• Sonuç bulunamadı

Farklı dinlerin birbirleri ile harp etmelerinin yanı sıra aynı dinin mezhepleri arasında yüzyıllarca süren mücadelelere de bu bölümde yer verilmiştir. Yahudilerle Hristiyanlar arasındaki savaşlar, İslamiyet ve Hristiyanlığın mücadelesi olan Haçlı Seferleri, Yahudilerin her iki dinle de olan sürtüşmeleri metinde yer yer anıştırılmıştır. Bunun yanında, Katolik ve Ortadoksların kendi içlerindeki anlaşmazlığın doğurduğu kanlı sonuçlara da metinlerde rastlanmaktadır. Yani genel olarak, Yahudi-Hristiyan-Müslüman eksenli bir savaş olgusundan bahsetmek mümkündür.

Romantik Bir Viyana Yazı’nda, din ve mezhep savaşlarına birkaç gönderme vardır.

Bunlar, derste müfredat dışına çıkmayı ve öğrencilere farklı aktarımlar yapmayı seven Hayalci Hoca vasıtasıyla yapılır. Alanı tarih olan öğretmen, derste “Kral Yedinci Lui’nin Haçlı Seferini; Kütahya’da Haçlı Seferi’nin Odon dö Döy adlı papazını… Konya’da Katoliklerle Protestanlar arasındaki din savaşlarını” (Ağaoğlu, 2016: 16) anlatır.

Haçlı Seferleri Hristiyan dünyasının İslam’a ve onun hamisi devletlere karşı düzenlediği din temelli saldırılardır. Tarihte birçok defa Hristiyanlar, güçlü İslam devletlerini durdurmak için bu birliğe başvurmuşlardır. Sayısı fazla olmasına karşı tarih kitapları dört

büyük sefer üzerinde dururlar. Hayalci Hoca sınıfta Haçlı Seferlerinin başlama sebeplerini şöyle aktarır:

Şimdi bakalım, Birinci Haçlı Seferi, nasıl başlamıştı? Evet, papaların güçlerini ve Avrupa’da nüfuzlarını artırmak istemeleri sonucu. Müslümanlık hızla yayılmıştı. Fransa’da ortaya çıkan Katolik bir tarikat da Hıristiyanları Müslümanlara karşı toptan ayaklandırmak istiyordu. Sonra efendim, Kudüs’ü ele geçirme inatları da var, daha işte, ticari mimari bir yığın başka sebep yüzünden tam üç yüz yıl Avrupa ve Balkanlar’la Anadolu, ta aşağılara kadar kana bulanmış bulunuyor idi. (Ağaoğlu, 2016: 55)

Haçlı Seferleri Avrupa’yı Müslüman Osmanlı’ya karşı toplayan tek unsurdu. Ve Viyana Osmanlı’ya karşı Hristiyanlığın yıkılmayan kalesi olarak görülmekteydi. Bu durum anlatıda şöyle yer bulur: “Durun bakalım kontum, şu din seferleri bir nihayete ersin, Viyana, Osmanlı-Türk barbarlığına karşı Hristiyanlığın müdafaa kal’ası olmaktan bir kurtulsun hele!” (Ağaoğlu, 2016: 161)

Geçmişteki Haçlı seferlerini aktaran Hayalci Hoca tarihin hiçbir evresinde din savaşlarının bitmediğini öğrencilerine anlatır ve bundan yakınır.

Tarih on altıncı yüzyıl ortalarını gösteriyor, ortalıkta hala din kavgası. Yirminci Yüzyılı gösteriyor yine öyle: Baksanıza İsrail-Filistin. Kudüs hala paylaşılamadı a dostlar. İlle, o toprak senin, bu toprak benim: Altında ya ırk ya din!(Ağaoğlu, 2016: 73)

Din temelli savaşlar yalnızca farklı inanışlara sahip devletlerce değil aynı inanışın farklı kollarına mensup olanlar tarafından da yapılmıştır. Hristiyanlığın Protestan ve Katolik inancına sahip iki devletin yaptığı savaşlar bunun en önemlilerindendir ve Romantik Bir

Viyana Yazı’nda yer yer bu savaştan bahsedilir.

