• Sonuç bulunamadı

İslam ülkelerinin demokrasiyi devam ettirmeleri için bir laiklik modeli şarttır. Türk Kemalist tarzı laiklik modeli, yukardan aşağıya otoriter

bir hareket tarafından 1920’lerde ortaya atılmıştır. Ne var ki, otoriter önlemler bugün Arap halk kitleleri tarafından açıkça reddedilmektedir.

Bu yazı, Türkiye Cumhuriyeti eski Başbakanı Sayın A. Mesut Yılmaz’ın 17-18 Şubat 2012 ta-rihlerinde, Soçi’de Uluslararası Valdai Tartışma Kulübü’nün düzenlediği “Arap Dünyası’ndaki dönüşüm ve Rusya’nın Çıkarları” adlı konferans-ta gerçekleştirdiği sunumun metnidir. Sayın Yıl-maz konuşmasında Ortadoğu’da değişime alter-natif bir bakış ortaya koymuş ve Arap devrimi ile bölgesel aktörler arasında kazanan ve kaybeden-leri analiz etmiştir.

Ortadoğu’da Değişime Alternatif Yaklaşım Amacım, geleneksel yaklaşımlara bilindiğinden farklı bir yorum getirmektir. Mevcut paradig-maların birçoğu halihazırda meydana gelmekte olan değişimlere ayak uyduramamakta. Sömürge sonrası Arap ülkelerine ilişkin literatür, onlarca yıl kültürelci bir anlayışın hakimiyeti altında kal-dı. İslam ve Arap kültürünün özünü ayrı tutup, bunu bölgedeki demokratikleşme ve toplumsal reformun önündeki başlıca engel olarak yafta-ladı. Dolayısıyla aşiret düzeni ve geniş aile -ile akrabalık- mensubiyetinin söz konusu olduğu Arap kültürü, Ortadoğu’nun demokratikleşmesi önündeki engel olarak tanımlanmıştır. Arap top-lumunun ataerkil özünün, Arapları, yapısı itiba-rıyla demokrasinin sunamadığı bir yüce ata (li-der) figürüne daimi olarak bağımlı kılacağı iddia edilmektedir.

Kültürelci yaklaşımın geçersizliği, Arap baharı ile çıkan olaylarla gözler önüne serilmiştir. Ne İslam ne de güçlü liderler (ata), Kahire’deki Tah-rir Meydanı’ndaki göstericilerin, gelişmenin söz konusu olmadığı ülkelerinde çoğulcu ve eşitlikçi bir dönüşüm beraberinde nefret uyandıran re-islerinin de devrilmesi taleplerine engel olabil-mişlerdir. Peki, kültürelci yaklaşım ilgisiz bir hâl

aldığında, hangi alternatif yaklaşım izlenmeye değer?

Mısır, Tunus ve Libya’daki devrimler zaferle so-nuçlansalar da, bu otokrasilerin temelindeki oldukça köklü yapılar hâlâ varlıklarını sürdür-mektedirler. Bu nedenle, mevcut olayları analiz etmek için en uygun yaklaşım olarak yapısalcı bir yaklaşım önerisinde bulunuyorum.

Şu anda sıkıntı yaşayan Arap rejimlerinin iç siya-si durumu uluslararası siya-siyasiya-si düzen ile doğrudan bağlantılıdır: Liderler siyasi meşruiyetlerini ken-di ülkelerindeki destek gruplarından değil, bu söz konusu uluslararası düzenden almaktadır-lar. Arap devlet başkanları ile uluslararası siyasi düzen arasındaki bu benzersiz ilişki, çoğu Arap devletinde ortak olan tek bir özel nitelikten kay-naklanmaktadır. Ya stratejik jeopolitik konumla-rı ve bakonumla-rış ile güvenlik üzerindeki etkileri itiba-rıyla, ya da eşit olarak küresel öneme sahip geniş enerji rezervleri dolayısıyla; bölgesel ve uluslara-rası çıkarlar için çok büyük bir öneme sahiptirler.

Bu uluslararası etki alanından bahsederken araş-tırmacılar, gazeteciler ve genel anlamda halk,

‘Ortadoğu’ terimini kullanmayı tercih ederler-ken, bazı yorumcular da mevcut olayları ‘yapım aşamasında yeni bir Ortadoğu’ olarak sınıflan-dırıyorlar. Ancak bu noktada bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Şimdi ‘Ortadoğu’ teriminin nereden geldiğini hatırlayalım:

Bunun tarihi, Londra ve Hindistan arasında bu-lunan bölgeyi belirtmek için 20. yüzyılın baş-larında ‘Ortadoğu’ ismini benimseyen İngiliz sömürge politikasına uzanır. Değişen jeopolitik çağrışımlara rağmen, sömürgeciliğin sona er-mesinin ardından da söz konusu bölge bu ismi

kullanmaya devam etmiştir. Ve nihayetinde, baş-ta İsrail’inki olmak üzere, uluslararası enerji po-litikası ve güvenlik kaygıları ile bağdaştırılır hâle gelmiştir.

Ne var ki, eğer gerçekten son gelişmeleri anlamak ve geleceğe dair gelişmeler hakkında tahminler-de bulunabilmek istiyorsak, ‘Ortadoğu’ gibi ufak tefek yan açıklamaları bir kenara koymak duru-mundayız. Elbette bölge ülkelerini niteleyen ilgili kültürel, siyasi ve ekonomik özellikler mevcuttur.

Ancak bu ortak özellikler, benzersiz tarihi izleri geliştiren diğer heterojen ulusal ve yerel düzen-lerin genel etkendüzen-lerinden fazlasını temsil etmez.

Arap baharının varacağı son durum, müdahil olan her ülkede farklı olacaktır. Bu, tahmin edilir bir ortak etken değil, araştırmacıların odak nok-tası olması gereken belli bir ayırt edici özelliktir.

Arap baharındaki olaylar ‘yeni bir Ortadoğu inşa etmekten’ ziyade, bölgeyi temelli dağıtmaktadır.

Arap Baharı ve özellikle de Suriye’ye karşı BM Güvenlik Konseyi kararları, uluslararası siyase-tin diktatörlerinin kapalı kapıları ardında bir sü-redir devam eden oldukça ilginç bir mücadeleyi açığa çıkarmaktadır.

Geleneksel anlamda, uluslararası siyasi düzen,

‘ulusal egemenliği’ devlet toplumlarının üzerine kurulu olduğu tek direk yapan sözde Vestfalyan normlarına dayanır. Egemenliğin bütünlüğü, bu düzendeki her bir devletin ayrıcalığıdır. Bu il-keyle çelişen ise, Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konan ve egemenliği bir devletin ayrıca-lığı olarak değil de o devletin sınırları içerisinde yaşayan halkın insan haklarını ve bütünlüğünü korumak için bir sorumluluk olarak gören yeni bir normdur. Açıkça görüldüğü gibi, bir normu tam anlamıyla savunmak ötekiyle çelişiyor.

Şimdi bu soruna bir de uygulama bakımından göz atalım: Düşünün ki aynı siyasetçi uluslara-rası alanda oldukça makul bir şekilde hareket ederken, kendi ülkesinde kendi halkının hayatı-nı tehlikeye atan korkunç bir diktatör olsun. Ne yapmalı? Burada söz konusu olan, ulusal bütün-lük normları ve çatışmayı kollama sorumluluğu.

Libya’ya ilişkin 1973 sayılı BM Kararı daha ziya-de tartışmalı bir başarıyla her iki norm arasında

bir uzlaşma sağlamaya çalışmıştı. Korku saçan Kaddafi rejimine müdahale etmeme ilkesi, mü-dahalenin resmi insani amacıyla çelişiyordu: Gö-rünüşe bakılırsa, sivil halkın korunması konu-sunda en büyük başarı Kaddafi rejiminin derhal değiştirilmesiyle mümkün olabilirdi.

Aynı soru, Suriye’deki mevcut durum tarafından, başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere ulusla-rarası topluma da yöneltilmiştir. Ne var ki, ‘Ko-ruma Sorumluluğu’ ilkesini geliştirmek ve mü-dahale etmeme ilkesini indirmeye yönelik henüz önemli bir adım atılmamıştır. ‘Koruma Sorumlu-luğu’ genellikle, bir başka daha güçlü devlet iste-diği takdirde her bir ülkenin saldırıya uğrayabi-leceği bir uluslararası düzenin kanun tanımazlık durumu olarak adlandırılabilecek Pandora’nın Kutusu diye adlandırılmaktadır. Ancak bu doğ-ru değildir: Kodoğ-ruma Sodoğ-rumluluğu, arabuluculuk, erken uyarı mekanizmaları, ekonomik yaptırım-lar ve VII. bölümündeki yetkiler gibi halihazırda-ki araçlara dayanmaktadır. Ne var halihazırda-ki bu sürecin önemi arabuluculuğa dayanmaktadır ve kitlesel mezalimlerin meydana gelmesini engellemek için sivil toplum kuruluşları, bölgesel teşkilatlar ve uluslararası kuruluşlar gibi devlet-dışı aktör-lerin rol almasına açıktır. Bu arabulucu çabala-rın başarısız olması kaydıyla, askeri müdahale başvurulacak son çare olacaktır. Geleneksel an-lamda olageldiği üzere, buna başvuracak yetki yalnızca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne düşmektedir.

Bir kez daha anımsatmak isterim ki, göz kor-kutucu bir şekilde siyasetçilere ve gözlemcilere benzer şekilde meydan okuyan tarihi bir dönüm noktasında bulunmaktayız. Yeni yaklaşımlar bulmak kesinlikle yeterli olmayacaktır. Yeni bir dönemin eşiğinde, yeni düşünce, yeni paradig-malar ve yeni normlara ihtiyaç vardır.

Kazananlar ve Kaybedenler

Bir zamanlar Woodrow T. Wilson’ın dediği gibi,

“Devrimin tohumu baskıdır.” Arap dünyasın-daki son gelişmelere bakıldığında, gerçeği Wil-son’ınkinden daha iyi örnekleyen bir deyişe az rastlanmıştır. Orada, baskıya bir de hükümetin yetersizliği, devlet yapılarının eksikliği, yüksek

oranlardaki işsizlik, fakirlik, otoriter rejim, de-mokrasinin eksikliği ve yolsuzluk gibi çok sayıda başka sorun eşlik etmiştir.

İki farklı senaryo çizerek kazanan-kaybeden so-rusuna muhtemel cevaplar vermeden evvel, ön-celikle Türk bakış açısından Arap Baharı mesele-sine değinmek gerekmektedir. Arap Baharı’na i-lişkin giderek artan literatüre bakıldığında, İslam ve İslami partiler konusuna yapılan aşırı vurgu göze çarpacaktır. Toplumsal değişim ve etkileşi-me yönelik daha yakından bir denetim yapılmaz-ken, Müslüman Kardeşler, El-Nahda ve Selefiler devamlı olarak tartışılmaktadır. Bu özellikle de, ekonomide olduğu gibi dinin sadece ikincil bir rol oynadığı toplumun alanları için geçerlidir.

Siyaset bilimciler, demokrasinin sadece bir dizi norm ve siyasi kurumlardan ibaret olmadığını

kanıtlamıştır. Bir adam bir oy ilkesi her şeyden önce ekonomik temellere ihtiyaç duymaktadır.

