• Sonuç bulunamadı

T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI TÜRK DESTANLARINDA YÖNETİCİLER

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI TÜRK DESTANLARINDA YÖNETİCİLER"

Copied!
402
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI

TÜRK DESTANLARINDA YÖNETİCİLER

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan

Zehra Görkem DURAN

Tez Danışmanı Prof. Dr. İbrahim DİLEK

Ankara – 2013

(2)
(3)

TÜRK HALK EDEBİYATI BİLİM DALI

TÜRK DESTANLARINDA YÖNETİCİLER

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Hazırlayan

Zehra Görkem DURAN

Tez Danışmanı Prof. Dr. İbrahim DİLEK

Ankara – 2013

(4)
(5)

ÖZET

DURAN, Zehra Görkem, Türk Destanlarında Yöneticiler, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2013.

Bu çalışmada Dede Korkut Boyları ve Oğuz Kağan Destanı (her iki nüsha) merkeze alınarak, muhtelif on iki Türk boyundan seçilen on üç destanda yönetici tipi incelenmiştir. Ele alınan destanlarda yöneticiler, genel özellikleri, aile ilişkileri, erginlenme süreci ve yönetim anlayışı açısından mukayeseli olarak incelenmiş, ortak ve farklı yönleri tespit edilmiştir.

Destanlardaki incelemeler yapılmadan önce İslâmiyet öncesi ve İslâmi Dönem Türk Devlet yapısı ve yönetim anlayışı genel hatlarıyla verilmiş, böylece tarihi sürecin destanlardaki yansımalarına dikkat çekilmek istenmiştir.

Öte yandan incelemeler yapılırken yönetici, lider ve yönetim anlayışına dair siyaset bilimi, felsefe, ilahiyat ve sosyoloji gibi farklı disiplinlerdeki çalışmaların tespitlerinden yararlanılmıştır.

Disiplinler arası bakış açısı ve mukayeseli bir metoda dayanan bu çalışmada, farklı dönem ve şartlara ait Türk destanlarından hareketle Türk yönetici tipinin temel özellikleri ve yönetim anlayışı belirlenmeye çalışılmıştır.

Anahtar Kelimler:

1. Türk 2. Destan 3. Yönetici 4. İktidar 5. Tebaa (Halk)

(6)

ABSTRACT

DURAN, Zehra Görkem, Administrators in Turkish Epics, Master Thesis, Ankara 2013.

In this study, taking the epics of Dede Korkut and Oguz Kagan to the center (two copies), administrator type was examined in thirteen epics which are selected from different twelve turkish tribes. General features, administrators in epics which are dealt with, are investigated in terms of general features, maturement, the common understanding of management, family relationships comparatively, and their common and different aspects has been determined. Before examinations are made in epics, turkish state structure and the view of management of Pre- Islamic Period and Islamic Period has been granted, so it is aimed to draw attention to reflections of historical process in epics. On the other hand, when the examinations are made, It is benefited in relation to aspect of administrator, leader and management from investigations, from different disciplines such as political science, philosophy, theology and sociology studies of different disciplines. In this study which is based on interdisciplinary point of view and comparative method, with reference to turkish epics which belong to different period and conditions, It is tried to determine basic features and the approach of management.

Key Words:

1. Turkish 2. Epic

3. Administrator 4. Government 5. Citizen (public)

(7)

ÖNSÖZ

Sosyal, siyasî, kültürel ve ekonomik alanlarda her geçen gün yeni gelişmeler yaşanmakta, mevcut konjonktüre ayak uydurabilmek ise her alanda kendi kaynaklarının farkında olan ve bu kaynakları en iyi şekilde değerlendirebilen devletler için söz konusu olmaktadır. Büyük devlet olabilmek ve çağın meseleleri hakkında söz sahibi olmak, öncelikle kendi gücünün farkında olmayı ve bu güç doğrultusunda hareket edip çağı yakalamayı zarurî kılmaktadır.

Türk tarihi binlerce yıllık zengin bir geçmişe sahiptir. Türkistan’dan Sibirya’ya, Anadolu’dan Balkanlara uzanan geniş bir coğrafyada vuku bulan bu tarihi süreç büyük önem taşımaktadır. Bugün söz konusu süreci öncelikle tarihsel boyutlarıyla iyi kavramak sonrasında da “tarihin tekerrürü”

farkındalığıyla sosyal, siyasî, kültürel ve ekonomik şartlar doğrultusunda incelemek ve sonuçların bugünkü tezahürlerini görmek gerekir. Bunun gerçekleşebilmesinde bilimsel faaliyetler çok önemli bir rol oynamaktadır.