Avusturya-Macaristan İmparatoru Ferdinand da artık Kanuni ordularıyla savaşmaktan yorulmuş, Avusturya’yı Cizvitlerle doldurmuş, ayrıca da imparatorluğu üç varisi arasında taksim etmiştir. İkinci Maksimilyen’e Avusturya, Rudolf’a Çek bölgesi, Matias’a da Macaristan tarafı düşmüş, amaaa, gelin görün ki dostlarım, bunlar da kendi aralarında geçinemiyorlar. Çünkü Maksimilyen koyu Protestan, berkiler sıkı Katolik. Al sana bu sefer de Otuz Yıl Savaşları… (Ağaoğlu, 2016: 59)

Hayalci Hoca din savaşlarını sevmez ve onları “bütün lanet savaşların en kötüsü” olarak görür. (Ağaoğlu, 2016: 54)

Boğazkesen’de İstanbul’un fethi öncesi vezirlerinin fikirlerini alan Sultan Mehmet,

Zağanos Paşa’ya Haçlı tehdidi konusundaki görüşlerini sorar. Zağanos Paşa da “kiliseler arasında hala birliğin sağlanamadığını söyler.” (Gürsel, 2011: 151) Kendi mezhep çatışmalarını yaşayan Batı’nın Osmanlı’ya karşı geç toplanması, İstanbul’un alınmasına karşı koyamama nedenlerindendir. Papa’dan istenecek yardıma şiddetle karşı çıkan Megadük Lukas Notaras ve Patrik Genadios “Bizans’ta Latin takkesi yerine Türk sarığı görmek

yeğdir!” sözüyle bu ayrılığın ciddiyetini ortaya koyarlar. Papa, Bizans’a yardım karşılığında Ortadoks Kilisesi ve Katolik Kilisesi’ni birleştirmek istemiştir. Özellikle Patrik Genadios bu fikre karşı çıkarak Pantokrator Manastır’ındaki hücresine kapanır ve olayı protesto eder.

Hristiyanların kendi dindaşlarına yaptıkları zulüm Resimli Dünya anlatısında Türk ve Haçlı savaşları ile kıyaslanarak aktarılmıştır.

Yaşlılıktan gözleri görmeyen Enrico Dondolo’nun kadırgasından İstanbul surlarına kasırga gibi saldıran Haçlılar’ın İsa ve Meryem aşkına nasıl kendi din kardeşlerini kılıçtan geçirdiklerini, rahibelerle bakirelerin ırzlarına geçip sonra hepsini esir pazarlarında nasıl bir kupa şaraba sattıklarını, bu şerefe erişemeyenlerin gemi direklerinden burçlara atlarken armut gibi kanlı denize dökülüşlerini, sözün kısası kentin Türkler tarafından yağmalanışından tam iki buçuk yüzyıl önce kendi soydaşları tarafından da talan edildiğini –eğer Villehardouine’i okumadıysa- bilmiyordu. (Gürsel, 2000: 183-184)

Haçlıların, İslam ve özellikle Türk-İslam topraklarındaki etkisi Orhan Pamuk’un Yeni

Hayat’ında da istiare edilerek anılır.

Üzerimizdeki elbiseler terden, tozdan ve kirden giyilmez olduğunda ve tenimizin üzerine Haçlılardan bu yana, bu toprakları altüst etmiş bütün tarihin tortusu tabaka tabaka biriktiğinde, bir otobüsten inip bir diğerine binmeden önce gelişigüzel şehrinin çarşısına gelişigüzel çıkardık. (Pamuk, 1998b: 74)

Anlatının kendi içinde barındırdığı aynı isimli kitap, karakterler tarafından okunup kutsal bir hüviyeti varmış gibi bağlanılan ve böylece herkesi peşinden sürükleyen bir metindir. Anlatının içindeki kitabın, okuyucunun elindeki metnin kendisi olması üstkurmacayı yaratan bir durumdur.