Bu temeller eksik olduğu takdirde, otoriter ilke güçlenebilir. Arap ayaklanmaları en az, çok uzun zamandır boşa harcanan veya çalınan iktisadi kaynakların tahsisi için hak iddia ettikleri kadar hedef belirleyen rejimlerdir. Ekonomi ve demok-rasinin birbiriyle bağlantılı olarak ilerlediği yol, Türkiye’de geçtiğimiz son 30 senedir gözlemle-nebilmektedir. Türk ekonomisini liberalleştire-rek ve çoğunlukla İç Anadolu’daki kentlerden ge-len iş adamlarına destek olarak, Başbakan Turgut Özal’ın ve bizzat benim başında bulunduğumuz hükümetler Türk siyasetinin ve politika geliştir-me geliştir-mekanizmalarının çoğullaştırılma tohum-larını ekmişti: Türkiye ekonomisi ve kişi başına gelir hızlı bir yükseliş gösterirken, Türkiye’deki demokrasi de eşit hızda gelişmiştir.

Suriye muhalefeti ve pek çok ülkenin kamuoyu, Rusya ve İran’ın Esad yönetimine verdiği koşulsuz desteğe tepkili.

Peki bu, demokrasiye erişmek için Arap ülkele-rinin Türkiye örneğini izlemekten başka bir şey yapmalarına gerek olmadığı anlamına mı geli-yor? Aslında görünüşe bakılırsa birçok izleyici ve analistin mevcut talep ve beklentileri de bu yönde. Bu nedenle en dikkat çekici biçimde bah-sedilen özellik ise Türkiye’nin laikliği konusu-dur. Şüphesiz ki, İslam ülkelerinin demokrasiyi devam ettirmeleri için bir laiklik modeli şarttır.

Türk Kemalist tarzı laiklik modeli, toplumun geneline yayılması epey bir zaman almış olan yukardan aşağıya otoriter hareketi tarafından 1920’lerde ortaya atılmıştır. Ne var ki, otoriter önlemler bugün Arap halk kitleleri tarafından açıkça reddedilmektedir.

Aynı zamanda bugün El-Nahda veya Müslüman Kardeşler ile Türkiye’deki İslami muhafazakâr parti AKP gibi, Arap ülkelerindeki İslami partiler arasına bir çizgi çekmek de günümüzde yaygın-laşmıştır. Ancak böylesi bir kıyaslama daha ziya-de ziya-değişkendir: Türk bağlamında İslami açıdan esinlenmiş partiler, yaklaşık 50 yıldır bir demok-ratik sistem çerçevesinde çalışmalarını sürdü-rerek deneyim kazanmışlardır. Bu da kesinlikle Türk İslam partileri üzerinde ılımlaştırıcı bir etki göstermiştir. Buna karşın Arap İslamcıların ise dmokratik kurumlar veya partiler ile bir yakınlık kurma şansı ya çok azdır ya da hiç yoktur.

Türkiye Dış Politikasına ilişkin son kaynaklar-dan biri de, Batı ve Türkiye arasındaki çıkarlar-da giderek artan kopukluğun altını çizmekte-dir. Başbakan Turgut Özal ve şahsım tarafından başlatılmış olan aktif ve daha bilinçli komşuluk politikaları AKP hükümeti tarafından yğounlaş-tırılmıştır. Ne var ki stratejik jeopolitik konumu ve bu değişken bölgedeki özel güvenlik ihtiyaçla-rı dolayısıyla Türkiye, Batı’nın ve ABD’nin askeri teknoloji ve istihbaratından tamamen ayrılmayı karşılayamayacak durumdadır.

İlginç bir şekilde, yapılan anketlere göre Arap dünyası, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında güç-lü ilişkilerin olmasını bile arzu ediyor: Anket so-rularını cevaplayan Arapların %64’ü, Türkiye’nin Arap dünyası için çekiciliğinin ve bölgenin is-tikrarına ve ilerleyişine olan katma değerinin, ancak Türkiye AB ile olan ilişkilerini sıkı tutarsa sürdürülebileceğini ifade etmektedir.

Aslında aynı durum Türk-İsrail ilişkileri için de geçerlidir: Arap ülkeleri, her ,ki tarafın da güve-nine sahip olan ve uzun zamandır içinde bulun-dukları kısır döngünün sona ermesine katkıda bulunabilecek bir ülkeye ihtiyaç duymaktadırlar.

Tüm bunlar, Türkiye’nin hâlâ ve daha uzunca bir süre Batı’nın kaderine yoldaşlık edeceği anlamına gelmektedir. Türkiye, Arap ülkelerindeki mevcut gelişmelerden mustarip olduğu takdirde, kaçınıl-maz olarak Batı da aynı şekilde sıkıntı çekecektir;

eğer Batı yanlış adımlar atacak olursa da, bu sefer Türkiye bundan en olumsuz şekilde etkilenen ül-ke olacaktır. Öte yandan, Arap demokratikleşme sürecinde Türkiye kendi esaslarına sahip çıkacak olursa, Batı da bundan fayda sağlayacaktır. Şimdi iki muhtemel gelecek senaryosu üzerine akıl yü-rütürken bunu dikkate alalım:

İlk Senaryo, İyimser Olan

Devrim sonrası Arap ülkelerindeki demokra-tik seçimlerde İslami veya en azından İslam’dan esinlenmiş partilerin üstünlük sağlayacağı tah-min edilmişti. Tunus ve Mısır olayları da bu ön-görüyü tümüyle onaylar niteliktedir. Arap İslam partilerinin bir demokratik sistem içerisinde ça-lışmalarını sürdürme konusunda ya çok az dene-yimleri olduğu ya da hiç denedene-yimleri olmadığı bir gerçektir. Ne var ki güçleri, kitleleri örgütle-me ve harekete geçirörgütle-me, güçlü toplumsal ağlar kurma ve para toplamaktan kaynaklanmaktadır.

Devlet kurumlarının son derece güçsüz olduğu Mısır gibi bir ülkede İslami örgütlerin idari tek-nik bilgisi oldukça güçlü bir değerdir. Eğer ye-mek kuponlarından eğitime, atık tasfiyesine ka-dar yardım araçlarını devlet hizmetine sunmaya isteklilerse eğer, devletin toplum içinde kök salıp halka yönelik baskıcı imajını değiştirerek yerine halkın yardımcısı imajını üstlenmesi fazla zaman almayacaktır. Devlet kurumlarının vazifesi sa-dece yardım sağlamak değil, aynı zamanda yasal belirliliği de korumaktır. Doğrudan yabancı yatı-rımları çekmenin yanı sıra iç ticaret oluşumunu teşvik etmek de büyük bir öneme sahiptir.

Arap dünyasındaki liberalleşme hareketlerine yeterli ölçüde cevap verebilmek için ABD ve ö-zellikle AB, çok daha serbest bir ürün ve insan hareketi mümkün kılınmalıdır. Uluslararası

ba-ğışlar ve maddi yardımlarda bulunarak Arap ül-kelerine çocuk muamelesi yapılan eski politikaya son verilmelidir. En azından, sırf Arap ülkeleri-nin karşılaştırmalı üstünlükleri olan ürünler için Avrupa Birliği ve ABD’nin pazarlarını kapalı tut-maları adil değildir. AB’nin 2010 yılına kadar ger-çekleştirme sözü verdiği ‘Akdeniz Serbest Tica-ret Bölgesi’ nin tamamlanmasına daha çok var-dır. Demokratikleşen Arap ülkelerinin karşısında daha liberal ve açık bir ekonomi politikası ile AB

‘nin hep birlikte vize poiltikası üzerinde yeniden düşünüp reform yapması şiddetle tavsiye edilir.

İkinci Senaryo, Kötümser Olan

Demokratik şekilde yasallaştırılmış İslami lider-ler, Fidel Castro’nun deyimiyle, ‘bu sefer sömü-renlere karşı sömürülenler tarafından; yenilen-miş bir diktatörlük’ kurmaktadırlar. İslamcılar demokratikleşmeyi, eski elitler tarafından değil ama yeni yeni ortaya çıkan İslamcı diktatör bir çevre tarafından kontrol edilen kendilerine ait ayrıcalıklı kaynak tahsis sistemini koruma ara-cına döndürmektedirler. Laikliğe dayalı çoğulcu demokrasinin Batı tarafından bulunduğunu red-dedmenin yanısıra bir de dini işbirliklerine, ata-erkil anlayışa ve şeriat kanununa dayalı bir Arap kökenli demokrasi oluşturduklarını iddia etmek-teler. Olacaklar ise, Tayyip Erdoğan’ın geçen Ey-lül ayında Mısır’ı ziyaretinde anlaşılmıştı. İyi şe-kilde karşılanmış olmasına rağmen, Erdoğan’ın, Müslüman demokrasinin devamlılığını sürdü-rebilmesi için laikliğin gerekli bir koşul olduğu iddiası, bu kavramın gayrimüslim yapısını yeren Müslüman Kardeşler tarafından büyük bir eleşti-riyle karşılanmıştır.

Böylesi bir senaryoda, devletlerin bünyesindeki eski gayrimüslim toplumların rahatsızlık duy-duklarını hayal etmek hiç de zor değildir. Suriye, başta dini ve etnik azınlıklar olmak üzere, her gün Türkiye’ye gelen binlerce mülteci ile topye-kun bir iç savaşa sürüklenebilir. Yıllardır sallan-tılı bir barış hâlinde olan Lübnan gibi ülkeler de devrilebilir. O zaman iç savaşlar, çatışan ideolojik

ittifaklı İslami örgütler arasındaki belirsiz müca-delelere bürünür.

Elbette her iki senaryo da, tanımlanan model türünde meydana gelmeyecek karşıt ideal türler sunmaktadırlar. Yani bunlar, asıl soruyu cevap-lamak için ihtiyaç duyulan soyut kavramlardır:

Mevcut değişimler sonucunda Türkiye kazanan mı yoksa kaybeden mi olacak? İkincisinin, her-hangi bir şekilde hiçbir kazanana yer vermeyecek olan bir kıyamet günü senaryosu olduğu apaçık ortadadır. Yine de, hâlihazırda şahit olduğumuz olayların ciddiyetini görselleştirmek için sunul-malıdır.

Söz konusu iyimser (bazılarına göre naif) olan ilk senaryo olduğunda, otomatikman olmasa da Türkiye kazanan taraf olabilir. Türk siyasetçi-ler, bölgedeki istikrar ve ticaret ile bağdaştırılan Türkiye’nin kendi çıkarlarını arttırma konusun-daki etik değerler ile Arap ülkelerindeki reformu desteklemeye ilişkin etik değerler arasında bir denge kurmak zorundadır. Muhammer Kadda-fi gibi bilindik bir cani tarafından insan hakları ödülünün kabul edilmesi gibi halkçı hareketler kesinlikle ters etki özelliğine sahip değildir.

Bildiğimiz bir başka şey ise; iyimser senaryoya yakın bir durum gerçekleşse bile Arap dünya-sında hukukun üstünlüğü ve demokrasiye geçiş sancılı bir süreç olacaktır. Büyük oranda bir istik-rarsızlığın beraberinde bazı iniş çıkışlar da ola-caktır. Bu da, Türkiye’nin, uzun vadede kazanan olsa bile kısa vadeli kayıplara da hazırlıklı olması gerektiği anlamına gelmektedir. Bunlar kendile-rini öncelikle, ekonomik açıklarda olduğu gibi bölgedeki büyük göç hareketlerinde de göstere-cektir.

Her ne olursa olsun, daha önceki hatalarından dolayı Batı’nın oynayamadığı yapıcı, yatıştırıcı ve destekleyici rolü devralmak üzere, Türkiye’nin Arap dünyasındaki iyi itibarını arttırması ve de-vam ettirmesi, Batı için olduğu kadar Arap ülke-leri için de son derece önemli bir husustur.

O

Daha uzunca bir süre Müslüman çoğunluklu toplumlarda İslam muhtemelen daha belirgin bir rol oynayacak.

Ortadoğu’da Değişimde Siyasal İslam’ın Rolü

Outline

Benzer Belgeler