Bilhassa disiplinler arası çalışmalar sayesinde birçok konu farklı yönleriyle ele alınmakta, böylece çok yönlü ve kıymetli sonuçlar elde edilmektedir.

Edebiyat ve kültür tarihimizin en değerli kaynaklarından olan destanlarımız hakkında pek çok çalışma yapılmış, kahraman tipi/tipolojisi üzerinde durulmakla birlikte yönetici tipi ve özelliklerini esas alan bir çalışmanın yapılmadığı tespit edilmiştir. Milletlerin tarihi seyir içinde yaşadıkları olayları en samimi ve çarpıcı sahneleriyle bünyesinde barındıran destanlardaki yönetici tipi ve yönetim anlayışını belirleyip, bu süreci geçmişten günümüze ele alarak değerlendirmenin, halk edebiyatıyla birlikte tarih ve siyaset bilimi gibi sosyal bilimlerin önemli diğer alanlarında da yapılacak çalışmalar açısından değerli bir yere sahip olacağını düşünmekteyiz.

Çalışmanın amacı, Oğuz Kağan Destanı ve Dede Korkut Boylarından hareketle birbirinden oldukça farklı coğrafya ve şartlarda ortaya çıkan Türk destanlarındaki yönetici tipinin temel özelliklerini belirlemek, bunların ortak ve birbirinden kesin çizgilerle ayrılan yönlerini tespit ederek tarihi seyir içinde

(8)

yönetici tipimizin geçirdiği değişim ve gelişimi belirlemek adına bir başlangıç yapmaktır.

İşte bu düşünceden hareketle belirlenen “Türk Destanlarında Yöneticiler” adlı çalışmamız “Türklerde İslâmiyet Öncesi ve İslâmi Dönem Devlet Geleneği, Yönetim Anlayışı”, “Yöneticilerin Genel Özellikleri, Erginlenme Süreçleri ve Aile İlişkileri” ve “Yöneticilerin Yönetim Anlayışları, Yurtlarına ve Halklarına Bakış Açıları” olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Ayrıca çalışmanın sonunda incelenen destanların özetleri yer almaktadır. Çalışmamızda “yönetici” kavramını tercih etmemizin sebebi, Türk tarihinin farklı süreçlerinde yaşanan sosyal, siyasî ve dinî değişimlerle birlikte terminolojide görülen değişikliklerdir. Dolayısıyla ortak bir terim kullanmak ve merkezde yer alan yönetici ile birlikte yardımcı unsurları da aynı çatı altında toplamak adına “yönetici” kavramını kullandık.

Çalışmanın giriş bölümünde yönetici, lider, otorite tipleri gibi kavramlar üzerinde durulmuş, bunların tanımları ve bu kavramlar hakkında farklı isimlerin görüşlerine yer verilmiştir. Özellikle günümüz yönetim ve liderlik anlayışına dair kamu yönetimi, siyaset bilimi ve yönetim ve organizasyon gibi bilim dallarında yapılan çalışmalardan yararlanılmıştır.

“Türklerde İslâmiyet Öncesi ve İslâmi Dönem Devlet Geleneği, Yönetim Anlayışı” adlı birinci bölümde Türk devlet geleneği ve yönetim anlayışı, “devlet anlayışı”, “hâkimiyet anlayışı” ve “yöneticilerin genel özellikleri” perspektifinden genel hatlarıyla verilmiştir. Burada, destanlarımızdaki yönetici özelliklerini incelemeden önce konunun tarihi seyrini ve bugünkü tezahürlerini görebilmek adına genel bilgileri vermek amaçlanmıştır. Dolayısıyla bu bölümde ağırlıklı olarak tarih alanında yapılan çalışmalardan yararlanılmıştır. Bununla birlikte İslâmi dönem devlet geleneği ve yönetici özelliklerine değinirken, İslâmiyette yöneticilik ve adil yönetime dair Hz. Peygamber ve dört halife dönemi ile önemli İslâm âlimlerinin siyasete dair görüşlerine de yer verilmiştir.

Çalışmamızın, “Yöneticilerin Genel Özellikleri, Erginlenme Süreçleri ve Aile İlişkileri” adlı ikinci bölümünde incelenen destanlardaki yöneticilerin genel

(9)

özellikleri, yönetici olma ve bir bakıma kendilerini kanıtlama süreçleri ile aile ilişkileri ele alınmıştır.