Papa’nın Hristiyan devletler üzerindeki etkisi ve Haçlı Seferleri’nin başlama nedenleri,

Hocaefendi’nin Sandukası’nda da işlenmiştir. “Üçüncü Frederik, Papa tarafından ‘mukaddes

Roma İmparatorluk tacı’ giydirilen son imparatordu.” cümlesiyle Papa’nın krallar üzerindeki gücü gösterilmiştir. Anlatıda Frederik’in, Sultan Mehmet’le mücadelesinde başarısız olmasının ardından yeni bir Haçlı birliği kurma fikri verilir. “Frederik Üç, Venedik Doç’u Foskari ile yaptığı ittifakın fiiliyatta hiçbir işe yaramadığını görünce, yeni bir Haçlı Seferi oluşturabilmek için kendisine taç giydirmiş olan Papa Beşinci Nikola’ya başvurdu.” (Kongar, 1990: 35) Fakat bu fikir, kendi içlerinde birlik sağlayamayan farklı mezheplere tâbi devletler yüzünden sağlanamaz. Bu noktada Haçlı Seferleri’ni başlatmak için, birliğin ekonomik amaçları devreye sokulur.

Papa Beşinci Nikola, son Hıristiyan Roma İmparatoru Üçüncü Frederik’i desteklemek için bütün imparatorlar, krallar ve prensler üzerindeki gücünü kullandı. Kâfir Türklere karşı açılacak bir Haçlı Seferinin ağız sulandıracak ganimetlerinden ve Hıristiyanlığın kendilerinden beklediği görevlerden söz etti. (Kongar, 1990: 35-36)

Buna rağmen bir ordu toplamak konusunda Avrupalı devletler başarı gösteremeyince bir casusun Osmanlı’ya sızmasına karar verilir ve anlatıdaki Hocaefendi (Giftos Karpantiye) böylece doğmuş olur.

Emre Kongar’ın, Giftos’un Türk devleti üzerindeki emellerini anlattığı hikâyesi bir üstkurmacanın parçasıdır. Yazar “Romanın Öyküsü” bölümünde, anlattıklarını Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda bulduğu bir el yazmasından kurguladığını söyler. D’Abussion de Calevela adlı bir casusa ait olduğu söylenen bu yazmalar, roman kisvesinde yazılmış mektup- raporlardır. O sahafta bulunan ve edindikleri başka yazmaları kullanan diğer iki kişi Orhan Pamuk ve Umberto Eco olarak geçer. Kongar hikâyeleştirdiği her raporun üzerine kendi yorumlarını da ekleyerek anlatıda yazarın varlığını hissettirir. Böylece hikâyenin iç gerçekliğini zedeler.

Aynı anlatıda, Sultan Mehmet’in Hristiyanlığa yönelik bir amacına da yer verilir. Bu, “Ortadoksları ve Katolikleri tek bir imparatorluk tacı altında birleştirmekti[r].” Sultan, kavga halinde olan Ortadoks ve Katolik kiliselerinin asla birbirlerinin boyunduruğu altına girmek istemeyeceklerini bilir. Onları, itiraz edilmeyecek modern bir İslamî imparatorluğun bayrağı altında birleştirmek ister. Böylece, her iki Roma devletinin de tacına sahip olacaktır. Bunun için “Doğu Roma’yı alır almaz ‘Patrik ve maiyeti benim korumam altındadır.’ diye bir ferman” yayınlar. (Kongar, 1990: 50) Üstelik Katolik âlemindeki protestolara da koruyuculuk ederek onların kendi içinde de ayrışmasını sağlamaya çalışır. Paramparça olan bir Hristiyanlık, böylece, Müslüman bir imparator tarafından yönetilebilir.

