• Sonuç bulunamadı

III. İNSAN PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN HASAN ALİ TOPTA^ ROMAN KİMİLERİ

2. Roman Kişilerinin Kişilik Tipleri

2.5. Bağımlı Kişilik

Bağımlı kişiler kendi başlarına karar veremezler, bunun için de bir işe başlamak onlar için çok zordur. Yalnız başına bir iş yapmayı sevmeyen bu tipler, kimseye hayır diyemezler.

Başkalarına yardım etmeyi severler.

2.5.1. Bekçi (Gölgesizler)

romanındaki köyün bekçisi, kendi başına ve muhtardan emir almadan hiçbir iş yapamaz. Bekçi olması yönüyle elbette muhtara bağlı olması gerekir ancak o, sorgulamadan her dediğini yapmaktan geri durmadığı gibi, kendi başına başka işleri de yapamaz.

2.6. ^izofrenik Tipler

Şizofreni bir kişilik tipi olmaktan çok bir psikolojik rahatsızlık çeşididir çünkü tedavi gören şizofren vakalar vardır. Şizofreni kişinin gerçeklikle bağının kopması, dış dünya algısının normal insanlardan farklı olmasıdır. Yani “narsistik bir regresyona, bunun sonucu objelerin yitmesine, ego kuruluşunda ve gerçeği değerlendirme fonksiyonunda bir hasara dayanır” (Fenichel 1974: 403).

2.6.1 Cennet'in Oğlu (Gölgesizler)

Cennet'in oğlu Güvercin kaybolana kadar varlığından bile haberdar olmadığımız, silik bir tiptir. Hatta o kadar silik bir tiptir ki bir adı bile yoktur. Herkes onu Cennet'in oğlu diye çağırır. R eşit'in kızı Güvercin kaybolduğunda, muhtar kızın Cennet'in oğlu tarafından kaçırıldığını düşünür. Onu konuşturmak için uzun uğraş verir, ona işkence yapar. işkenceler sonucunda Cennet'in oğlu çıldırdır ve gerçeklikle bağını yitirir. Artık köyde çocukların eğlencesi haline gelen Cennet'in oğlu, “kar neden yağar kaar” diye bağırıp koşar. Kimse onun niçin böyle dediğini anlayamaz.

Bir gün bulduğu bir yılanla köyün içinde çocukları korkutup durur. Sonunda yılanı beline sarar ve yılanın kuyruğunu da ağzına verir. Kuyruğunu yutmaya başlayan yılan CennetSin oğlunun belini iyice sıkar ve nefesi kesilir, ölür.

2.6.2. Kevser (Kayıp Hayaller Kitabı)

Diğer bir şizofren ise ^^^^^^^^ndaki KevserSdir. Kevser ile HasanSın dedesi gençken birbirlerini sevmişler ve nişanlanmışlardır. Ancak Hidayet diye bir yabancı bir gün KevserSi kaçırır. Kevser onunla asla konuşmaz, o da onu ev hapsinde tutar. Ancak bir gün çocuğu olunca o da artık her şeyden vazgeçer, çocuğuyla oyalanır. Çocuk bir gün HidayetSin çantasında bulduğu bir şeyi yer, zehirlenerek ölür ve HidayetSin kaçakçı olduğu ortaya çıkar ve dağlara kaçar. Kevser ise evi ateşe verip, köyden ayrılır. Rivayete göre dağda HidayetSi bulup, kafasını bir taşla ezer, taşı da torbaya koyup eski köyüne geri döner ancak o da çıldırmıştır.

Köyde torbası sürekli sırtında dolanır durur, peşinden ise köpekler onu takip eder. Her gün HasanSın dedesinin evine uğrar, duvarda asılı duran HasanSın dedesinin resmine uzun uzun bakar. Gerçeklikle bağını sadece bu resim üzerinden kurar ancak nasıl bir algıyla algıladığını bilemeyiz.

