• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: BĐRLEŞME KAVRAMININ TEORĐK ÇERÇEVESĐ VE

1.2. Banka Birleşmelerine Genel Bir Bakış

1.2.2. Dünya’da ve Türkiye’de Banka Birleşmeleri

Gelişmiş ülkelerdeki banka birleşmeleri, bankaların kar marjlarında azalmaların meydana geldiği ve buna bağlı olarak büyük ölçekler oluşturarak bu azalmaları telafi etme çabalarının yoğunluk kazandığı 1980’li yılların ortalarına rastlar. Bu sürecin

çapında çok çeşitli müşteri kitlelerinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bankalar ortaya çıkmıştır. Yapılan çalışmalar, bankacılık sektöründeki bu birleşmelerin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre farklı şekillerde ortaya çıktığını göstermektedir. Ölçek ekonomisi yoluyla etkinliğini arttırmak isteyen ve buna bağlı olarak yapılan sınır ötesi ve yurt içi birleşme ve devralmalar daha çok gelişmiş ülkelerde gerçekleşirken, finansal krizlerden kaynaklanan problemleri çözmek amacıyla yapılan banka birleşmelerinin ise, genellikle gelişmekte olan ülkelerde ve hükümet müdahalesiyle gerçekleşmesi dikkat çekicidir. Bir başka anlatımla; gelişmiş ülkelerde birleşme süreçleri piyasa güçleri tarafından yönetilirken, gelişmekte olan ülkelerde bu süreç kamu otoriteleri tarafından yürütülmektedir.

Finansal sektör birleşmelerinin, piyasa dinamikleri öncülüğünde nasıl gerçekleştiğine ilişkin incelenmesi gereken belli başlı ülkelerden bazılarına aşağıda kısaca yer verilmiştir:

ABD: Dünya’daki finans sektöründe yaşanan birleşme ve satın almalara bakıldığında,

en yüksek payın %55 ile ABD’de gerçekleşmiş olduğunu görmekteyiz (BIS, 2001:37). Gerek bankacılık sektöründeki birleşmelerin ilk olarak bu ülkede ortaya çıkmış olması, gerekse bu alanda yapılan ampirik çalışma ve etki analizlerinin de genelde bu ülkedeki bankacılık sektörü üzerinde yoğunlaşması, ABD’yi banka birleşmeleri açısından incelenmesi gereken en önemli ülkelerden biri haline getirmiştir.

ABD’deki bankacılık ile ilgili yasal düzenlemelerin temeline bakıldığında, bu tür kuruluşların asli görevinin, halkın parasını en güvenli şekilde değerlendirmek olduğu görülür (Dymski, 1999: 36-37). Bu anlayıştan hareketle, gerek 1933 yılında yürürlüğe giren Glass-Steagall Kanunu olsun, gerekse 1927’de kabul edilen Mc Fadden Kanunu olsun, bu her iki Kanun da ABD’nin finans piyasalarında güvenli bir ortam yaratma çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Bu tür kısıtlayıcı yasaların varlığı her ne kadar 1956 yılında çıkarılan Bankalar Yasası ve Banka Holding Şirket Yasası ile 1960 yılında çıkarılan Banka Birleşme Yasası ile kısmen giderilmiş olsa da, ABD’deki bankacılık sektörünün 1980’li yıllara kadar küçük ve parçalı bir yapıda kalmasına engel olamamıştır. Nitekim; bu tür kısıtlamalar bankaların aktiflerinin büyümesini engellemiş ve sistemin büyük çoğunluğunun küçük ölçekli bankalardan oluşmasına neden olmuştur.

