• Sonuç bulunamadı

B

u kitabın yazılmasına kaynaklık eden “İstanbul’da Eski Kent Merkezleri ve Gecekondu Mahallelerinde Kentsel Dö- nüşüm ve Sosyo-Mekânsal Değişim” başlıklı araştırma, Haziran 2008 ve Ekim 2010 tarihle- ri arasında İstanbul’un “kentsel dönüşüm” ve- ya “yenileme alanı” ilan edilen ya da ciddi bir dönüşüm baskısı altında olan beş mahallesinde yürütüldü. Altıncı mahalle olarak ise gecekon- dudan dönüşümün ilk kapsamlı örneklerinden birini oluşturan ve dönüşüm sonrasında ortaya çıkan durumu yansıtan Bezirganbahçe araştır- maya dahil edildi.1 Araştırma yaptığımız za-

man aralığı “kentsel dönüşüm” tartışmalarının ülke gündemine girdiği, dönüşümün “aciliyeti” ve “zorunluluğu”na yönelik söylemlerin he- men her gün tekrarlandığı bir dönemin henüz başlangıcıydı. Ancak bu dönüşüm sürecinin gi-

1 “İstanbul’da Eski Kent Merkezleri ve Gecekondu Mahal- lelerinde Kentsel Dönüşüm ve Sosyo-Mekânsal Değişim” başlıklı araştırma TÜBİTAK 1001-Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Projelerini Destekleme Programı tarafından desteklenmiştir (Proje No: 108K134).

derek hızlanacağı ve bütün kentlere, özellikle de İstanbul’a damgasını vuracağı da anlaşıl- maktaydı. Bu yıllar Ayazma ve Tepeüstü gece- kondu mahallelerinin yıkılıp, burada yaşayan- ların Bezirganbahçe’de inşa edilen TOKİ blok- larına taşındığı, Sulukule’nin göz göre göre or- tadan kaldırıldığı ve Sulukulelilerin kentin dört bir yanına dağıldığı, Tarlabaşı’nın “kentsel ye- nileme alanı” ilan edildiği, Başıbüyük’te ise çok daha büyük dönüşümlerin habercisi olan TOKİ bloklarının mahallenin park alanına zor kullanılarak inşa edildiği zamanlardı. Hepimiz zaten İstanbul’da hedeflenen büyük dönüşü- mün, gökdelenlerle kuşatılan gökyüzünün ve turistler için hazırlanan tarihî mekânların far- kındaydık. Ancak ilk önce kentin en dezavan- tajlı ve savunmasız kesimlerinin yaşadığı konut alanlarını hedefleyen bu kapsamlı dönüşümün tavizsiz baskısı aslında daha yeni başlıyordu.

Merkezî ve yerel yönetimler ile önemli piya- sa aktörlerinin hâkim medyada sıklıkla dile ge- tirdiği kentsel dönüşüm talebi, İstanbul’daki

dönüşümün gerekçelerini hepimizin zihnine ya- vaş yavaş kazıyordu. Bu alanların dönüştürül- mesi için ortaya konan gerekçeler, genel olarak, “deprem, yasadışı yerleşim, düşük nitelikli ko- nut ve çevre, bozulan tarihsel konut dokusu ve doğal alanlar için tehdit” olarak ifade edilmek- te ve kentsel dönüşümün bütün bu sorunlara çare olacağı beklenmekteydi. Bu dönüşümün gecekondu veya kaçak yapılaşmanın bulundu- ğu konut alanlarını, yıpranmış konut stokuna sahip tarihî bölgeleri ve yine yıpranmış sosyal konut alanlarını hedeflediği açıkça anlaşılmak- taydı. Kentsel dönüşüm projelerinin meşruiyeti- ni sağlamak üzere ise çok çeşitli argümanlar ile- ri sürülmekteydi. İlk olarak, kentte yapılı çevre- deki dönüşümün uluslararası sermayeyi de çe- kerek pek çok sektörü canlandıracağı, kentteki iş olanaklarını artıracağı ve tüm toplumda yay- gın bir refah artışına yol açacağı öne sürülmek- teydi. Diğer bir deyişle, inşaat sektörü ve gayri- menkul piyasasındaki gelişmelerin ekonomik krizleri önleyeceği ve tüm toplumun yararına sonuçlar üreteceği sürekli dile getirilmekteydi. Tarihî merkezde öngörülen dönüşümler ise ta- rihsel alanların korunmasına ve sürdürülmesine olanak sağlayacağı gerekçesine bağlı olarak meşrulaştırılmaktaydı. Özellikle İstanbul’da, deprem tehdidi bütün dönüşümlerin ortak ge- rekçesini oluşturmakta, böyle bir tehlikenin varlığı “planlı ve düzenli” kentsel mekânların oluşturulması için bir “fırsat” olarak görülü- yordu. Dolayısıyla İstanbul, bu hızlı dönüşü- mün en bariz örneklerinin uygulamaya kondu- ğu; aynı zamanda kıran kırana bir rant müca- delesinin yaşandığı bir kent olarak gündeme oturmuştu. Nitekim, 2011 yılında yapılan genel seçimlerde, İstanbul için tasarlanan büyük pro- jeler en önemli propaganda malzemesi olmuş,

