• Sonuç bulunamadı

7. Yine Saçaklızâde’nin diğer bir eseri olan Takrîru’l-Kavânîn adlı eserine yazdığı

1.7. Şerhu Âdâbi’s-Semerkandî’nin Tahlili

1.7.2. İkinci Bölüm: Bahs ve Münâzara Düzeni

1.7.2.2. Âlemin Bir Müessire Muhtaç Olduğu Meselesi

Semerkandî, bu ana kadar anlattığı konuların daha iyi anlaşılması için kelâmdan bir örnek vererek bir bakıma okuyucuyu test etmektedir.

Şirvânî de şerhteki yetkinliğini göstermek için ilk önce “mesele” kelimesinin kavramsal tahlilini yaparak şerhine başlamaktadır.

Verilen örnekte âlemin hâdis olduğu, dolayısıyla ezelî olamayacağı ve bu sebeple âlemin bir yapıcıya yani bir fâile muhtaç olduğu, bu fâilin de Tanrı olduğu bir kıyasla iddia olarak mu‘allil yani bir kelâmcı tarafından öne sürülmektedir.

Sâil konumundaki kişi yani filozof, ilk önce men-‘i mücerred ile münâkaza yaparak delilin küçük öncülüne yani âlemin hâdis olmadığına itiraz etmektedir. Ardından mu‘allil, âlemin değişkenliğini örnek göstererek ikinci bir delille men‘ edilen öncülünü delillendirmektedir. Yine mu‘allil konunun açıklığa kavuşması için ikinci delilinin büyük öncülünü yani her değişkenin neden hâdis olması gerektiğini üçüncü bir delille delillendirmektedir. Bu kıyasta mu‘allil, âlemde bir takım olayların meydana geldiğini ve bundan dolayı hâdis olması gerektiğini belirtmektedir. Bu arada Şirvânî, Semerkandî’nin belirttiği bu kıyasları mantık açısından tahlil etmektedir. Şârihimize göre üçüncü öncül aslında iki kıyastan oluşmuş bir öncüldür. Bu kıyasları ayrıştıran şârihimiz tekrar kıyasları mantık açısından tahlil etmektedir. Oluşturduğu kıyas sonuç önermesi gizlenmiş “mefsûlü’n-netâic” olarak isimlendirilen bir kıyastır. Ardından Semerkandî’nin yaptığı öncüllerin açıklamasına geçmektedir.

İlk açıklanan öncül “her değişken havâdislerin mahallidir” öncülüdür. Yapılan bu açıklama aynı zamanda mu‘allilin açıklamalarıdır ve dördüncü delilidir. Bu delilde mu‘allil, değişkenliğin daha önce kendisinde bulunmayan bir halden başka bir hale geçmesi hâdislikle bağlantı kurularak anlatılmaktadır. Bunun peşi sıra sâil de gerekçeli men‘ ile münâkaza yaparak mu‘allilin bu dördüncü delilinin büyük öncülünü yani kendisinde bulunmayan bir halden başka bir hale geçişin olmayacağını kendisinde daha önce bulunan bir şeyin yok olma ya da kendisinde daha önce olmayan bir şeyin meydana gelmeyerek sıfatlanamama ihtimaliyle reddetmektedir. Mu‘allil de her iki ihtimalin değişkenin bir takım olaylara mahal olmasına engel değildir ve hâdis olanın

124

ya kendisinde bulunan bir sıfatla ya da kendisine yüklem olmayan ademî sıfatlarla hâdis olması mümkündür diyerek cevap vermektedir.

Bundan sonraki ifadeler Şirvânî’nin sözü olup tartışmayı başka boyutta devam ettirmektedir. Artık Semerkandî’nin ifadeleri daha doğrusu mu‘allil ve sâilin sözleri şârih ve başka bir şahıs tarafından farâzî bir tartışmayla devam etmektedir. Şârihin karşısındaki kişi mu‘allilin son sözlerini tahlil etmekte ve bu sözlerin delil olarak öne sürülmesinin bile uygun olmadığını ifade etmektedir. Ayrıca bu kişiye göre mutlak varlık olan yani ademî olan bir şeyin dış dünyada var olması, şârihin ifadesiyle vâkıa olması bunun ezelî olmasına engel değildir. Yine bu ademî sıfatlar hâdis olmadan ezelî olabilir. Şârihe göre ise böyle sonradan olan şeyin ezelî olması mümkün değildir. O sonradan olduğu için ister istemez hâdistir. Mu‘allilin söylemek istediği daha önce adem olup sonra mevcûd olmak değildir. Daha önce vâki olmayıp sonra vukû bulmak anlamındadır. Şârih bu ifadeleriyle Semerkandî gibi1 değişik bir sentez yapmaktadır. Şârih, daha önce adem olup sonra mevcûd olmak ifadesinde ezelî olma manası saklı olduğu için farklı bir yorum yapmaktadır. Burada ve daha sonraki ifadede belirtilen ademî olarak oluşma hakkında hâdis olarak var olma anlamında bir benzetme olduğunu söyleyerek zorlama bir yorum yapmaktadır.

Ardından “her havâdislerin mahalli de havâdislerden hâlî değildir” şeklinde belirtilen kıyasın ikinci önermesi mu‘allil tarafından açıklanmaktadır. Şârih burada yaptığı açıklamalarda Semerkandî’nin tek kıyas olarak verdiği önermeleri değişik kıyas formalarına sokarak mu‘allilin delillerini daha da çoğaltmaktadır. Ardından her bir öncül tekrar mu‘allil tarafından açıklanmaktadır. Buna göre burada havâdislerin hâdis olduğu söylendikten sonra kendisinde havâdislerin gerçekleştiği âlemin de bu sebeple hâdis olacağı vurgulanmaktadır. Çünkü havâdislere mahal olan şey de hâdisliği kabul etmek zorundadır. Ayrıca kabul edicilikte sonradan kabul etme istidadında olduğu için bir nisbet olarak hâdistir ve bu nisbette hâdis olanın varlığına şart kılınmıştır. Ancak hâdislik ezelden gelen bir sıfattır. Bu sebeple hâdis olma istidadına sahip olan âlem hem bu istidadı kabul etmesi hem de hâdis olma sıfatı tarafından hâdis olarak kabul edilmesinden dolayı yine hâdis olur. Şârih, mu‘allil adına bu açıklamaları yaparken en

1

Semerkandî de varlık kavramının tanımlamayacağını ileri süren İbn Sînâ ve Fahreddin Râzî’den farklı olarak bunun tarifinin mümkün olduğunu söylemektedir. Ona göre varlık lafzının tam karşılığı “kevn” kelimesidir. Fakat bu anlam da “olmak” manasında değil “oluş” manasındadır. Yürük, 2001:I, 98.

125

çok kelâmcılar tarafından kullanılan (Emiroğlu, 2005:175) hulfî kıyasa da sık sık başvurmaktadır.

Sâil ise âlemin ezelî bir sıfat olan hâdislikle vasıflanması onun hâdis olmadığı ve eğer böyle olursa inkılâbı yani imkânsızlıktan mümkin olmaya dönüşümü gerekli kılacağı şeklinde bir itiraz yönelterek men‘ edilmiş öncül üzerine kurulan delili men‘ ederek muâraza yoluyla münâkaza yapmaktadır. Ardından şârih tartışmayı devam ettirmektedir. Bundan sonra sâil bir mu‘allil gibi davranarak iddiasını delillendirme yoluna gitmiştir. Buna göre sâil vâcib, mümteni ve mümkin lafızlarıyla ezelilik iddiasını sürdürmektedir. Sâile göre hâdis olan şeyin vâcib olması imkânsızdır. Mümteni olması da imkânsızdır. Çünkü bu durumda varlık sahasına kendi kendine dâhil olması gerekecektir ki, bu da mümkün değildir. O halde mümteni olanın mümkin olması imkânsızdır. Mu‘allil, sâilin mümkin kavramıyla yani mutlak varlık olan şeyin ezelî olacağına dair bir iddiada bulunacağını sezerek sâilin illetlendirmesini terdîd ederek muâraza ile men‘ etmektedir Sâil de muârazaya muâraza ile karşılık vererek böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini, çünkü mümkinin ezelde mümkinliğini değil imkânlığını kabul edeceğini belirtir. Çünkü mümkinlik özünde hâdis olmayı ya da varlık sahasına geçememeyi barındırır. Ancak imkân bakımından gerçekleşmek İbn Sînâ’nın akılların sudûru teorisinde olduğu gibi bir illete bağlı olarak var olmayı zorunlu kılar.1

Burada dikkat çekici bir durum vardır. Şârih, sâilin söylediğini varsaydığı ifadeleri Semerkandî’nin metninin haricinde şerh olarak belirtmektedir. Ancak kendisi de araya girerek sâilin sözlerine eleştiri yöneltmektedir. Ayrıca Geylâni ve Şâşî’nin sözlerini de aktararak onlara bir eleştiri yöneltmektedir. Mu‘allil bu esnada kabul edicilikle şart kılınan imkânın hâdis olacağını söyleyerek muâraza yoluyla münâkaza yapmıştı. İşte bu iki şârih burada geçen “imkân” lafzını açıklarken farklı bir tasnif yaparak zâtî imkân ve hâricî imkân ayırımı yapmaktadırlar. Şârih de bu ayırımın faydasının olmadığını ve üç varlık kavramıyla bir bağlantı kurulamayacağını söyleyerek eleştiri yöneltmektedir.

1

Kelâmcılar ve filozoflar arasındaki hudûs ve imkân tartışması için bak. Gerviyani, 1998:130 v.d; Öçal, 2000, 195, 215.

126

Mu‘allil delilini devam ettirerek kabul edicilik özelliğini şekillendirmektedir. Buna göre kabul ediciler şöyledir:

1. Daha önce var olan hâdis olma sıfatı.

2. Havâdislerden hâli olmayıp hâdisle şart kılınan kabul edici.

3. Bu kabul ediciliği değişkene veren kabul edici.

Bu da son kabul ediciye kadar uzar. Bu da mümkün olmadığına göre ezelilik gerekli kılınmayıp hadislik gerekli kılınır.

Mu‘allil en son “havâdislerden hâlî olmayan her şey hâdistir” şeklindeki sonuç önermesinin açıklamasına geçmektedir. Buna göre mu‘allil, âlemin ezelî olamayacağını, şayet ezelî olursa âlemde meydana gelen bir takım olayların da ezelî olmasının gerekli kılınacağını ve bunun da muhâl olduğunu idda etmektedir. Bundan sonra sâilin müstenedle yaptığı münâkazayı şârih, Semerkandî’nin ifadelerine eklemeler yaparak şekillendirmektedir. Sâil buna İbn Sînâ’nın gök akıllarının suduruyla cevap vermektedir. Buna göre bir şeyin ezelî olamayacağını söyleyen mu‘allile bir gerekçeyle cevap vermektedir. Mu‘allil de havâdislerin bir sonrakini lâzım kılacağıyla cevap verip bu sebeple havâdislerde, sonsuz bir şekilde kabul edicinin olamayacağını ve bundan dolayı havâdislerin hepsinin hâdis olduğunu söyleyerek men‘i savuşturmaktadır. Sâil de mu‘allilin bu delillendirmesini münâkaza yoluyla muâraza şeklinde tekrar men‘ etmektedir. Sâil, ma‘lûl illetinden geri kalamayacağı için illetin ezelî olması sebebiyle ma‘lûlün de ezelî olması fikrini delillendirmektedir. Ancak ma‘lûl her ne kadar ezelî olsa da özü itibariyle imkân dâhilinde mümkün olduğu için bir tercih edici olmadan tercih edilmesi muhâldir.

Mu‘allil de bu muârazaya “tercih edici olmadan tercihin muhâl olmasını kabul etmeyiz” şeklinde itiraz ederek sâil konumuna geçmiştir. Ancak bu men‘in her iki tarafa da olumlu ya da olumsuz bir etkisi yoktur. Çünkü sâil hemen terdîdde bulunarak bu men‘i savuşturmaktadır. Sâile göre bu men‘ sonucu iki şık ortaya çıkmıştır. Eğer bu muhâl olursa sâil söylediğinde haklıdır. Şayet muhâl değilse bu seferde mu‘allilin “her muhdesin bir var edicisi vardır” iddiası çürütülmektedir. Bu durumda iddiasını korumak amacıyla mu‘allilin yapması gereken tek şey kalıyor ki, o da nakz-ı icmâlî ile

127

sâilin iddiasının deliliyle çeliştiğini göstererek çürütmektir. Aksi taktirde muâraza ile karşılık verecek olursa delillendirmesi zayıf kalacağı için sâilin iddiası varlığını devam ettirebilir. Bu sebeple en emin yol medlûlden hareketle delili ve dolayısıyla iddiayı men‘ etmektir. Ancak şârih buna münâkaza ile de cevap verilebileceğini belirterek bu cevabında nasıl olacağını göstermiştir. Tabi ki bu münâkaza da müstenedle yapılmak zorundadır.

Nakz-ı icmâlî ile tartışmadaki pozisyonunu daha da kuvvetlendiren mu‘allil, şârihe göre “âlem hâdistir” şeklindeki küçük öncülünü ispatladığı için “her hâdis olanın bir yapıcısı vardır” şeklindeki büyük öncülünü ispatlamaya geçmektedir. Bunu ispata başlamadan öce şârih, bu ispatla ilgili ifadelere kendisinin de katıldığını söyleyerek tarafsızlığını maalesef korumamıştır. Tartışma sanatıyla ilgili böyle bir eserde tarafsızlık konusunda daha dikkatli olmak gerekirken okuyucu da maalesef belli bir istikamete sevk edilmeye çalışılmaktadır. İlmî bir eserde olmaması gereken böyle bir hususiyeti şârih koruyamamıştır.

Bu örneklendirmenin sonunda mu‘allil ve dolayısıyla şârih, “şey” olan bu mümkinin mümteni ve vacib olamayacağından hereketle, varlık sahasına geçip geçmememe konusunda bir müreccihe mecbur olduğunu ve bunun da itiraz edilemeyecek bir hüküm olduğunu söyleyerek sâilin itirazlarını yok sayarak tartışmayı kendine göre sonlandırmıştır. Hatta şârihe göre bu cevap bedîhî bir hüküm olduğu için buna itiraz etmek büyüklenmeden başka bir şey değildir ve eğer sâil itiraz edecekse bu kişiyle bir daha asla tartışılmaz. Bununla birlikte Semerkandî tarafından tartışmanın mu‘allil lehine tamamlanması da ayrıca dikkat çekicidir.