1980’li yıllar ile birlikte serbestleşme yönünde atılan adımlar finans piyasalarında büyük bir değişime neden olmuş ve bankalar arasında satınalma ve birleşme faaliyetleri hız kazanmıştır. Bu dönemde yürürlüğe konulan bazı düzenlemelerle, bankaların mevduata verdikleri faizler üzerindeki sınırlamalar kaldırılmış, kredi kullandırımına ilişkin koşullar kolaylaştırılmış, diğer eyaletlerde banka edinimine imkan verilmiştir (Şahözkan, 2003). Bu dönemde Texas’da baş gösteren bankacılık krizinin bir uzantısı olarak, Chemical Bank of New York’un Texas Commerce Bank’ı ve Republic Bank’ın Interfirst Bank’ı satın alması yapılan düzenlemelerin bir sonucu olarak değerlendirilebilir (Dymski, 1999:51). Yine 1987 yılında FED’in yapmış olduğu bir seri düzenlemenin ABD Yüksek Mahkemesi tarafından da onanması sonucu, bankaların diğer finansal hizmetleri sunma ve ürün çeşitliliğini arttırma noktasında önlerindeki tüm hukuki engeller de kaldırılmıştır.

ABD’de yaşanan finans sektöründeki birleşme sürecine bakıldığında, daha çok bankacılığın ağırlığını hissettirdiği gözlemlenmektedir. Bu dönemde yaşanan birleşmelerin %51.8’lik kısmını bankaların bankalarla olan birleşmeleri oluşturmuştur. En büyük birleşme ve devralmanın dokuz tanesi finans sektöründe özellikle bankacılık alanında gerçekleşmiştir. Citicorp-Travels, Bank America-Nation Banks, Bank One-First Chicago ve Northwest-Wells Fargo birleşmeleri söz konusu mega birleşme ve devralmalardan en önemlileridir (Şahözkan, 2003). Bununla birlikte ABD’de uygulanan antitröst yasası gereği, küçük bankaların yatay birleşmelerine onay verilirken fiyatlar üzerinde olumsuz etkileri olacağı düşüncesiyle büyük bankaların yatay birleşmelerine onay verilmemektedir (Palombo, 1997:24). Şu ana kadar ki uygulamalara bakıldığında bunun bir tek istisnasının 1991 yılındaki Chemical Bank ve Manufacturers Hannover birleşmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Avrupa Birliği: Sermaye piyasalarının egemen olduğu ABD’nin tersine, Avrupa

Birliği’nde finansal piyasalara bankacılık sektörünün hakim olduğu söylenebilir. Gelinen bu noktada Avrupa Birliği, ülkeler arası sınırlamaların en aza indirildiği ve ekonomik entegrasyonun en üst düzeye çıkmış olduğu ender yerlerden biridir. Ancak, AB’de yaşanan birleşme ve devralma süreçlerinin tam anlamıyla sorunsuz ve engelsiz geçtiği de pek söylenemez. Tıpkı ABD’de olduğu gibi, AB’de de 1980’lere kadar olan süreçte finansal piyasalar ağır düzenlemelere tabiydi ve devlet sahipliği önemli bir rol

oynamaktaydı. Bu dönemde piyasa mekanizması fazla gelişmemiş olup, bankacılık hizmetleri çoğunlukla yerel bir yapıya sahipti. Avrupa Birliği’nde bankacılık piyasası üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması iki temel bankacılık direktifinin yayınlanması ile mümkün olmuştur. Bunlardan ilki; 1977 yılında yayınlanmış olan, bankaların müşterilerine ulaşabilmesi amacıyla diğer üye ülkelerde şube açabilmelerini sağlayan Bankacılık Direktifi olmuştur. Bu düzenleme ile bankaların diğer üye ülkelerde genişlemesi mümkün kılınmıştır. 1989 yılında kabul edilen Đkinci Bankacılık Direktifi ise; bankaların, merkezi ülkeden alınan tek lisansla Avrupa Birliği ülkelerinin tümünde bankacılık hizmetleri sunmalarına imkan tanımıştır. Avrupa Birliği Komisyonu tarafından uygulamaya geçirilen sermayenin serbest dolaşımına dönük düzenlemeler, finansal serbestleşme sürecinin hızlanmasını, Birlik içinde rekabet düzeyinin yükselmesini ve böylelikle bankacılık sektöründe birleşme ve devralmaların temel altyapısını hazırlamıştır (Zimmerman, 1995:40-41). Bu arada Avrupa Para Birliği’ne geçilmiş olması, birlik içindeki finans sisteminin yeniden yapılandırılmasını mümkün kılmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın hatırı sayılır bankaları birleşerek, Euro bölgesi içindeki esasen küçük olan pazar paylarını arttırma yoluna gitmişlerdir (Frazer, 1999:1). 1985-1995 yılları arasında Avrupa Birliği ülkeleri arasında 760 finansal birleşme ve devralma işlemi olmuştur. 2005 ve 2006 yılları arasında Avrupa’nın 4 büyük bankası, ABN Ambro, BNP Paribas, BSCH ve Unicredit en geniş hacimli birleşme işlemlerini gerçekleştirmişlerdir .