adeta ülkenin geleceği bu kentte yapılacak bü- yük yatırımlara kilitlenmişti…

Son dönemlerde dünyanın pek çok kentin- de de benzer eğilimlerin ortaya çıktığı, özellik- le sanayisizleşmenin ve tüketime dayalı bir kentsel gelişmenin yaşandığı kentlerde, “yeni kent politikası”nın en önemli unsuru olarak “kentsel dönüşüm” veya “yeniden canlandır- ma” olgusunun gündeme geldiği görülmektey- di. Bir yandan da, dönüşümün büyük ölçüde ulusal ve uluslararası gayrimenkul sektörünün kentsel toprak rantını artırma talepleriyle yön- lendirildiği ve büyük kentsel projelerin kentin sosyo-mekânsal yapısında önemli değişiklikle- re yol açarak kentsel ayrışmaları keskinleştirdi- ği kent literatüründe en önemli tartışma konu- larını oluşturuyordu (Harvey, 1989; Smith, 1996; Brenner ve Theodore, 2002; Atkinson ve Bridge, 2005; Hackworth, 2007). Kentsel mekâna yapılan yatırımların en önemli birikim aracı haline geldiği bu dönüşüm sürecinde, mekân tüm toplumsal bağlarından koparıla- rak, rant yaratma kapasitesinin belirlediği “de- ğişim değerine” göre ölçülen bir metaya dönüş- müştü. Diğer bir deyişle, kentsel alanlar sadece fiziksel ve lokasyon özellikleri açısından ele alınmakta, toplumsal içeriğinden ve tarihsel gelişme dinamiklerinden tümüyle soyutlan- maktaydı. Dönüştürülmek istenen alanlar “so- yut mekânlar” olarak piyasa değeri ve rant po- tansiyeline, bu alanlarda yaşayanlar ise ödeme güçlerine göre sınıflanmış kategorilere indirge- nerek tartışılmakta ve yıllar içinde kurulmuş toplumsal ilişkiler ve bunların yaşamsal önemi gözardı edilmekteydi. Sonuç olarak bu dönem- de, kentli nüfusun yaşam kalitesini arttırıcı zo- runlu dönüşümler, yerini güçsüz ve dezavantaj- lı toplumsal sınıfları kent mekânında yeniden

ayrıştıran ve kentlerde oluşan rantların bölüşü- münü büyük sermaye lehine düzenleyen politi- kalara bıraktı.

İstanbul gibi ciddi rant potansiyeline sahip bir kentte bu tür bir kentsel politikanın önem kazanması şaşırtıcı değildir. Kent, tarihsel ola- rak üretimin yanı sıra ticaret ve hizmetlerin odaklandığı bir merkez olarak nüfusun ve ser- mayenin en önemli çekim noktasını oluştur- muş, 1950’lerden sonra izlenen iktisat ve sana- yi politikaları sonucunda ülkenin en yoğun göç alan kenti haline gelmişti. İstanbul bu dönem- de “emeğin kenti” olarak öne çıkarken, üreti- min ve yeniden üretimin birlikte şekillendirdiği ciddi bir sosyo-mekânsal dönüşümden geçmiş- ti. 1980’ler sonrasında tüm dünyada hâkimiyet kazanan neoliberal küresel politikalar ise, İs- tanbul’u hem ulusal hem de uluslararası serma- yenin en önemli çekim alanlarından biri haline getirmişti. Kent, ihracatın desteklendiği iktisat ve sanayi politikalarının etkisiyle ülkenin hâ- kim sanayi ve hizmet kenti olma özelliğini pe- kiştirirken, bir yandan da inşaat ve gayrimen- kul sektörlerinde yer alan büyük sermayenin en kârlı yatırım alanı haline gelmişti. Bu dö- nemden sonra “kentsel dönüşüm” kilit kavram haline gelmiş, kentin büyük projeler ve büyük parçalar halinde dönüşmesine, krizlerin aşıl- ması ve ekonomik büyümenin sağlanması ko- nusunda önemli bir rol atfedilmişti. Artık dev- letle farklı toplumsal sınıflar arasında kurulan mutabakata dayanan, bu sınıfların kentsel rantların bölüşümünden az ya da çok bir pay elde edebildiği ve kentte kendi koşullarına uy- gun yaşam alanları oluşturabildikleri dönemle- rin sonuna gelindiği anlaşılıyordu.