Çalışmamızın üçüncü bölümü “Yöneticilerin Yönetim Anlayışları, Yurtlarına ve Halklarına Bakış Açıları” adını taşımaktadır. Burada destanlardaki yöneticilerin yönetim anlayışları belli başlıklar altında incelenmiş, sonrasında yöneticilerin yurt sevgisi ve yurt kavramına bakış açısı ile halklarıyla olan ilişkileri ele alınmıştır.

Okuyucunun destanların olay akışını rahat takip edebilmesi ve destan metinlerinden verilen örnekleri daha iyi değerlendirebilmesi adına çalışmanın sonunda incelenen destanların özetleri verilmiştir.

Çalışmamızda Türk edebiyat ve kültür tarihinin mihenk taşlarından olan Oğuz Kağan Destanı(her iki nüshası) ve Dede Korkut Boyları merkeze alınarak, 12 Türk boyundan seçilen toplam 13 destanda, yönetici tipi ve özellikleri incelenmiştir. Yapılan taramalar sonucu elde edilen malzeme belli başlıklar dâhilinde tasnif edilerek değerlendirilmiştir. Çalışmada incelenen destanlar ve ait oldukları Türk boyları ise şöyledir:

 Er Samır Destanı ve Maaday-Kara Destanı (Altay Türkleri)

 Küsek Bey Destanı (Başkurt Türkleri)

 Gan Kişi Destanı (Gagavuz Türkleri)

 Abdurrahman Han Destanı (Doğu Türkistan-Uygur Türkleri)

 Han Mirgen Destanı (Hakas Türkleri)

 Barak Batır Destanı (Kazak Türkleri)

 Manas Destanı (Kırgız Türkleri)

 Mamay Destanı (Nogay Türkleri)

 Alpamış Destanı (Özbek Türkleri)

 Culuruyar Nurgun Bootur Destanı (Saha-Yakut Türkleri)

 Altın Ergek Destanı (Şor Türkleri)

 Kangıvay Mergen Destanı (Tuva Türkleri)

Genel olarak destan seçiminde çok fazla çalışılmayan destanları seçmekle birlikte, Manas ve Alpamış gibi iyi bilinen ve hakkında pek çok

(10)

çalışma yapılmış destanların da diğer destanlardan elde ettiğimiz bulguları değerlendirirken belirleyici rol oynamasını amaçladık.

Kullandığımız destanların Türkiye Türkçesine aktarılmış metinlerinden yararlanarak, incelenen başlıklardaki konulara uygun olarak destan metinlerinden örnek parçalar sunduk.

Çalışmamızda edebiyat ile birlikte tarih, siyaset bilimi, kamu yönetimi, yönetim ve organizasyon, felsefe ve ilahiyat gibi farklı disiplinlerde yapılan çalışmalardan da yararlandık. Bu da bize disiplinler arası çalışmanın ele alınan konunun değerlendirilmesinde ne derece ufuk açıcı ve kıymetli olduğunu bir kez daha gösterdi.

Şüphesiz bu çalışma, zengin Türk destan varlığı içinde disiplinler arası ve mukayeseli yöntemle yapılacak çalışmalar için ufak bir başlangıç mahiyetindedir. Çalışmamızın bundan sonraki Türk kültür ve edebiyatı çalışmalarına ufak da olsa bir katkı sağlayabilmesi ise en büyük temennimizdir.

Çalışmanın teknik unsurları konusunda karşılaştığım güçlüklerin çözümünde önemli yardımlarını gördüğüm mesai arkadaşım, değerli dostum Arş. Gör. İskender Emrah KARAKAŞ’a çok teşekkür ediyorum.

Zengin birikimi ve geniş bakış açısıyla çalışmamıza yön veren, kıymetli zamanını bize ayıran Sayın Prof. Dr. İlhami DURMUŞ’a şükranlarımı sunuyorum.

Henüz yolun başında olduğum bu alanda hiçbir konuda destek ve ilgisini benden esirgemeyen, varlığından güç aldığım hocam Sayın Prof. Dr.

İbrahim DİLEK’e ve aileme yürekten teşekkür ediyorum.