Sonuç olarak; Avrupa Birliği çapında yaşanan banka birleşmeleri irdelendiğinde, küçük bankaların birleşme ve satınalma işlemlerindeki temel hedefi, hayatta kalmalarını sağlayacak bir büyüklüğe erişmek ve ölçek ekonomisi ile maliyet etkinliğini yakalamak iken, büyük bankalarda ise yeni koşullara karşı stratejik bir pozisyon alma ve ölçek ekonomisini yakalamak temel hedef olmuştur (European Central Bank, 2000:6).

Brezilya: Güney Amerika’nın en büyük bankacılık pazarına sahip olan Brezilya,

yaşanan ekonomik krizler finansal sistemin her defasında yeniden yapılanmasına neden olmuş, yaşanan bu gelişmeler bankacılık kesimini de doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde enflasyonun düşük olması ve kredilere duyulan yoğun talep beraberinde bankaların risklerinin de artmasını sağlamıştır. Yüksek enflasyon dönemlerinde gelirin çok büyük bir kısmının enflasyondan kaynaklanması nedeniyle kredi kararlarında risk

analizleri yapmayı gereksiz bulan bankalar, bu alışkanlıkları ile düşük enflasyonlu yeni dönemde, artan kredi taleplerini değerlendirmede ciddi sıkıntılarla karşılaşmışlardır (Erdönmez, 2000:5). Yaşanan hiper enflasyon nedeniyle uygulamaya konulan “real planı” ile, dört haneli enflasyon rakamı tek hanelere indirilmiş, bunun bir sonucu olarak yüksek getirilerin azalması ile de devlet müdahalesi zorunlu hale gelmiştir. Bütün bu uygulamaların bir sonucu olarak iki yılda toplam 182 banka yeniden yapılandırmaya tabi tutulmuş, birleşmelerle banka sayısı azaltılarak toplamda 20 banka sistemin %80’ini kontrol eder hale gelmiştir. 1998’den itibaren uygulamaya konulan yeni düzenlemeler banka birleşmelerini teşvik etmiş ve uluslararası bankaların ülkeye yatırımları hız kazanmıştır. Anılan dönemde ABN AMBRO’nun Banco Real’e, HSBC’nin Bamerindus’a Caixa Geral de Depositos’un Banco Banderiandes’e yaptığı yatırımlar örnek gösterilebilir. 2000 yılına gelindiğinde bankacılık sektöründe yabancı özel bankaların aktif büyüklük içindeki payı %27’lere ulaşmış bulunmaktaydı (Garanti Bankası, 2001:1). Bu bankalar içerisinde en büyük pay ise şüphesiz ABD’li bankalara aitti.

Meksika: Sık sık karşılaştığı dış borç krizleri ve devalüasyonlarla bankacılık sisteminin