Dönemin olaylarını gerçekçi bir atmosferde okuyucuya aksettiren yazar, aslında kendisine kocaman bir oyun alanı yaratmıştır. Zira anlatının en başında “Bu satırdan itibaren karşılaşacağınız tek ve biricik gerçek, romanın kendi gerçeğidir. Romandaki bütün isim, cisim, kişi ve olaylar, (hatta bu satırlar bile) uydurmadır.” (Kongar, 1990: 5) ifadeleri bulunur. Buna göre Kongar’ın bahsettiği sahaf hatırası dâhil her bölüm, anlatının hikâyesini oluşturan bir oyunun parçasıdır.

İkiciler örgütünün lideri Raşit ve Hristiyan Filip Hoca arasında da din savaşları üzerinden bir sohbet yapılmaktadır. Raşit’in Hristiyanları suçlayıcı ve aşağılayıcı konuşmalarını bir Katolik olan Filip Hoca aklıselim ile yanıtlar ve din savaşlarını dinlere değil iktidarlara bağlar.

İkinci olarak, Hıristiyanların insanları yaktıklarından söz ediyorsun ama, siz de Hurufîleri daha yeni, toptan katletmediniz mi? Hem de çok eleştirdiğin yakma yöntemi ile! Evlat unutma ki tektanrılı dinlerin hepsi bağışlayıcılığı öngörür ama iktidarı elinde tutanlar, yani bu dinleri uygulayanlar, kendi görüşlerinden sapanları en sert biçimde eleştirir ve onları ellerine fırsat geçer geçmez de yok ederler. Çünkü yöneticiler açısından sorun Allah sorunu değil, iktidar sorunudur. İktidarı Allah adına ellerinde

tuttuklarını öne sürenler, aslında kaba kuvvet aracılığı ile iktidarı ele geçirip, hükümdarlıklarını yine silah gücü ile sürdürenlerdir. Gerek Avrupa’daki, gerek Asya’daki bütün hanedanlar böyledir. Bu hanedanlar iktidarlarını korumak için işledikleri cinayetleri örtbas etmek için de, (‘kendi menfaatim için yapıyorum’ diyemediklerinden) ‘Allah’ın hizmetinde olduklarını öne sürerek halkı aldatırlar. Aslında din adına yapılan savaşların pek çoğu kişisel iktidar ve para hırsı adına işlenen cinayetlerdir. Bunun en güzel örneği Haçlı Seferleridir. (Kongar, 1990: 114)

Genç, tutkulu bir Müslüman olan Raşit’e karşı, Filip Hoca yaşça ve aklen daha olgun bir görüntü çizer. Anlatıda makul düşünceler ve sosyal mesajlar bir Hristiyan olan Filip Hoca aracılığı ile okuyucuya aktarılır.

İslam dünyasının yüzyıllarca tehdit eden Haçlı Seferleri, Kara Kitap’ta da kendisine yer bulur. “Haçlı zırhları gibi hala parlayan güzelim direksiyonunun…” (Pamuk, 1999: 27) ifadesi Haçlı birliklerinin zenginliği ve şaşasını yansıtan bir teşbihtir. Avrupalı devletlerin en gözde askerlerini, bir din hizmeti gözeterek, bu birliğe vermeleri ve bütün maddi güçlerini kendileri için büyük tehlike arz eden Müslümanları yok etmek için kullanmaları, oluşturulan birliklerin kuvveti hakkında bilgi vericidir.

Kara Kitap’ta bir köşe yazarı olarak tanıdığımız Celâl’in yazılarında da din ve mezhep

savaşlarına ilişkin değerlendirmeler göze çarpar. Bir rehber tarafından okunan bu yazılarda “Abbasi kuşatmasından korkuya kapılıp yeraltına inen Bizanslılarla, Haçlı istilasından kaçan Yahudiler” işlenir. Yalnızca farklı dinlerin savaşı değil, Bizans’ın kendi dindaşı olan İtalyanlara, Cenevizli, Amalfilili, Pisalılara yönelik katliamları da anılır. (Pamuk, 1999: 185)

Dinler arasındaki bu mücadelenin din adamları özelinde de yaşandığı, bir sinema filmi üzerinden aktarılır.