Zehra Görkem DURAN Ankara-2013

(11)

İÇİNDEKİLER

ÖZET ... i

ABSTRACT ... ii

ÖNSÖZ ………..iii

İÇİNDEKİLER ... vii

GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM TÜRKLERDE İSLÂMİYET ÖNCESİ VE İSLÂMİ DÖNEM DEVLET GELENEĞİ, YÖNETİM ANLAYIŞI I. İSLÂMİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE YÖNETİCİLER .. 4

A.Devlet Anlayışı ... 5

B.Hâkimiyet Anlayışı ... 6

C.Yöneticiler ve Yönetim Anlayışı ... 9

II. İSLÂMİ DÖNEM TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE YÖNETİCİLER ... 13

A.Devlet Anlayışı ... 13

B.Hâkimiyet Anlayışı ... 14

C.Yöneticiler ve Yönetim Anlayışı ... 15

İKİNCİ BÖLÜM YÖNETİCİLERİN GENEL ÖZELLİKLERİ, ERGİNLENME SÜRECİ VE AİLE İLİŞKİLERİ I. YÖNETİCİLERİN GENEL ÖZELLİKLERİ ... 20

A.Tanrıya (Kutsallara) İman, Manevi Değerlere Saygı ... 20

B.Doğumdaki Olağanüstülükler ve Karizmatik Liderlik ... 30

C.Ad Alma ve Yiğitliğini Kanıtlama ... 45

D.Liyakat ve İktidara Muktedir Olma ... 52

II. YÖNETİCİLERİN ERGİNLENME SÜRECİ ... 65

(12)

III. YÖNETİCİLERİN AİLE İLİŞKİLERİ ... 77

A.Anne- Baba ve Kardeşler ile İlişkiler ... 78

B.Evlilik ve Eşler Arası İlişkiler ... 102

C.Çocuklarla Olan İlişki ... 130

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YÖNETİCİLERİN YÖNETİM ANLAYIŞLARI, YURTLARINA VE HALKLARINA BAKIŞ AÇILARI I. YÖNETİCİLERİN YÖNETİM ANLAYIŞLARI ... 139

A.İktidarı (Kutsal Bir) Emanet Olarak Görme ... 139

B.Adalet ve Merhamet ... 148

II. YURTLARINA VE HALKLARINA BAKIŞ AÇILARI ... 292

A.Yurt Sevgisi ve Anayurda Bakış ... 292

B.Halklarına Bakış Açıları ... 300

SONUÇ ... 318

EKLER ... 322

KAYNAKÇA ... 383

(13)

İnsanoğlu tarih sahnesinde var olmaya başladığı günden itibaren, hayat şartları doğrultusunda “birlikte yaşama kültürü”nü geliştirmiş ve bu kültürün gereksinimleri sonucunda yeni yapılandırmalara giderek hayatını idame ettirmiştir.

Artan nüfus, belli bir düzen dâhilinde yaşamayı ve yönetim yapısı belirlemeyi zaruri kılmıştır. “Aileden başlayarak, aşiret, kabile, boy, site, krallık, imparatorluk ve ulus-devlet gibi biçimlerde ortaya çıkan sosyal ve siyasî kurumlar, insanların yönetim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak oluşturdukları belli başlı yapılardır. Bu bakımdan yönetim, insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmış bir beşeri ilişkiler olayıdır ve sosyal bir ihtiyaçtır”

(Eryılmaz 2002: 1). İnsanlık tarihi kadar eski olan yönetim, aynı zamanda birlikte yaşama kültürünün beraberinde getirdiği bir gereksinim ve bu kültürün tabii bir sonucudur.

Yönetim kavramına dair tanım ve görüşlere baktığımızda, Bilal Eryılmaz, “yönetim”i şöyle tanımlar: “Yönetim, geniş anlamda, başkalarını sevk ve idare etme faaliyeti ya da sürecidir. Başkaları üzerinde otorite kurma ve başkalarına iş yaptırma bir yönetim faaliyetidir” (Eryılmaz 2002: 3).

Kurthan Fişek ise, “yönetim”in hem devleti örgütleyici eylemlerini (amaç), hem de söz konusu eylemleri yürüten makineyi (araç) adlandırmak için kullanıldığını vurgulayarak, yönetim kavramını şöyle tanımlar: “Amaç açısından yaklaştığımızda, yönetimin, toplumsal hayatın değişik kesimlerinin işleyişini düzenleyen ve bu kesimlerdeki yönetsel kuruluşların belirleyici özelliklerinde somutlaşan bir eylemler dizisi, eş amaçlı kişilerin yer aldıkları bir örgütün en kısa ve kestirme yoldan amaçlarını gerçekleştirmesine yönelen ve PÖPAYED (planlama, örgütlenme, personel-alma, yönlendirme, eşgüdüm ve denetleme) ögelerinden oluşan bir karmaşa olarak belirdiğini görürüz”

(Fişek 2011: 31).

(14)

Yukarıdaki tanımlar, devlet yönetimi ile birlikte kamu ve örgüt yönetimini de kapsamaktadır. Eryılmaz, yönetim kavramını açıklamadan önce söz konusu tanımın “sevk ve idare”, “idari sistem” ve “örgüt” olmak üzere üç kavram içinde toplanabileceğini belirtir ve yönetimin özelliklerini şu şekilde maddelendirir:

1. Yönetim, birden fazla kişinin yer aldığı bir grup içinde söz konusu olmaktadır.

2. Bir süreç olarak yönetim, planlama, örgütleme, gerekli kaynakları sağlama ve düzenleme, yönlendirme, koordinasyon ve denetim gibi faaliyet ya da ögelerden meydana gelir.

3. Yönetim, biçimsel örgütlerde hiyerarşik bir düzen içinde meydana gelir.

4. Yönetim, düzenli faaliyetlerden meydana gelen bir olgudur.

5. Yönetim, belirli bir amacın gerçekleştirilmesine yönelmiş çeşitli faaliyetler bütününden oluşur (Eryılmaz 2002: 3-5).

Yönetim kavramına dair tanım ve görüşler geçmişten günümüze değişip, çağın şartlarına göre gelişmekle birlikte aslında kavramın temel dayanakları ve işleyişinin aynı eksende devam ettiği görülmektedir.

21. yüzyılda yönetim yapısından çok yönetici ve bilhassa “lider”e odaklanan bir anlayış ortaya çıkmıştır. “Karizmatik lider” olarak adlandırılan bu liderlik anlayışı, sadece devlet yönetiminde değil kamusal alanın pek çok yerinde örgütsel faaliyet süreçlerini yöneten liderleri tanımlamak için de kullanılmaktadır.

Max Weber’in sınıflandırmasına göre meşru otoritede üç tip vardır.

Bunlardan ilki rasyonel gerekçelere dayanır ve yasal kurallar ile kişilerin hakları üzerine kurulur. “Kanuni otorite” olarak adlandırılan bu otorite tipi, bugünkü demokratik sistemlerde görülen otoriteleri karşılamaktadır.

Sınıflandırmada ikinci tip “geleneksel otorite”dir. Geleneksel gerekçelere dayanan bu otorite tipi geleneklerin kutsallığı inancı üzerine kurulur. Son otorite tipi ise “karizmatik otorite” olarak adlandırılır. Karizmatik otorite, karizmatik gerekçelere dayanır. Spesifik ve olağanüstü nitelikler

(15)

çerçevesinde, kahramanlık ya da topluma örnek teşkil edecek karizmatik vasıflara sahip bir birey (lider) üzerine kurulur (Weber 1969: 328).

Karizmatik otorite tipinde sistemin başında yer alan kişi yöneticiden ziyade lider olarak nitelendirilebilir. Bu noktada yönetici ve lider kavramlarına değinmek gerekir. Yönetici daha genel bir kavramdır ancak lider, spesifik özellikleriyle yöneticiden ayrılır, başlı başına bir duruş gösterir. D. Leblebici yönetici ve liderlik kavramlarına dair görüşleri şöyle aktarır: Eigen ve Siegel (1989) : “Yönetici işleri doğru yapan kişidir, lider ise doğru işleri yapan kişidir”

Gatewood, Taylor ve Ferrel (1995: 492): “Yönetim beyni etkiler, liderlik ise kalp ve ruha seslenir” (Leblebici 2008: 63, dipnot:5). Her ne kadar bu tanımlar günümüz liderlik ve yönetim anlayışı doğrultusunda dile getirilmiş olsa da, söz konusu kavramların geçmişteki tezahürleri de bundan çok farklı değildir.

Bir yönetim sisteminde asli ve yardımcı unsurlar yönetici olarak adlandırılır ama genel özelliklerden sıyrılarak, sahip olduğu etkili ve özel vasıflarla kitleleri peşinden sürükleyebilen, olaylara belli bir yön verebilen, sorun çözme ve ufuk açma yetisine sahip olan kişiler yani “lider”ler tarihi akış içinde bambaşka bir yere sahiptirler.