derinden yaralandığı Meksika’da, 1998 yılından sonra tüm bankalar devletleştirilmiş ve sektördeki banka sayısı 60’lardan 18’lere gerilemiştir. Bu dönemde sistemde kalabilme mücadelesi veren bankalar çareyi mevcut aktiflerini en kısa sürede iyileştirme yönünde stratejiler geliştirmede bulmuşlardır (Garanti Bankası, 2001:9). Ülkede ortaya çıkan sermaye eksikliği yabancı bankaları bu ülkede yatırımlara yöneltmiş, 2000 yılı sonunda BBVA’nın Bancomeri ve BSCH’nin BancaSerfin’i satın alması ile yabancı bankaların toplam aktifler içerisindeki payı %50’nin üzerine çıkmıştır. Meksika’da bankacılık sektöründe meydana gelen birleşmeler sonucu konsantre bir yapı ortaya çıkmış ve bunun bir sonucu olarak ülkedeki üç büyük banka, bankacılık sistemindeki toplam aktiflerin %70’ini oluşturur hale gelmiştir (Peek ve Rosengren, 2000:50). Bu dönemde Meksika’da meydana gelen krizlerin, benzer politikaları uygulayan diğer Latin Amerika ülkelerini de etkilemesinden korkulmuş, ancak “tekila etkisi” olarak adlandırılan bu kriz özellikle IMF’in sağlamış olduğu desteklerle hafif atlatılmıştır (Alp, 2001:56).

Đsrail: Oldukça konsantre bir yapıya sahip olan Đsrail’deki bankacılık sektörü,

uzak kalmıştır. 34 bankanın faaliyette bulunduğu ülkede, banka sayısı açısından geniş ve rekabetçi gibi görünse de beş büyük bankacılık grubu halen sektörün %90’dan fazlasını elinde bulundurmaktadır. 2000 yılından itibaren istikrara bağlı olarak yabancı bankaların ülkeye olan ilgisi giderek artmaktadır (Garanti Bankası, 2001:5-7). Citibank ve HSBC’nin şube açmaları ve Bank of America gibi bazı uluslararası bankaların birleşme konusunda girişimde bulunmaları, bu gelişmelere örnek olarak verilebilir.

Güney Kore: 1980 yılına kadar Güney Kore’de finansal sistemin büyük bir çoğunluğu

kamunun mülkiyetinde bulunmaktaydı (Jeon ve Miller, 2000:8). 1976 yılında Seoul Bank ile Kore Turst Bank’ın birleşmesi haricinde, 1997 yılında yaşanan Asya krizine kadar banka birleşmeleri açısından önemli bir gelişme kaydedilmemiştir. 1980’li yıllardan itibaren ticari bankaların özelleştirilmesi ve buna paralel olarak finansal sistemin serbestleştirilmesine yönelik planların uygulamaya konulmuş olmasına rağmen, belirli tip kredi ve mevduatlarda hükümetin kontrolü az da olsa devam etmiştir. 1997 yılında baş gösteren Asya kriziyle birlikte şirketlerin zor duruma düşmesi, verdikleri kredilerin geri dönmeyişi, bankaların mali yapılarını bozmuştur. Bu süreç, bankaların mali yapılarına bir kamu müdahalesini zorunlu hale getirmiştir. Güney Kore, bankacılık sektöründe yoğunlaşmanın birkaç banka üzerinde toplanmasının, ülke açısından ne gibi riskler doğurabileceğine tipik bir örnek olmuştur.

Gelişen olaylar karşısında Güney Kore Hükümeti, 3 Aralık 1997 tarihinde, başta işgücü piyasaları olmak üzere, finans sektörü ve reel sektörün yeniden yapılandırılmasını içeren bir dizi yapısal reformlar ve makro ekonomik istikrarı içeren acil önlem paketi üzerinde IMF ile anlaşmaya varmak zorunda kalmıştır. Alınan kararlar doğrultusunda, 1998 yılında sermaye yeterlilik rasyosu %8’in altında kalan 5 banka satınalma ve birleşme seçenekleri kullanılarak piyasadan çıkarılmaya zorlanmıştır. Yine 1999 yılında 10 banka birleşerek 4 bankaya dönüşmüş, daha sonra da bu bankalardan ikisi tekrar birleşerek tek banka haline gelmiştir. 2000 yılına gelindiğinde, yapılan düzenlemelerin bir sonucu olarak, 1997’de 32 olan banka sayısı 22’ye gerilemiş bulunmaktaydı (Dinçer, 2006). Güney Kore’nin yaşanan bu krizden çıkmasının, diğer Asya ülkeleri ile birlikte IMF’e ve Dünya Bankası, Asya Kalkınma Bankası gibi kuruluşlara maliyeti yaklaşık 120 milyar doları bulmuş, IMF, tarihinin en büyük finansal yardım paketini bu ülkelere açmıştır (Demir, 1999:141). Bu yardım operasyonunun altında yatan sebep; Güney

Kore’nin ihracat pazarında ortaya çıkan daralmaya bağlı olarak kreditörlerine aşırı yatırım yapıldığı ve daha fazla verecekleri kredilerin bir işe yaramayacağı kaygısıyla önce kredileri daraltmaları ve daha sonra da döndürmeyi reddetmeleri olmuştur (Özel, 2008:138). Olay önce döviz krizine dönüşmüş ve daha sonra da iflaslarla birlikte

şirketlerin el değiştirmelerine neden olmuştur.

Türkiye: Türkiye’deki banka birleşmelerine gelince; bu süreç, TMSF bünyesine alınan

bankaların 2001 krizi sonrasında kamu eliyle çözümlenmesiyle başlamıştır. Bu dönemde TMSF’nin, devraldığı, mali bünyesi bozuk ve faaliyetine devam etmesi sakıncalı görülen 22 bankanın 13 tanesini birleştirdiğini, 5 tanesinin faaliyet gösteren diğer bankalara satışını gerçekleştirdiğini, 3 bankayı tasfiye ettiğini ve 1 bankayı ise, Fon bünyesinde varlık yönetimi işlevini yürütmek üzere geçiş bankası olarak yapılandırdığını görüyoruz. TMSF’ye devredilen bu bankaların, devirden önceki yıl sonu itibariyle bilanço büyüklükleri toplamının yaklaşık 21 milyar YTL ile sektördeki toplam aktiflerin yaklaşık %15’ini, 33 bin civarındaki personel sayısının ise sektörün yaklaşık %21’ini teşkil ettiği bilinmektedir (BDDK, 2006:34-35). Türk Bankacılık Sektörünün 1980-1990 dönemi incelendiğinde, sektörde yer alan bankaların karlarını maximize etmek adına yüksek risk almalarına rağmen, bu riski karşılayabilecek yeterli sermayelerinin bulunmayışı ortak özellik olarak karşımıza çıkmaktadır (Dinçer, 2006). Yine anılan dönemde bankaların, şoklara karşı hassas bir yapıda faaliyetlerini sürdürmelerine rağmen, sahiplik yapıları nedeniyle riski dağıtma, güçlü bir sermaye yapısına ulaşma, eksik yönlerini tamamlayabilecek yeni bir organizasyonel yapılanmaya gitme ve böylece faaliyet ömrünü uzatma gibi amaçlara ulaşmak için birleşme, devralma ve stratejik ortaklıklar kurma yönünde herhangi bir çaba sarfetmemiş olmaları da bir başka ortak özelliktir.

Türk Bankacılık Sektörü 2001-2007 döneminde piyasa dinamiklerine dayalı bir yapılanma yaşamış ve bu yapılanmanın önemli bir bölümünü de sektördeki devir ve birleşmeler teşkil etmiştir. Anılan dönemde 10 adet birleşme yaşanırken, 14 adet de hisse devri gerçekleşmiştir. Bu birleşmelere Oyakbank’ın Sümerbank’ı, HSBC’nin Demirbank’ı, Denizbank’ın Tarişbank’ı satın alması örnek olarak verilebilir (BDDK, 2006:34-42). Yine aynı dönemde Pamukbank’ın TMSF bünyesine alınarak Yapı Kredi’ye ait hisselerinin Koç Finansal A.Ş’ye satılması ve geri kalan hisselerinin de

tezimize konu olan T.Halkbankası A.Ş. tarafından satın alınarak Pamukbank-Halkbank birleşmesinin gerçekleştirilmesi, yukarıda verilen örneklere ilave edilebilir.