Küçük Anadolu kasabalarındaki sinemaları pazar öğleden sonraları dolduran erlere, seyrettikleri tarihi filmdeki yiğit Türk savaşçısına zehirli şarabı içirmeye çalışan perdedeki fitneci ve tarihi papazın, gerçek hayatta İslam’a bağlı alçakgönüllü bir oyuncu olduğunu anlatmak, bu insanların tek eğlenceleri olan öfkelerinin tadını kaçırmaktan başka bir sonuç verir miydi? (Pamuk, 1999: 82)

İnsanlık tarihi boyunca süren din mücadeleleri günümüzde dahi sonlanmış değildir. Bugünün Almanya’sında, hala yabancıların – bilhassa Türklerin – yaşadıkları sıkıntılardan gurbetçi bir yazar olan Güney Dal’ın, Kılları Yolunmuş Maymun anlatısında bahsedilir. İbrahim Yaprak’ın roman karakteri olan Ömer Kul, okuyucuya bu tecrübeleri aktarır.

Almanlar, biz yabancılardan, özellikle Türklerden hala çekiniyorlar sanıyorum. Oysa yirmi beş yıldan fazla oldu onlarla iç içe oluşumuz. Düşünüyorum da bazen, hakları da yok değil hani. Sen durup dururken adamların Papa’sını öldürmeye kalk! Olacak iş değil. Eh onlar da tabii, biraz soğuk davranıyorlar bizlere karşı. Çalıştığım işliğin mayisteri: Yahudiler kaç bin yıldır İsa’mıza yaptıklarının

günahını silemediler Kul Bey; bakalım siz bu lekeyi ne zamana kadar taşıyacaksınız? dediydi. Nedense, bizleri son zamanlarda Yahudilerle karşılaştırma oldukça sıklaştı.(Dal, 1988: 12)

Bahsedilen Papa’ya suikast olayı, 13 Mayıs 1981 yılında Mehmet Ali Ağca tarafından II. Ioannes Paulus’a düzenlenen saldırıdır. Papa, Vatikan meydanında halkı selamlamakta iken Ağca tarafından vurulmuştur. Anlatıda, bu olayın Yahudiler ve Hz. İsa arasında yaşananlarla bir tutulduğu söylenmiştir.

Yahudiler, İsa’yı Hz. Musa tarafından müjdelenen peygamber olarak görmediler ve ona Pagan Romalılardan da sert karşı çıktılar. İsa’nın yumuşak huyu ve bağışlayıcı tavrının, onların beklediği peygamberin özellikleri olmadığına inanmışlardı. Ayrıca Hristiyan inancına göre İsa’ya ihanet eden kişi onun 12. Havarisi Yahuda’dır. (Luka 22) İsa bu ihanetin ardından Golgotha’ya çıkarılmış ve çarmıha gerilmiştir.(Yuhanna 19) Bu yüzden Yahudiler peygamber öldüren kavim olarak bilinirler. Yani Ağca’nın papa suikasti, Yahudilerin İsa suikastine eşdeğer tutulmuştur.

Din ve mezhep savaşları, incelenen bazı anlatılarda, yaslanılan tarihî gerçekliğin bir gereği olarak sunulmuştur. Hristiyanların Yahudilere olan soğuk bakışlarının tarihî sebeplerine değinilmiş, İstanbul’un fethinin de Hristiyanlar arasındaki iç çatışmadan ötürü engellenemediği meselesine vurgu yapılmıştır. Katolik, Ortadoks ve Protestan mezhepleri arasındaki mücadelelere, 30 yıl savaşları gibi tarihî konulara anıştırmalar yapılmıştır.

İslam devletlerine karşı düzenlenen Haçlı Seferleri de, metinlerde değinilen diğer konulardandır. İki din arasında yıllardır süregelen bu mücadele, din eksenli bir görünüş arz etmesine karşın, ekonomik ve siyasal bir hâkimiyet yarışı olarak da öne çıkarılmıştır. Papalığın Orta Çağ Avrupa’sındaki mutlak gücü, edebiyat ürünleri vasıtasıyla, okura sunulmuştur. Aynı fizikî ve fikrî çatışmanın günümüzde hala varlığını sürdürdüğü düşüncesi, İsrail-Filistin örneği üzerinden desteklenmiştir.