2.7. Borderline (Sınır) Kimilik

Sınır kişiliklerin en ayırıcı özelliği tepisel davranışlar sergilemesidir. Değişken bir mizaca sahip olan bu kişiler ani heyecan ve öfke nöbetleriyle kendilerine zarar verirler. “Öfke çoğu kez yerini, bir boşluk ve sıkıntı hissiyle birlikte depresif bir mizaca bırakır.” (Lelord- André 2008: 279). Öfke, mutsuzluk ve sıkıntılarını atmak için, tepisel biçimde alkol ve uyuşturucu kullanırlar. Psikolojik problemliler arasında “intihar oranı en yüksek gruptur”

(Lelord- André 2008: 279).

Kendilerinden pek emin olmayan sınır kişilikler, ihtiyaçları konusunda da dengesiz davranışlar sergilerler.

2.7.1. Bedran (Sonsuzluğa Nokta)

Bedrannı daha önce içe dönük tipler kategorisinde ele almıştık. Ancak Bedran, trafik kazası geçirdikten sonra felç olur ve yatağa bağımlı hale gelir. Bu durum zaten içe dönük hatta içe kapanık (şizoid) olan Bedrannı hayata küskün ve öfkeli bir kişi haline getirir.

Kazanın ilk günlerinde karısının ilgisi onu fazlasıyla mutlu ederken, zamanla kendini yük olarak görmeye başlayınca artık karısını görmek istemez. Çünkü karısının artık kendisini görmek istemediğini, geçici bir süreliğine mecburen katlandığını düşünür ve öfkelenir. Karısı eve döndüğünde onu öldürmeyi düşünür ancak karısı bir türlü dönmez. O da silah elinde günlerce bekler ve bu sonsuz bekleyişe ve ıstıraba noktayı koymak ister.

2.8. Saplantılı Kimilik

Saplantılı kişiler prosedürleri harfiyen uygulayan, mükemmeliyetçi tiplerdir. Her şeyi mutlaka kuralına uydurmaya çalışan bu kişiler, inatçı ve soğukturlar. Kuşkulu olan saplantılı kişiler aynı zamanda çok vicdanlıdırlar.

2.8.1. Radyoevindeki Adam (Uykuların Doğusu)

Radyoevine atanıp da kendisine bir türlü iş verilmeyen adamı saplantılı kişilik kategorisinde değerlendirebiliriz. Çünkü radyoevine atandıktan sonra kendisine iş verilmemesini içine sindiremez ve hak etmeden maaş almayı vicdanen kabul edemez.

Kendisine iş verilmesi için çalmadık kapı, müracaat etmediği makam kalmaz. Yıllarca mücadele eden adam bunu bir saplantı haline getirir ve radyoevinin koridorlarında bir köpeğe benzemeye başlar.

2.9. Değerlendirme

Hasan Ali Toptaşnın roman kişilerini tek bir kişilik kategorisine koyup sınırlandırmak şüphesiz eksiklik olur. Çünkü bu kişiler farklı kişiliklerin özelliklerini aynı anda kendilerinde bulundurabiliyorlar. Yani bir roman kişisi, hem içe dönük hem de saplantılı; sakınımlı biri aynı zamanda paranoyak kişilik özellikleri gösterebiliyor.

Sınıflandırmanın dışında kalan kişiler: ^^^^^'da B edran'ın arkadaşı Turan, narsis kişiliğe; ^^^^^^^'ndaki H asan'ın annesi, kaygılı kişiliğe; babası Hicabi, kaygısız/vurdumduymaz kişiliğe; K evser'i kaçıran Hidayet ise sadist kişiliğe örnek verilebilir.

^ ^ ^ 'd a k i kahraman Alaaddin ise hiçbir kişilik grubunun karakter özelliklerini yansıtmadığı için faklı bir kategoride değerlendirildi. Çünkü romanda Alaaddin, ontolojik problemler yaşayan ve bunu halletmeye çalışan bir tiptir. Kendini var etmek, kendini bulmak için sokaklarda suçlularla arkadaşlık eden Alaaddin'in onlara gereksinim duyması, şizoid kişilik gibi görünse de aslında meselenin ontolojik olması durumu değiştirmektedir. Alaaddin öncelikle bir kişi olmadığından, kişiliği de yoktur. Çünkü o bazen başka birinin düşünde yaşıyordur (s. 10), anlatıcı tarafından arandığında ise onun insan olup olmadığını o da bilemez. (s. 45). Bundan dolayı Alaaddin, kişilik tiplerinin hiç birinin özelliklerini göstermez.

romanındaki anlatıcı-yazar, yani bütün mekânları ve kişileri, evinin penceresinden bir berber dükkânına bakarak onları aynada çoğaltan kişi, romanda bulunduğu yer itibariyle içe dönük bir kişiliktir. Ancak düş âleminde kişileri ve mekânları yaratan, bunları habire dönüştüren metnin yazarı olarak bakıldığında Freud'un yazar ile şizofren arasında kurduğu ilişki akla gelmektedir. Bu bakış açısı ise indirgemeci bir bakış açısı olup bu durumu izah etmekten hayli uzaktır. Çünkü yazarı bir şizofren kabul edersek, bütün şizofrenlerin bir eser meydana getirmelerini de beklemek gerekir. Yazarın şizofrenik bazı özellikler taşıması mümkündür ancak, yazarda olup da şizofrenlerde olmayan birtakım vasıflar onu yaratıcı yazar mertebesine çıkarır. O da şizofrenlerin dünyasında da var olan düşsel/fantastik hikâyelerin yazar tarafından bir süzgeçten geçirilerek estetize edilmesidir. Bu da ancak yaratıcı muhayyile, sinestezi gibi ayırıcı özelliklere sahip olmakla ilgilidir.

1. Girim: Hasan Ali Toptam^ın Hayatı

Hasan Ali Toptaş, 15 Ekim 1958Sde DenizliSnin Çal ilçesine bağlı, eski adı Dedeköy olan Baklan kasabasında dünyaya gelir. Babası uzun yol şoförü olan Osman, annesi ise ev hanımı olan HaticeSdir.

^lk ve ortaokulu BaklanSda okuyan Toptaş, liseyi okumak için Çal ilçesine gider ve lise eğitimini Çal LisesiSnde tamamlar. Böylece ilk defa ailesinden ayrı yaşamaya başlar.

Ailesinden ayrı yaşamaya başlamasının kendi yaşamında meydana getirdiği değişikliklerden söz ederken, “Çok şey değişti aslında. Doğal olarak daha geniş nefes almaya başladım.

Hemen peşinden de, sigara içmeye.” (Varlık 2010: 67), diye bahseder.

Lise yıllarında roman yazmaya başlayan Toptaş, romanı yarıda bırakır. Daha sonra hikâyeler yazmaya başlar. Tövbe adlı hikâyesi Çal KaymakamlığıSnın düzenlemiş olduğu yarışmada birinci olur. Bu ToptaşSın aldığı ilk ödüldür. (Varlık 2010: 66).

1975 yılında liseyi bitirdikten sonra, Uşak M eslek Yüksek OkuluSna giden Toptaş, siyasi karışıklıklar yüzünden bir yıl sonra okulu bırakıp DenizliSye döner. DenizliSde önce bir tabelacıda, sonra ise adı geçen prefabrik büroda bir süreliğine çalışır. Bu süre zarfında hikâyeler yazmaya devam eder.

1979 yılında askerliğini UrfaSda yapıp dönen Toptaş, 1980Sde çocukluk arkadaşıyla evlenir. Bu zaman zarfında işsiz olduğunda çeşitli memurluk sınavlarına girer ve bunlardan birini kazanarak Çivril Vergi DairesiSnde veznedar olarak göreve başlar. Beş yıl veznedarlık yaptıktan sonra, anlamsız bulduğu para saymak işinden kurtulmak için, Maliye BakanlığıSnın yaptığı sınava girer, bu sınavı kazanır ve AnkaraSya girer. AnkaraSya gitmekteki amacı hem ÇivrilSden kurulmak hem de edebiyat çevrelerine daha yakın olmaktır. 1988 yılında Sincan Vergi DairesiSnde icra memuru olarak işe başlayan Hasan Ali Toptaş, memnun olmasa da

Sincan Vergi DairesiSnde 1996Sya kadar çalışıp, emekli olur.

Hikâyelerini bir türlü yayınlatamayan Toptaş, 1987 yılında, adlı hikâye kitabını, kendi imkânlarıyla ^z YayınlarıSna yayımlatır ancak, kitap okuyucuya ulaşamaz. Daha sonra, adlı hikâye kitabı 1990 yılında, arkadaşlarıyla IV. YAZARIN HAYATINDAN ROMANLARINA YANSIYANLAR

kurdukları Yazıt Yayınlarınnda basılır. Fakat da, yazarın istediği gibi, okuyucuya ulaşmaz. (Varlık 2010: 73).

Bu yıllarda, yayınevlerinin ve okuyucunun ilgisizliği yüzünden edebiyata küsen Hasan Ali Toptaş, yazmayı bırakma kararı alır ancak, eline bir türlü hâkim olamadığını söyler. Bu küskünlük döneminde yazdığı küçük küçük metinler daha sonra bir dosya boyutuna ulaşınca Toptaş, bunlara adını verir. Şiirsel metinler dediği 1993 yılında, bir arkadaşının aracılığıyla, lsveçnteki Kültür Konseyinnin finans desteğiyle basılır.

Toptaşnın maliyetini kendisinin karşılamadığı ilk kitap olur. Bu da onu ziyadesiyle mutlu eder.

1993 yılında Çankaya Belediyesi ve Damar edebiyat dergisinin birlikte düzenledikleri öykü yarışmasında birincilik ödülü alır. Ardından

Kültür Bakanlığınnın düzenlediği yarışmada mansiyon ödülü alır. Bu gelişmeler, Hasan Ali Toptaşnın edebiyat dünyasına olan küskünlüğünün sona ermesini sağlar. Aynı yıl içinde

Kültür Bakanlığı tarafından basılır.

1994 yılında Toptaşnın yeni kitabı Yunus Nadi Roman Ödülünne layık görülür ve 1995 yılında Can Yayınları tarafından basılır. Bir yıl sonra,

yine aynı yayınevi tarafından, 1997nde ise adlı çocuk romanı Damar Yayınları tarafından basılır.

1998 yılında, Toptaşnın yayınlanmasında güçlük çektiği adlı romanı, Adam Yayınları basar ve roman 1999nda Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünnü alır. 2005 yılında

adlı romanı ve 2007 yılında ise adlı, yazarın düz yazılarının toplandığı kitabı Doğan Yayınları tarafından basılır.

1999 yılında İletişim Yayınları, yazarın bütün kitaplarını basar. Son kitabı adlı romanı yine İletişim Yayınları tarafından 2013nte basılmıştır.

2. Hasan Ali Topta^^ın Edebi Kişiliği ve Yazar Eser İlişkisi

Hasan Ali Toptaşnın çocukluğu Denizlinnin Çal ilçesinin Baklan kasabasında geçer.

Küçük bir yer olan bu kasabada, o yıllarda henüz elektrik ve su yoktur. Dolayısıyla

“çamaşırlar ve insanlar çeşme başlarına inşa edilen yunaklarda küllü suyla yıkanır, içme suyu bu çeşmelerden kovalarla ve ağaç testilerle taşınır, geceler gaz lambasıyla ay d ın la tılır^ ”

(Varlık 2010: 54). Bunların yanında bir de yazarın evde sevgi ve şefkat eksikliği hissetmesi onu, kitaplara yöneltir. Yazar o yılları şöyle anlatır: “ O yıllardaki okumalarım, aslında bir tür kaçıştı. Kasaba ortamından, bu ortamın verdiği acılardan ve çocuk aklımla, çocuk yüreğimle aşamadığım şeylerden kaçış. Kasabada tek kütüphane, ortaokulun kütüphanesiydi ve ben sürekli oraya kapanırdım.” (Çağlar 2000: 217).

Toptaş'ın kütüphaneye kapanıp, kitaplara sığınması ve kelimelerin arasına gizlenmesinde bütün bunların yanında, başının arkasında çıkan bir yaranın da etkisi vardır.

Kadınların eski usullerle tedavi etmeye çalıştıkları yara daha da kötü olur ve hastaneye gitmek zorunda kalır. Yara iyileşir ancak yaranın çıktığı yer kel olur. Arkadaşları ona “aynalı”

lakabını verip onunla alay ederler: “Başım keldi o zamanlar, cep aynası gibi parlar dururdu.

Arkadaşlarım da benimle alay ederdi. Kütüphaneye kapanışım biraz da bu yüzdendi belki.

Gene de ben o kütüphanede Yaşar K em al'i, Orhan K em al'i Balzac'ı, Dostoyevski'yi okuma mutluluğuna eriştim.” (Çağlar 2000: 217).

Arkadaşlarının taktıkları “aynalı” lakabını yetişkinler de benimseyince Toptaş, artık dışarı çıkmak istemez ve insanlardan nefret etmeye başlar. Okulda teneffüslerde bile dışarı çıkmaz çünkü kendisiyle alay edilmesinden korkar. “Aynalı hitabını işitmemek için nerede insan görürsem başka yöne doğru kaçıyordum sürekli, saklanacak yer arıyordum.” (Varlık 2010: 59).

Hasan Ali Toptaş'ın içinde bulunduğu durum itibariyle pek arkadaşı da olmaz. O yıllarda tek arkadaşı ^^^^^^^'nda da adı geçen Ham di'dir. Hamdi romanda olduğu gibi dedesi ve babaannesiyle yaşar. Akşamları ya onlarda ya da kendilerinde gaz lambasının ışığında ders çalışırlar. Yine ^^^^^^^'ndaki Sinemacı ^erif^in salonuna giremeyen diğer çocuklara, izledikleri filmleri anlatırlar. Buna benzer bir sahne romanda da geçer. Hasan ile Hamdi, sinema salonuna kaçak girer ve film izlemeye çalışırlar.

Bunlar yazarın çocukluğundan yansıyan sahnelerdir.

Yaşadığı çevreden/dış dünyadan ve içinde bulunduğu mutsuz ortamdan kaçıp kitap okumaya sığınan Toptaş, yazmaya da başlar. Böylece bu dünyaya karşılık, içinde yeni bir dünya yaratmaya çalışır. Çünkü dışa kapalı olan bu dünyada yazar kendini mutlu hisseder.

Yazar kurduğu bu dünyanın penceresinden dış dünyayı seyrederek, romanlarında anlattığı kurmaca dünyayı yaratmış olur. Bu iki dünya arasında yani yaşamak/var olmak ile yazmak arasında konumlandırır kendini: “Ben her şeyden önce yazmanın dışında kendimi var edemediğim, dengemi kuramadığım, kendimi en iyi bu yolla hissedebildiğim, bu yolla

keşfedebildiğim için ve (varsa), hayatın anlamına ancak bu yolla erişebildiğim için yazıyorum. Yazmadığım ya da yazamadığım zaman ben olamıyorum.” (Ecevit 1996: 342).

Yazarak var olmaya çalışan yazar, bu dünyada da yalnızdır aslında.

Kalabalıktan/insanlardan kaçıp kurmaca dünyaya sığınan yazar, bu dünyadaki yalnızlığını şu sözlerle ifade eder: “Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da (Erbaş 2001: 37). Zaten okuyucuyu hesaba katmadığını Okuyana Mektup adlı denemesinde söyledikten sonra şöyle izah eder bunu: “ ^ m a sa y a oturmadan önce benim yapmam gereken en önemli iş seni unutmaktır biliyorsun.

Unutamazsam, asla yazamam çünkü elimde kalem, öylece kalakalırım kâğıdın başında.

Ardından da, ne kadar uzak ve anlayışlı olursan ol, özgürlüğümün senin varlığınla kuşatıldığını düşünürüm. Bakışlarının, ne yapıp edip benim atacağım adımları şekillendireceğini düşünürüm sonra.” (Toptaş 2008: 8).

Okuyucu için yazmayı değil de okuyucuya yazmayı tercih eden Toptaş, onu hesaba katarak edebiyata ve bizzat okuyucuya kötülük yapacağını düşünür. Bunun için yazarken de yalnızdır yazar, yazmaya başlarken unutmak istediği okuyucuyu, romanın herhangi bir noktasına yerleştirmektense oraya kendini koymayı tercih eder: “ Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye, benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş devasa dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinden irili ufaklı şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.” (Toptaş 2008: 8-9).

Bu dünyada okuyucu, “bilinmeyenken hiç bilinmeyen o l u r ^ ” (Toptaş 2008: 9). Zaten yazar okuyucuyu bilemeyeceğini ancak onu sezebileceğini söyledikten sonra, okuyucunun da

“sıradan bir hayat yaşayan”, yazarı bilmesini istemez; “(ç)ünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.” (Toptaş 2008: 9).

Toptaş, çocukluğunda, babasıyla ve arkadaş çevresiyle yaşadığı sıkıntılardan dolayı, toplumdan korkar. Romanlarındaki kalabalıkları da bu yalnızlığının bir yansıması olarak görür: “Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. içinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruhsal yapımdan kaynaklanan, benim bile farkına varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir

tabii. Çocukluğumdan bu yana bir türlü yenemediğim kalabalık fobim olabilir sözgelimi.

^^^^^'nın kahramanında da vardır bu fobi; otobüs terminalinin kalabalığından bile korkar o, dehşet verici sahneler hayal eder.” (Erbaş 2001: 37).

Yazarın sosyal fobisini eserindeki bir kahramana yüklemesi, o korkudan kurtulma çabası olarak değerlendirilebilir ancak Toptaş'a göre “(O) fobi o kahramanın kılındı. Bir anlamda, hem beyhude bir defetme çabası gerçekleştirildi, hem de o fobi o kahramanın yapısını oluşturan bir malzemeye dönüştürüldü.” (Erbaş 2001: 37). Dolayısıyla yazmayı

“kalabalık bir tenhalık hali” olarak görür yazar.

Tunç K urt'un kendisiyle yaptığı söyleşide, eserlerinde zaman kavramının belirsizliğiyle ilgili soruya verdiği cevapta, zaman ile yazmak arasında ilişki kurarak yazmayı zamana müdahale olarak gören Toptaş: “Yazmak, zamanın gidişatına müdahaledir aynı z am an d a^ yazmak ya da geniş anlamda anlatmak, zamanı silmek, zamanı yeniden yapmak, zamanı genişletmek, zamanı yavaşlatmak ve zamanı durdurmak çabasıdır biraz da.” (Kurt 2011: 37).

Babası uzun yol şoförü olan Toptaş, onun sık sık gidip seyrek geldiğini söyler. Daha sonra ^^^^^'da olduğu gibi bir minibüs satın alır. Toptaş ilk ve ortaokul yıllarında, hafta sonu ve yaz tatillerini babasının yanında muavinlik yaparak geçirir. Fakat mutlu olmadığı zamanlardır bunlar: “Babamla pek geçinemezdik bu muavinlik sırasında, çünkü ben yolculardan para toplayamazdım. ^^^^^'daki muavin gibiydim tıpkı;

uyuyan yolcuları uyandırmaktan korkar, para toplarken de u ta n ırd ım ^ ” (Varlık 2010: 57).

Toptaş'ın sosyal fobi nedeniyle yaşadığı yalnızlık ve mutsuzluğunun yanında, babasıyla yaşadığı sıkıntılar kendisinin de belirttiği gibi adlı romanında tema olarak işlenmiştir.

Babasıyla çocukluğunda arası iyi olmayan Toptaş, babasını Beckett'e benzetir:

“Babam Beckett'e benzer benim; yüz hatları, sessizliği ve gözlerinin rengi tıpkı onun ki gibidir. Çok az konuşur, konuşmak külfettir onun i ç i n ^ ” (Varlık 2010: 66). Bu özellikleri bakımından Hasan Ali Toptaş da babasına benzemektedir aslında. Konuşmayı sevmez, sessiz ve sakin biridir o da. Belki de yazar babasına benzediği için, çocukluğunda babasıyla iyi bir ilişki kuramamışlardır; ya da ilişkileri iyi olmadığı için gittikçe ona benzeyerek bir yönüyle onun varlığını reddetmek istemiştir, diye değerlendirilebilir. Babasının yukarda bahsedilen özellikleri, onun yazarlığı konusunda tam ters etki eder. Onun iç dünyasına yönelmesini ve orayı zenginleştirmesini sağlar.

Annesiyle arası çok iyi olan Toptaş, hikâye anlatma özelliğini ondan aldığını söyler.

Çünkü annesi iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Öyle ki sıradan bir şeyi birkaç gün anlatabilecek derecede iyi bir anlatıcıdır. Toptaş annesi hakkında, “Hatice kod adıyla Ege topraklarında yaşayan bir ^ehrazatStır” dedikten sonra, “(n)eticede ben Beckett ile ^ehrazatSın evliliğinden doğmuş bir çocuğum.” (Varlık 2010: 67).

Bu tespit, ToptaşSın roman anlayışının, üzerine oturduğu temelleri de ifşa etmektedir aslında. Toptaş, BatıSnın sanatını (roman türü), DoğuSnun üslubuyla (masal/^ehrazat) icra eden ve roman sanatını bir adım daha ileriye taşıyan biridir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide:

“Bir anlamda masalsı/destansı anlatımı çağdaş romanın boyutlarına taşımaya çalışıyorum.”

(Ecevit 1996: 342) demektedir. Bu da “ ^ g e rç eğ in salt akılla kavranmasına karşı çıkan bir romantiğin, insanın yitip giden öteki yarısını estetik düzlemde arayışının bir göstergesi”

(Ecevit 2002: 179) olarak görülebilir.

Yıldız Ecevit, ToptaşSı Türk edebiyatında bir Kafka, diye nitelendirir. Çünkü klasik roman estetiğini bir kenara bırakır Toptaş metinleri: “Alışılmışın dışında kurgusu olan, çokkatmanlı öyküsüz metinlerdir bunların çoğu; geleneksel mimesis estetiğinin dışında yer alırlar; dış dünyayı teke tek yansıtmazlar. Soyut bir resim sanatçısı gibi, dış dünyadan aldığı formları metninde malzeme olarak kullanıyordur Toptaş; sonra inanılmaz bir titizlikle onları farklı formlara dönüştürüyor, daha önce varolmamış yapıtlar yaratıyordur.” (Ecevit 2002:

169).

Niçin roman yazdığını tam olarak bilmediğini söyleyen Toptaş, bu konuda şunları ifade eder: “Belki aklımın işleyişine ve karakterime denk düşen yanları var. Kendimi romanla mı daha iyi ifade ediyorum bilmiyorum. Belki de kendimi romanla daha iyi örtüp daha iyi

Niçin roman yazdığını tam olarak bilmediğini söyleyen Toptaş, bu konuda şunları ifade eder: “Belki aklımın işleyişine ve karakterime denk düşen yanları var. Kendimi romanla mı daha iyi ifade ediyorum bilmiyorum. Belki de kendimi romanla daha iyi örtüp daha iyi