1950’lerden sonra yaşanan hızlı dönüşüm sürecinde her ne kadar planlar aracılığıyla

“modern” bir kent imgesi yaratılmak istendiy- se de, ekonomik ve politik öncelikler nedeniyle kentin “emrivakiler” ile gelişmesinin ve büyü- mesinin önüne geçilememişti (Tekeli, 2003, 2008). Kentin çalışma alanlarına yakın alanla- rında gecekondular ya da kaçak yapılar yapa- rak yerleşen göçmenler, kentin ucuz emek gü- cünü oluşturduğu ölçüde bu duruma razı ol- maktan başka çare yoktu. İronik bir biçimde, “modernleşme” ve “modern kent” tartışmala- rının en fazla yapıldığı, her alanda planlı geliş- menin en önemli hedefler olarak konduğu bu dönemde, farklı kentsel işlevlerin yanı sıra farklı toplumsal sınıflar birbirlerine bugün ol- duğundan çok daha yakın konumlanarak uzun süre kent mekânında yan yana var olabilmiş- lerdi. Konut alanları ile üretim alanlarının iç içe geçtiği, farklı işlevlerin yan yana durabildi- ği bu dönem belki de “postmodern” olarak ta- nımlanan bir yapılanmaya çok daha yakın bir görünüm sergilemekteydi. Kapsamlı planlama ve denetleme hedefi, ekonomik ve toplumsal gerçeklerin dayatmasıyla esnekleşmiş, aslında çok farklı aktörün kendi güçleri oranında katı- labildiği ve belirleyici olabildiği bir gelişme di- namiği kendiliğinden sağlanmıştı. Bugün kent- lerdeki dönüşümlerin izlediği yola baktığımız- da, aslında gerçek anlamıyla “modern kent” hedefinin henüz yeni gerçekleşmeye başladığı, kentlerin kendi içinde homojenleşmiş “adalar” halinde net bir biçimde ayrıştığı açıkça görül- mektedir. Bugün kentsel dönüşüm uygulama- ları esas olarak hem kentsel işlevleri hem de farklı toplumsal sınıfları kent mekânında yeni- den yerleştirmeyi hedeflemektedir; bu yerleştir- mede yegâne “doğru” ise kentsel rantların artı- rılması ve bu sefer tepeden yapılan “emrivaki- ler” ile sermaye sınıfları lehine yeniden bölüş-

türülmesidir. Sonuç olarak, bu dönüşümler kentin karma (mixed) arazi kullanım desenine sahip pek çok bölgesini en fazla rantı sağlaya- cak işlevlere doğru dönüştürmekte ve kendi içinde homojenleştirmektedir. 1960’lar sonra- sında eleştirilere maruz kalan, zonlara ayrıl- mış, kimliksizleşmiş ve yaşam enerjisini kay- betmiş modern kent imgesi (Jacobs, 1961), bu sefer piyasanın alım gücü rasyoneline göre be- lirlenen ve eskisine kıyasla çok daha içine ka- palı bölgeler yoluyla yeniden üretilmektedir.

2006 İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda ken- tin dönüşümü ile ilgili ortaya konan vizyon in- celendiğinde, sanayinin büyük ölçüde desan- tralize edilmeye çalışıldığı ve kentin finans, si- gorta, turizm, kültür endüstrileri ve gayrimen- kul gibi nitelikli hizmet sektörlerinde uzman- laşmasının teşvik edildiği görülmektedir. Kent- te, batı kentlerindekine benzer bir sanayisizleş- me sürecinin etkileri yaşanmakta ve özellikle büyük sanayi kuruluşları İstanbul metropoli- ten alanında ve çevresinde yerleşmektedir. An- cak bir yandan da kentte saçaklanarak yerleş- miş üretim ağlarının kentten çıkarılması çok da kolay değildir. Nitekim 1990’lar sonrasında her iki yakada da kurulan Organize Sanayi Bölgeleri kentin merkezî alanlarındaki üretim birimlerini bir araya toplama işlevi görmüş, emeğin de bu bölgelere yakın konut alanların- da yoğunlaşmasına yol açmıştır; diğer bir de- yişle sanayi ve emek ilişkisi bu alanlarda yeni- den kurulmuştur. İstanbul’un yeni gelişen mer- kezî iş alanlarında ve tarihî merkezde ise çeşitli hizmet sektörleri gelişim göstermektedir. Dola- yısıyla, özellikle bu yeni gelişen hizmet sektör- lerinin yerleştiği bölgelerde ve çevresinde yer alan konut alanları üzerindeki dönüşüm baskı- sı da artmıştır. Sassen’in (1991) de vurguladığı

gibi, bu tür hizmet sektörlerinde az sayıda yük- sek nitelikli, profesyonel emeğe ihtiyaç vardır; esas ihtiyaç ise esnek ve güvencesiz konumda, çok düşük ücretlere çalışmaya razı emek gü- cünde ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, hizmet sektörlerinde yaratılan ve “beyaz yakalı” ola- rak tanımlanan istihdamdaki bu artış, bir “or- ta sınıf” algısı yaratmakta ve adeta dar gelirli çalışan kesimler yok oluyormuş gibi bir izlenim yaratılmaktadır. Oysa üretimde olduğu kadar hizmet sektörlerinde de düşük ücretlere ve kö- tü çalışma koşullarına razı olmak zorunda ka- lan bu emek gücü, bugünün işçi sınıfını oluş- turmaktadır.

Konut Alanlarında Farklı Dönüşüm Süreçleri: Çifte Standartlar

Bu süreçte dönüşümü hedeflenen kentsel mekânlar, kent içindeki konumları, çevrelerin- deki gelişmeler, mevcut konut stokunun özel- likleri ve yaşayanların özellikleri nedeniyle farklı yöntemler kullanılarak dönüşmekte veya dönüştürülmektedir. Bu farklı yöntemlerin va- tandaşlar arasında ciddi bir ayrımcılığa ve ba- zılarının mülkiyet haklarının “daha az kutsal” kabul edilmesine yol açtığı görülüyor. Bazı dö- nüşüm biçimlerinde mülk sahiplerinin artan rantlardan pay alması ve dönüşüm sürecinde pazarlık gücüne sahip olması mümkünken, di- ğerlerinde tepeden verilen dönüşüm kararları sonucunda “mülk sahipleri” veya “hak sahip- leri” önlerine konan seçeneklerden birine razı olmaya zorlanıyor. Tahmin edileceği gibi kira- cılar bu sürecin parçası değil; oysa özellikle 1990’lar sonrasında dar gelirli kesimlerin mülk edinme imkânlarının artık çok sınırlı olduğunu ve yeni göçmenlerin ve kent yoksullarının ucuz kira imkânı sunabilen konut alanlarında barın-

maya çalıştıklarını biliyoruz. Sonuç olarak, bü- tün bu dönüşüm seferberliği, bunun pahasını ödeyebileceği varsayılan mülk sahipleri üzerin- den kurgulanıyor ve piyasanın “düzenleyici” gücüne terk ediliyor.

Farklı dönüşüm biçimlerini bu açılardan in- celediğimizde, dönüşümün kimi zaman serbest piyasanın işleyişine bırakıldığını görüyoruz; birtakım tetikleyicinin varlığı, rant potansiyeli yüksek alanların serbest piyasa mekanizması içerisinde kısa zamanda “soylulaşma”sına im- kân tanıyor. Tarihî merkezde yer alan Cihangir ve Galata’yı bu tür dönüşümün örnekleri ola- rak sayabiliriz. İkinci bir dönüşüm biçimi Fi- kirtepe gibi merkezî konumu nedeniyle serbest piyasa aktörlerinin ilgisini çeken alanlarda or- taya çıkıyor. Bu tür alanlarda çoğunlukla imar hakları yükseltilmekte ve yine piyasa içinde dö- nüşümleri sağlanmaya çalışılmaktadır. Kentte bu tür bir dönüşüm potansiyeline sahip diğer alanların ise Etiler, Levent, Bağdat Caddesi gi- bi kentin merkezî alanlarında yer alan ve arazi değeri yükselmiş 40-50 yıllık konutlar veya ko- operatif alanları olduğu anlaşılıyor; buradaki dönüşümlerin mülk sahipleri ve müteahhitler arasında yapılan pazarlıklar sonucunda ger- çekleşmesi bekleniyor. Bu tür dönüşümlerde mülk sahiplerinin yapılan pazarlıklarda söz sa- hibi olması ve artması beklenen rantlardan farklı ölçülerde pay almaları, en azından mülk- lerini korumaları söz konusudur.

Üçüncü tür dönüşüm ise piyasa içinde dö- nüşümü “kilitlenmiş” alanlarda gerçekleşmek- tedir; bu alanların birtakım plan ve proje ka- rarlarıyla “dönüşüm alanı” veya “yenileme alanı” ilan edildiği ve çıkarılan yasaların yardı- mıyla dönüştürülmelerinin hedeflendiği görü- lüyor. Tarihî konut stokunun bulunduğu Sulu-

kule, Tarlabaşı ve Fener-Balat-Ayvansaray, te- peden verilmiş kararlar sonucu dönüşüme ör- nek teşkil etmektedir. Bu alanlardaki bina tipo- lojisi ve yaşayanların ekonomik güçleri rantın istenildiği ölçüde artmasına olanak vermemek- te; dolayısıyla binaların yıkılarak birleştirilme- si ve daha büyük kentsel projeler için hazırlan- ması söz konusu olmaktadır. Tarihî bölgelerde uygulanan bu yöntemin tarihî alanları koru- mak üzerine geliştirilen söylemle ne kadar uyuştuğu ciddi bir tartışma konusudur. Bu tür dönüşümün bir başka önemli örneğini de rant potansiyeli yüksek gecekondu alanları ve gece- kondu önleme bölgeleri oluşturuyor. Bu konut alanlarının “kentsel dönüşüm alanı” ilan edile- rek yıkılması ve buralarda yaşayanların TO- Kİ’nin dar gelirliler için inşa ettiği toplu konut alanlarına borçlandırılarak yerleştirilmeleri gündeme gelmektedir. Bu tür uygulamalarda kullanılan yöntem hemen her yerde aynıdır; tasfiye edilmek istenen mahalledeki bina veya konutlara “enkaz bedeli” üzerinden bir fiyat biçilmekte, yeni yapılanlar ise Bayındırlık Ba- kanlığı fiyatlarıyla değerlendirilmektedir. Ara- daki farkın 15 yıllık bir ödeme planıyla “hak sahipleri” tarafından ödenmesi beklenmekte- dir. Burada kişilere üç seçenek sunulmaktadır: Ya binalarını belirlenen fiyatlara satıp gidecek- ler, ya kendi mahallelerinde yapılacak olan da- ha lüks konutların yüksek bedelini borçlanma yoluyla ödeyecekler, ya da TOKİ’nin dar gelir- liler için inşa ettiği toplu konutlara yine borçla- narak geçeceklerdir. Bu üç seçeneğin de bu ma- hallelerde yaşayanlar için ciddi bir çözümsüz- lüğe yol açtığı ortaya çıkan örneklerde açıkça görülüyor. 1950’lerden sonra tüm birikimleri- ni konutun yapılması ve iyileştirilmesine akta- ran toplumsal kesimlere yeniden bıçak sırtı bir

yaşam dayatılıyor çünkü artık bu sürecin ağır bedeli yoksullaşma ve en nihayetinde mülksüz- leşmedir...

Kentsel Dönüşümün Gerekliliği Konusunda Büyük İttifak

Bu dönemde belirleyici olan, karşı konulması zorlaşan hegemonik bir kentsel ittifakın ortaya çıkması ve bu ittifakı oluşturan aktörlerin gide- rek aynılaşan söylem ve uygulamalarla kentsel dönüşümün yönünü belirlemeleridir. Daha ön- ceki dönemlerde farklı güç alanlarına sahip ak- törlerin, kentliyi ve kenti ilgilendiren konular- da alternatif talep ve söylemlerle ortaya çıkma- sı ve bunları kamusal alanda tartışarak bir mu- halefet oluşturmaları göreceli olarak olanaklıy- ken, yıllar içinde merkezî ve yerel siyasetin ak- törleri ile önemli devlet kurumlarının içerisinde yer alan aktörlerin aynı hegemonik söylem ve uygulamanın parçası haline geldikleri görül- mektedir. Bu söylem ve uygulamalar, özel sek- törün içinde yer alan yatırımcı, arazi sahibi, danışman ya da bazı meslek insanları tarafın- dan da sonuna kadar desteklenmektedir. Ayrı- ca, bu aktörlerin kentsel dönüşümle ilgili argü- manlarının hâkim medyada da benzer bir bi- çimde sunulduğu ve ideolojik bir dezenformas- yon sürecinin hâkim olduğu görülmektedir (Türkün, 2011b).

Kentlerin dönüşümü ile ilgili kararların, sa- dece kısa vadeli ranta odaklanan serbest piyasa aktörlerine bırakılması ve kentlilerin bu karar mekanizmalarının dışında kalması, var olan asimetrik güç ilişkilerini daha da eşitsiz hale getirmiş ve kentliler açısından ciddi bir güçsüz- leşme yaratmıştır. Kentin ve kentte yaşayanla- rın geleceği ile ilgili önemli kararlar, kamuoyu sorgulamasından uzakta, profesyoneller, mer-

kezî ve yerel yöneticiler ve olası yatırımcılar- dan oluşan bir grup tarafından alınmakta ve güçsüz toplumsal kesimler kendileri için hayatî önem taşıyan kararların alındığı süreçlerden dışlanmaktadır. Bu süreçte kullanılan en önem- li taktikler gizlilik, muğlaklık ve korkutmadır. Dönüşüm süreçlerinden etkilenecek olan kişi- ler Sulukule’de olduğu gibi “devletin yaptırım gücü” karşısında korkutularak mülklerini sat- maya zorlanmakta ya da diğer örneklerde dö- nüşümün bedeli ve sonuçları konusunda sürek- li çelişkili ve değişen açıklamalarla karşılaş- maktadırlar. Bu süreçte farklı mülkiyet hakları koz olarak kullanılmakta, verilen sözler tutul- mamakta ve insanlar arasındaki güven ilişkile- ri ve birlikte hareket etme imkânları yok edil- meye çalışılmaktadır.

Kentsel dönüşümün gerekliliğine ve aciliye- tine yönelik söylemler aynı zamanda devletin gecekondu sakinleri ile kurduğu ilişkide bir farklılaşmaya işaret etmektedir. Uzun yıllar boyunca ucuz emek gücü ve bir oy deposu ola- rak görülen gecekondu alanları, 2000’li yıllar- da büyük kentsel dönüşüm projelerini gerçek- leştirmek üzere tasfiye edilmesi gereken alanla- rı oluşturmaktadır. Bu temel söylem içerisinde, gecekondu mahalleleri, “varoş”, “modern” şe- hir görüntüsüne uymayan konut örüntüleri, gecekondulular ise “işgalci”, “bedavacı” ve “suçlu” olarak yer almakta, gecekondu kültü- rü ise yok edilmesi gereken “köylülük” olarak ifade edilmektedir. Bu bağlamda Recep Tayyip Erdoğan’ın 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçilmesini izleyen dö- nemde bu yıllara kadar büyük ölçüde süreklilik gösteren kentsel politikalarda ciddi bir kırılma- nın yaşandığını ifade edebiliriz. Bu tavizsiz di- lin en önemli örneklerini, gecekonduların kent

mekânında oluşmuş bir “ur” olarak tarif edil- mesi, gecekondu mahallelerinin “terörün, ya- sadışı etkinliklerin, devlete yan bakmanın mekânları” olarak tanımlanmasıdır. Bu dö- nemde kentsel dönüşüm ve yenilemeyi olanak- lı kılacak yasal girişimler hız kazanmış, yetki ve gücü yasal düzenlemeler yoluyla arttırılan TOKİ Türkiye’deki mekânsal politikaların bi- çimlenmesinde baş aktör haline gelmiştir. Bu gelişmelerin son noktası Mayıs 2012’de yürür- lüğe giren 6306 sayılı Afet Yasası’dır. Bu dönü- şümlerde sabit olan gerçeklik, toplumun dar gelirli kesimlerinin yerlerinden edilmesi ve fi- yatların artması sonucu, dönüştürülen alanla- rın toplumun yalnızca varlıklı kesimlerinin

Outline

Benzer Belgeler