Din savaşlarının kötülenmesi ve inançlar üzerinden köklendirilmeye çalışılan düşmanlıkların yanlış olduğu da bazı anlatı karakterlerince savunulan meselelerdir. Barışçıl mesajlarıyla ön plana çıkan dinler, beşerî iktidarların ellerinde birer korku ögesi olarak sunulmuşlardır.

Buraya kadar yer verilen örneklerden bazı çıkarımlar yapılabilir. Bunlardan biri, kuşkusuz, edebiyat ürünlerinin bilimsel birer çalışma olarak da iş görmeleri olacaktır. Üslup olarak o disiplinlere bağlı kalmasa da edebiyatın tarih ve sosyoloji gibi bazı bilimlerden faydalanarak vardığı sonuçlar, yaptığı çıkarımlar anlatılara çeşitli şekillerde yansımışlardır. Yine, bilgi verme ve bilinç oluşturma noktasında edebî ürünlerin büyük bir işlevi vardır. Bu

doğrultuda, şimdiye dek incelemeye gayret ettiğimiz iki semavi dinin tarihi gelişimi ve inananların sosyal hayatları sadece okunan anlatılar vasıtasıyla öğrenilebilir.

Sonuç itibarıyla, metinlerde, genel manada Hristiyanlığın olumsuzlamaya maruz kalmayan bir din olduğunu görüyoruz. Peygamberlerine yapılan zulümlerin ve kendi dindaşlarından gördükleri şiddetin yanında, özellikle İslamiyet ile olan mücadelelerine olan vurgu önemlidir.

1.3. İslamiyet

Vahiy kaynaklı bir inanış olan İslamiyet, ilahi dinlerin sonuncusudur. Hz. İbrahim’den beri süregelen elçilerin, haber verdikleri dinin kendisi olduğu öğretisini taşır. Kutsal kitabı

Kur’ân-ı Kerîm, İslam peygamberi Hz. Muhammet’e, 610 yılında başlanıp yirmi üç yılda

vahyedilen ayetler ışığında vücut bulmuştur. Kelime-i şehâdet getirmek bu dinin ilk şartıdır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Hacca gitmek, zekât vermek gibi buyruklara uyan kişi Müslüman sayılır.

İslamiyet’in gelişi, o dönemin Arap toplumu arasındaki sosyal düzeni temelden sarstığı için yayılmasına karşı türlü engeller ortaya konmuştur. Hz. Muhammet önderliğindeki inananlar, dinlerinin ikbâli için önce Medine’ye hicret etmişler fakat bitmek bilmeyen müşrik saldırılarına karşı, sonunda, savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu durum, Mekke’nin Müslümanlarca fethine dek sürmüştür.

Hz. Muhammet yönetiminde kurulan İslam devleti, türlü cefaların ardından birliğini sağlamış ve Peygamber’in vefatından sonra Dört Halife dönemi ile dinin yayılması sürmüştür. Tarih boyunca, Arap ve Türk kökenli kimi devletler, dinin bayraktarlığını üstlenmişler ve ilâ- yı kelimetullah davasına hizmet etmişlerdir.

Günümüzde geniş bir coğrafyada hüküm süren İslamiyet, oluşturduğu kültürle nice sanat ve edebiyat ürününe de sirayet etmiş durumdadır. Yerli, yabancı birçok ilim ve sanat erbabı, eserlerinde İslamiyet’ten çeşitli şekillerde yararlanırlar.

İslamî inancın temelinde “tevhit” fikri vardır. Diğer dinlerden farklı olarak Allah’ın varlığı ve birliği düşüncesi esastır. Kişinin iman etmiş olabilmesi için kabul etmesi gereken bazı şartlar vardır. Bunlar şöyle belirlenebilir: