin yaşanmasının ve yayılmasının merkezi olarak evi konumlandırması; aileye stratejik bir anlam yükler. İlk vahyin şaşkınlığını üzerinden atamayan Hz. Peygamber “ev”e dönmüş ve eşine sığınmıştır (Lings, 2008: 49). Buna sembolik bir anlam yükleyen Müslüman düşünürler, evi ailenin yuvası ve bu yuvayı da cennetin yeryüzü

şubelerinden biri olarak tanımlarlar. Fakat modern dünyada bu tanım tam tersine dönmektedir. Örneğin birtakım feminist akımlar aile kurumunu; kadın cinselliğini dolayısıyla da kadını sömüren bir araç olarak kabul etmektedirler ve kurtuluşun kadınların doğurganlıklarını terk etmelerinde görmektedirler (Çaha, 1998: 96). Çünkü çocuk, anneyi eve bağlayan ve doğal olarak özgürlüğünü kısıtlayan en önemli unsurdur. Özgürlük kavramı burada da kadını cezbeden bir terim olarak kullanılmaktadır. Nitekim kadının iş hayatına atılma motivasyonlarından en önemlisi ekonomik özgürlüğünü kazanma arzusudur.

Modern kadının “iş yoğunluğu”na bağlı olarak evine ve ailesine daha kaliteli zaman ayırma konusunda zafiyet yaşadığı söylenebilir. Kuşkusuz bu durum erkek için de geçerlidir. Ama atasözlerine kadar sirayet eden “yuvayı dişi kuşun yaptığı” kabulü, kadını ağır bir temponun içine itmektedir. Bir taraftan gelenekselliğin atfettiği roller, bir taraftan modern dünyanın kadından beklentileri kadını kıskaca almaktadır. Bu kıskacın içinde kısılıp kalan kadın, erkekten de ihtiyaç duyduğu desteği görememesi durumunda son derece patolojik durumlar gelişebilmektedir. Mahremiyet, ahlaki eğitimin merkezi durumundaki ailenin ayakta kalması, bireyin ve toplumun ayakta kalması için kritik bir öneme sahiptir (Aydın, 2010: 27 vd.). Bu kritik öneme binaen denilebilir ki; kadının ve erkeğin aile hayatını ayakta tutma konusunda toplumsal sorumluluk üstlenmeleri gerekmektedir. Aksi durumda bahsedilen riskler, aile kurumunun bugününü ve yarınını tehdit altında tutmaktadır.

Kadının sosyal hayata katılımı sürecinde erkeklerle bir araya gelmesi kaçınılmaz bir durumdur. Din; birlikte yaşama adabı konusunda da kriterler belirlemiştir. Kadın ve erkeğin aynı ortamları paylaşmalarında meşru çerçevede hareket etmelerini öngören din; bunu toplumsal yaşamın gerekliliklerinden olarak kabul eder. Fakat bu kriterlere bağlı sınırların kaybolmasıyla kadın erkek ilişkilerinde yaşanan “rahatlık”, dindar kadını – aynı zamanda erkeği de içine alan – bir sosyal dönüşüm alanıdır. Ebu Şakka; kadının toplumsal yaşama katılımı ve erkeklerle birlikteliğinin ayırt edici özelliklerini Hz. Peygamber’in döneminden örneklerle anlatırken ortak alanları da paylaşır (Ebu Şakka, 1996: 2/215–216). Buna göre mescit, okul, hacc ve umre ibadeti, bayram, yargı, cenaze, savaş, lanetleşme, ziyaret, yemek ziyafeti, yardım ve aracılık isteme, hediye sunma, hasta ziyareti, görüş alma,

iyiliği emretme, yardım sunma, evlenme teklifinde bulunma, mesleki veya siyasi ilişkiler esnasında ev dışında da kadınlar erkeklerle karşılaşır, onlarla konuşurlardı.

Görüldüğü gibi kadın ve erkeğin sosyal hayatta bir arada bulundukları ortamlar Hz. Peygamber döneminde de son derece geniş bir alana yayılmaktadır. Fakat bu alan içindeki ilişkilerin niceliği değil, niteliği dinin daha çok önemsediği boyut olmaktadır. Buna göre kadın ve erkeğin paylaştıkları ortamlarda ciddiyeti elden bırakmamak, insani bir duygu olan cinsi arzuları tahrik edecek söz ve davranışlardan uzak durmak, kapalı ortamlarda birlikte yalnız kalmamaya özen göstermek gibi bir takım davranış kuralları, Kur’an’da ve hadislerde bildirilmektedir (Ahzab: 32; Nur: 30–31 ayrıca Nevevi; 1995: 1022). Günümüzde bu durum sıklıkla evlilik öncesi dönemlerde önem kazanmakla birlikte, gelişimin her döneminde karşı cins ilişkileri gündemdeki yerini korumaktadır. Özellikle genç dindarların ve ailelerinin bu konuda birtakım hassasiyetlerinin zamanla kaybolduğu söylenebilir. Aydınalp’in yaptığı araştırma da bu paralelde bilgiler vermektedir. Araştırmaya göre dindar aileler çocuklarının evlilik öncesi birlikte vakit geçirmelerini meşru sayan bir tutum sergilemekte ve bu tutum geçmişte benimsenen düşüncelere nispeten değişme eğilimi göstermekte ve bu da açık bir liberalleşmenin tezahürü olmaktadır (Aydınalp, 2004: 308). Ebeveynlerin kız erkek ilişkileri konusundaki esnek tutumları, haliyle çocuk ve gençlere de yansımaktadır. Esnek tutum sergilemeyen ebeveynlerin de çocukları çevresel faktörler, arkadaş etkisi ve medyanın da yönlendirmeleriyle karşı cins ile kurduğu yakın arkadaşlığı son derece meşru, son derece normal olarak algılamaktadır.

Anadolu’da yabancı erkek ve kadınların birbirleriyle ilişkisini belirleyen ve birbirlerine hitap ederken de kullandıkları “bacı” ifadesiyle ilgili Çobanoğlu’nun tanımı ilginçtir:

Bizim geldiğimiz yerlerde, kadınları dahi üçe ayırırlardı. Evvela sütü helal eti haram vardı ki bu ana idi. Peşinden eti helal sütü haram gelirdi ki bu da insanın helalliği karısı idi. Nihayet hem eti hem sütü haram olan olurdu ki bu da bacı idi. Bunlardan maada dünyada kadın yok idi (Çobanoğlu, 1999: 24).

Çobanoğlu’nun “bizim geldiğimiz yerlerde” ifadesi aslında bir kültürün, bir bakış açısının tezahürüdür. Bu kültürün kadına bakış açısı – her anlamda – sahiplenici ve belli bir ilişki biçimini yansıtıcı olması açısından son derece önemli ve açık- layıcıdır. Başka bir deyişle dinin kadın erkek ilişkisini “mahrem” kavramı üzerinden belirlemesinin pratik hayata yansımasıdır. Nitekim mahremiyet de, kadın ve erkeğin ilişkilerinin dinin izin verdiği sınırlarda gerçekleştirilmesidir. Bir kadının kendisi için ya anne, ya eş, ya da kardeş olduğunu, bunun dışında herhangi bir ilişki kurulama- yacağı düşüncesi aslında sosyal hayattaki tüm kadın – erkek ilişkilerini düzenleyen bir öğretidir. Bu öğretinin, yani bacı söyleminin, sadece dindar çevrelerin değil, bu kültürün içinde yetişen herkesin kabullendiği bir öğreti olduğunu belirtmek gereklidir. Yetmişli yılların başında ideolojik bir ayrıma tabi tutulmadan herkesin kabullendiği bacı söylemi, seksenli yıllara girilirken sadece İslamcı kesim tarafından sahiplenilmişti (Aktaş, 2001: 8). Kadınlar tarafından sosyal ilişkilerin devamı sürekliliğinin sağlanmasının yegâne kriteri olan güven duygusunu temsil eden bacı; zaman içerisinde içeriği boşalıp farklı anlamlarda kullanılmaya başlansa da, temsil ettiği duyguyu kaybetmemektedir.

Bacı kavramının sadece geleneksel ve dini ilişki biçimleri içerisinde değil, ideolojik ortamlarda da kullanılmıştır. Buna örnek olarak da – her ne kadar kadından “bulaşacak” zararlardan korunmak gibi eril bir gerekçeye sahip olsa da – bir döneme ait Türkiye’deki sol hareket (Berktay, 1995: 316) gösterilebilir. Bu kullanım da bacı kavramının birbirinden farklı ortamlarda, değişik gerekçelerle ama aynı anlamın yüklenerek kullanıldığının önemli bir göstergesidir.

Modern hayatın içerisinde kadınların her alanda artık çok daha aktif olmalarıyla birlikte, erkeklerle paylaştıkları ortamları ve ilişkileri artırmaktadır. Okullarda öğrenciler, fabrikalarda işçiler, devlet dairelerinde memurlar, kamu ve özel sektördeki hemen her alanda iş ortamlarında bir araya gelmektedirler. Mahremiyet kavramının beslediği hassasiyet, dindar kadın ve erkeklerin ortak alanlardaki ve iş ortamlarındaki ilişkilerini inançları doğrultusunda düzenlemelerini zaruri kılmaktadır. Her ne kadar din bunun sınırlarını belirlemişse de, dindarlık tanımından da hatırlanacağı üzere, dinin algılanmasına bağlı olarak değişen dindarlık algısının, bu düzenlemeleri kişiye, ortama, kuruma göre değiştirmektedir. Bu da ortaya yeni, farklı ve tartışılan ilişki biçimlerini çıkarmaktadır. Dahası ilişkiler açısından gayrı meşru

olanı, süreç içerisinde meşrulaştırarak dindarlığın kadın – erkek ilişki anlayışını değiştirip sınırların yeniden çizilmesine zemin hazırlamaktadır.

Etkileşimin olduğu yerde tek taraflı dönüşümden bahsetmek nesnelliğe aykırıdır. Dindar kadının dönüştüğü bir ortamda kaçınılmaz olarak dindar erkeğin de dönüşümünden bahsetmek gerekmektedir. Dindar kadında dile getirilen bir parça olumsuz dönüşümü erkek için de kullanmak mümkündür. Fakat zaten dindar erkeğin dindarlığı algılaması ve bunu yaşaması sürekli olarak eleştirilmektedir. Dini ataerkil ve erkek egemen bir söyleme hapsetmek, erkeğin en çok eleştiri aldığı nokta olarak ön plana çıkmaktadır. Özellikle Anadolu topraklarında yaşayan Müslümanların, geleneksel olarak kadın erkek arasında bir ayrıma gittiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Erkek evladın kız çocuğundan daha çok istenmesi ve önemsenmesi, erkek evlat sahibi olmanın maddi-manevi statü kazandırması gibi kabullerin yoğun olduğu bir toplumda, bunun dindarlığa yansıması aslında normal bir durumdur. Fakat işin bir adım ötesi, namus söz konusu olduğunda hassasiyetlerin üst düzeye çıkıp, bu duruma zarar veren kız ve erkeğin her ikisini değil sadece kızı cezalandırma refleksinin ailenin tüm üyeleri tarafından benimsenmesi bir bakış açısını ortaya koymaktadır.

Aslında dindar erkeğin dönüşümü en çok bu alanda kendini hissettirmektedir. Aile reisi konumundaki erkeğin, bu konumun hakkını verememesi dönüşümün ilk işaretleridir. Bunun ilk adımı da ailesine yeterli zaman ayırmayarak atılmaktadır. Fakat asıl önemlisi, kutsal aile algısının, modernleşme sürecinde aile bireyleri tarafından anlamının yitirilmesi problemidir. Bu problem çözülmeden gerekçeler aslında birer sonuç olarak kabul edilmelidir. Dindar erkeğin maddi refah düzeyinin yükselmesiyle, dinin kendisine belli şartlarla verdiği birden fazla kadınla nikâhlanma hakkını kullanma konusunda acele etmesi dikkat çekmektedir. Birden fazla eş ile birlikte olma bazen resmi, bazen dini nikâhla bazen de nikâhsız gerçekleşmektedir. Dindar erkeğin ilk eşi dışındaki kadınlarla imtihanını iyi idare edememesi aile krizlerini doğurmakta, dinin kurulmasına ve sürdürülmesine özel önem atfettiği aile yapısı zamanla sarsılmakta nihayet dağılmaktadır. Dağılmayan aile için ise huzurdan bahsetmek olanaksızlaşmaktadır. İkinci eş seçme kriteri ise gerçek bir kırılma noktasına işaret etmektedir. Tesettür; dindar kadının ayırt edici özelliği, dindar erkek için de son derece önemli sembolik anlamı olan bir ibadettir. Fakat ikinci eş kriterinin

özellikle tesettürsüzlük olması, dönüşümün boyutlarına işaret eder. Yeni nesil genç yazarlardan İsmail Kılıçarslan’ın 2005 yılında internette yayınladığı ve dindar erkekleri eleştirdiği makale, o dönemde son derece ciddi tartışmalara vesile olmuştur (Kılıçarslan, 2005). Bugün de güncelliğini koruyan makalede özetle Müslüman erkeklerin arasında başını örtmeyen kadınlarla evlenme furyasının başladığını, bunu yakın çevresinden başlayarak gözlemlediğini anlatan yazar çarpıcı bir dindar erkek dönüşümünü analiz etmektedir.

Yoğun iş temposu kişisel haz eksenli zevklerin ön plana çıkmasını, bu da daha fazla para kazanma arzusunu tetiklemektedir. Bunlara paralel olarak ev hayatına kaliteli zaman ayır-a-mamamsı, çocukların eğitimi ve sorumluluklarının tamamen anneye devredilmesi, kadının artan yükünü azaltmaya yönelik destek olunmaması koca rolündeki dindar erkeğin dönüşümü sürecinde ortaya koyduğu davranışlardan bir kaçıdır. Fabrika ya da mağazalarında kadın iş gücünü daha ucuza çalıştırması, işçilerinin sosyal güvenceye sahip olma konusunda hassas davranmaması, bunu yaparken de kriter olarak piyasa şartlarını benimsemesi, başörtülü kadın işçilere de istihdam amaçlı değil reklam amaçlı olarak iş vermesi zengin dindar erkeğin dönüşümünde kilometre taşlarıdır.

Karşı cins ilişkilerindeki hassasiyetin kayboluşu da, dindar erkeğin dindar kadınla ortak zaafı olarak belirmektedir. Birlikte paylaşılan ortak iş ve sosyal ortamlarda davranış biçimlerinin dini hassasiyetler çerçevesinde değil de zamanın gerektirdiği biçimde dizayn edilmesi dindar erkeğin dönüşümünde önemli bir dönüm noktası olarak belirmektedir.