Tarihi kaynaklarımıza baktığımızda, Türk devlet geleneği ve yönetim anlayışının yaşanan sosyal, siyasî, dinî, ekonomik v.b. gelişmeler doğrultusunda yeni yapılandırmalara uğramakla birlikte temel yapısını muhafaza etmekte olduğunu görüyoruz. Türk yönetim sisteminde İslâmiyetle beraber köklü değişimler yaşanmış ancak devlet geleneğinin aslî unsurları aynı kalmıştır. Bunun başlıca sebebi ise, eski Türklerdeki hayat algısı ve yönetim anlayışı ile İslâmiyetin pek çok noktada örtüşmesidir. İşte bu bağlamda öncelikle İslamiyet öncesi Türk yönetim anlayışı ve yönetici özellikleri ile İslâmî dönemdeki yönetim ve yöneticilik anlayışını ana hatlarıyla incelemek gerekir. Söz konusu dönemlerin genel özelliklerini bilmek, edebiyat ve kültür hayatımızın en önemli kaynaklarından olan destanlarımızda bu özelliklerin tezahürünü görebilmek ve doğru tespitlerde bulunabilmek açısından elzemdir.

(16)

GELENEĞİ, YÖNETİM ANLAYIŞI

Türkler, binlerce yıllık tarihleri boyunca Orta Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya üç kıtada var olmuş, pek çok devlet kurarak tarih sahnesinde önemli bir yer edinmişlerdir. Devlet geleneği esaslı bir şekilde uygulandığı müddetçe kurulan devletler de uzun ömürlü olmuş, asırlara uzanan hükümranlıklar kurulmuştur. Türklerin devlet geleneği, yaşanılan coğrafya, dönemin siyasî- sosyal ve kültürel şartları doğrultusunda zaman zaman değişimler göstermekle beraber, temel devlet anlayışı tüm Türk devletlerinde belli esaslara dayanmıştır.

Türk devlet geleneğinin dayandığı esasların İslamiyet öncesi ve İslâmî dönem olmak üzere iki döneme ayrılarak incelenmesinde temel kıstas, İslâmiyetle birlikte devlet geleneğinde görülen köklü sistem değişimidir.

Türkler daha önce de din değiştirmişlerdir ancak yönetim anlayışına sirayet eden temel değişim, İslâmiyetle birlikte yaşanmıştır (Kaşıkçı 2002: 888). Bu doğrultuda çalışmamızın ilk bölümünde Türk devlet geleneği ve yönetim anlayışını iki ana başlık altında inceleyeceğiz.

I. İSLÂMİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE YÖNETİCİLER

İslâmiyet öncesi ve İslâmi dönem devlet geleneği ve yöneticiler bahsini

“devlet anlayışı”, “hâkimiyet anlayışı”, “yöneticiler ve yönetim anlayışı” olmak üzere üç ana başlıkta inceleyeceğiz. Zira, konun ana hatlarını oluşturan temel çerçeve bu üç noktadan oluşmaktadır.

(17)

A. Devlet Anlayışı

Türkler tarih sahnesine çıktıkları günden bugüne çeşitli coğrafyalarda pek çok Türk devleti kurulmuştur. Türklerin en zorlu dönemlerinde bile teşkilâtlanarak bir birlik meydana getirmeleri ve akabinde devlet kurmaları, onların devlet yapılanmasına verdiği önemin en büyük göstergesidir.

Eski Türklerde devlet, “il” kelimesiyle de karşılanarak çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Devleti “hukuki bakımdan emretme ve hak yetkisine sahip ve o emri icra kudreti de olan bir yüksek sosyal nizam” olarak tanımlayan Kafesoğlu, “il” kavramına dair görüşleri de farklı isimler aracılığıyla şöyle aktarır: A. V. Gabain’e göre “ülke, imparatorluk=Reich, iktidar veya hükümet”, V. Thomsen’e göre “siyasi bakımdan müstakil, muntazam teşkilatlı millet” ve R. Griaud’ ya göre” Teşkilatlı devlet, imparatorluk, siyasi hâkimiyet” (Kafesoğlu 2001: 248-249).

İl kavramını, “Türklerin yönetim yapısının en üstünde, devlet veya bir hükümdar tarafından idare edilen siyasî birlik” olarak tanımlayan Kaşıkçı, kelimenin iyi dostluk, sevgi, sulh ve barışseverlik anlamlarına gelen bir devlet anlamında kullanılmasına dikkat çeker (Kaşıkçı 2002: 888).

Tüm bu görüşler dikkate alındığında “il” kavramının eski Türklerde yönetimin en üst kademesini teşkil eden ve barışa dayalı bir devlet yapısını esas alan bir kavram olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.

Devlet kavramından bahsederken “devlet olabilme niteliği”ni de incelemek gerekir. Tarih sahnesinde yer alan her toplumun millet olamadığı gibi bahsi geçen her ülkenin de devlet olamadığı gerçeğine dikkat çeken Atalay, devleti bir bakıma “milletin ortaya çıkan kişiliği” olarak değerlendirmektedir. Bu doğrultuda devleti “millet, ülke, siyasî teşkilatlanma ve devlet kudretinin bütünü” şeklinde tanımlar (Atalay 2002: 860). Dolayısıyla devlet, onu oluşturan bileşenleriyle birlikte ele alınmalıdır. Bu bileşenlerin başında da yöneten ve yönetilen yani hükümdar (kağan, han v.s.) ve millet gelmektedir. İbrahim Kafesoğlu bu bileşenleri tek tek sıralayarak yaptığı tanımda eski Türklerdeki “il”i şöyle ifade etmektedir: “Arazisi (uluş) ile, birleşmiş halkı (bodun, kün) ile, müşterek idari ve hukuki nizamı (töre) ile

(18)

yurdu koruyan ve milleti refah, huzur ve barış içinde yaşatan bir siyasî kuruluştur" (Kafesoğlu 1997: 233).

Türk devletlerinde yönetim geleneğini belirleyen temel unsur “töre” dir.

Devleti oluşturan tüm bileşenler töreye göre hareket etmek zorundadır. Töre bozulduğunda devlet düzeni de bozulur.

Töre kavramının, bozkırdaki fiili yaşamın zamanla hukukî-sosyal nitelik kazanmış davranışlar bütünü olarak “kanun” anlamında kullanıldığını ve kelimenin aslının “törü” olduğunu belirten Kafesoğlu, R. Giraud’un “töre” ye dair görüşünü şöyle aktarır: “Eski Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi kaideler (normlar) bütünü” (Kafesoğlu 1997: 246).

Töre, devlet yapısının temelini teşkil etmekle birlikte değişmez değildir.

İçinde bulunulan dönemin beraberinde getirdiği sosyal, siyasi v.b. şartlara göre belli değişim ve gelişimlere uğrayabilmektedir. Sosyal gerçekleri esas alan Türk hükümdarlarının meclisin onayını alarak zaman zaman töre hükümlerinde değişiklikler yaptıkları da görülmüştür (Asya Hunlarında Mo- tun, Gök-Türklerde Bumın ve İlteriş, Tuna Bulgar devletinde Krum). Bununla birlikte törenin anayasa hükmünde değişmez prensiplerinin olduğu da dikkat edilmesi gereken bir başka husustur (Kafesoğlu 1997: 247).

B. Hâkimiyet Anlayışı

Türklerdeki hâkimiyet anlayışını belirleyen temel husus şüphesiz istiklâl yani bağımsızlık tutkusudur. Tarihin hangi döneminde olursa olsun Türkler için istiklâl vazgeçilmez bir mefhum olarak karşımıza çıkar.

Dolayısıyla kurulan her devlet aslında kaybedilen istiklâli aynı ruh ancak farklı bir devlet adıyla yeniden var etme çabasının bir ürünüdür.

Kelimenin eski Türkçedeki biçiminin “oksız’lık” olduğunu belirten Kafesoğlu, Türklerdeki istiklâl anlayışının kökenini ve sağlamlığını Köktürk Yazıtlarında geçen ifadelerle vurgular: “Ey Türk milleti, üstte gök yıkılmaz, altta yer delinmezse ilini, töreni kim bozabilir?”. Bu tarihi vesikalar aynı

(19)

zamanda istiklâl tutkusunun yöneticiler ve halk için ortak bir değer olduğuna işaret eder (Kafesoğlu 1997: 235).

M.Ö 55’de Asya Hunlarının yaşadığı olaylar doğrultusunda Çin yıllıklarına geçen Ts’ien Han-shu Hun devlet meclisinde (toyunda) yapılan konuşmada: “Cesarete karşı hayranlık duymak ve tâbiiyeti yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan toprakla birlikte devr aldığımız devletimizi (istiklâlimizi) feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız hala mevcut iken devletimizi korumalıyız” (Kafesoğlu 1997: 234) ifadeleri kullanılır. Gerek Köktürk Yazıtlarındaki ifadeler, gerekse Çin Yıllığına geçen bu konuşmalar istiklâl kavramının tarihin en eski dönemlerinden itibaren Türkler için vazgeçilmez bir unsur olduğunun en somut göstergelerindendir.

Türklerdeki hâkimiyet anlayışı temelde ana yurdun istiklâline dayanmakla beraber bir adım daha öteye giderek tüm cihana uzanan bir hâkimiyet ülküsünü ifade eder. “Cihan hâkimiyeti ülküsü” veya “cihan hâkimiyeti mefkûresi” biçiminde adlandırılan bu ideal, Türk devletlerinin tarihin her döneminde ulaşmak yolunda ilerlediği biricik gayedir.

Cihan hâkimiyeti gibi iddialı bir hedefe, sağlam kaynaklar olmadan ulaşmak mümkün değildir. Türklerin bu hedefe yürürken beslendiği kaynakları maddi ve manevi kaynaklar olarak incelemek mümkündür.

Cihan hâkimiyeti ülküsünün manevi kaynağı şüphesiz inanç temellidir.

Burada da fikrin “ilahi menşei”ne ayrı bir dikkatle bakmak gerekir. Türklerde hâkimiyetin Tanrı tarafından yöneticiye verildiğine inanılır ki bu da “kut” olarak ifade edilir. Eski Türk devletlerinde “siyasi iktidar”ı karşılayan kut kavramı, Kutadgu Bilig’de şöyle açıklanır: “Kutun tabiatı hüzmet, şiarı adalettir…

Fazilet ve kısmet kuttan doğar… Beyliğe (Hükümdarlığa) yol ondan geçer…

Her şey kutun eli altındadır, bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşir…

Tanrısal (ıduq)’dır… Dünyada tam bir iktidar kuşağı bağladı, kurt ile kuzu bir arada yaşadı… Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi… Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar…” (Kafesoğlu 1997: 249-250).

Bu doğrultuda özelde ana yurttaki hâkimiyet genelde ise cihan hâkimiyetini besleyen temel unsurun ilahi kaynaklı olduğunu söylemek

(20)

mümkündür. Eski Türklerle ilgili olarak St. Julien’den “Türkler hudutları geçmeğe karar verdikleri zaman bir mabede gidip zafer için dua ediyor;

ondan sonra ordularını toplayarak Çin’e doğru taarruza geçiyorlardı”

ifadelerine yer veren Osman Turan, bunun bir dilek ve şükrandan öte hâkimiyetin Tanrı tarafından verilmiş olan bir ihsan olarak görülmesinden kaynaklandığını belirtir (Turan 2002: 850).

Türklerin cihan hâkimiyeti mefkûresinin ilk olarak, büyük bir Türk imparatorluğu kuran Kunlar (Hunlar) ve bilhassa Hun hükümdarı Mete ile başladığını kaydeden Turan, Mete’nin bu büyük ülküye olan inancını dile getirdiği şu ifadeleri aktarır: “Şimdi ölürsek dünya durdukça kahramanlık şanımız yaşayacak; oğullarımız ve torunlarımız başka milletlerin başbuğları olacaktır”. Bu sözlerin Hunların Çin esareti altında olduğu bir dönemde dile getirildiğini belirten Turan, böylesi zorlu şartlar altında dahi milli şuur ve gururun muhafaza edildiğine dikkat çeker (Turan 2002: 848).

Her ne kadar cihan hâkimiyeti ülküsü ilk olarak Hun (Kun)larda görülmüş olsa da onların torunları olan Köktürklerde bu ülkünün ulaştığı nokta daha özel bir yere sahiptir : “Üstte mavi gök, altta yağız yer ve ikisi arasında kişioğlu yaratılmış; kişioğulları üzerinde de dedem Bumın ve İstemi Kağanlar hükümdar olmuşlardı. Onlar dört tarafta bulunan düşmanları idareleri altına almışlar; harpten vazgeçirmişler; başlılarını eğdirmiş ve dizlilerini çöktürmüşlerdi… Böylece sahipsiz ve teşkilatsız Göktürkleri nizama koyup hüküm sürmüşlerdi” (Turan 2002: 849).

Cihan hâkimiyeti ülküsü, dönem yöneticilerinin yabancı devlet hükümdarlarıyla yaptıkları görüşmelerde de net bir şekilde hissedilir. Avrupa Hunları Batı kanadı élig’i Uldız, Bizans’ın Trakya umumi valisine, gökyüzünü göstererek “Güneşin battığı yere kadar” her yeri fethedeceğini söyler. Yine Asya’da Kök-Türk prensi Türk-şad, Bizans elçisi Valentinos’a “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünya önümüzde diz çökecektir” ifadesini kullanır. Ayrıca Batı Kök-Türk hakanının 598’de Bizans’a gönderdiği mektupta : “Yedi iklimin ve yedi ırkın (yani dünyanın) hükümdarlarından Roma imparatoruna” hitabı dikkat çeker. Bununla birlikte Dîvân-ü Lugat-it

(21)

Türk’te Alp Er-Tunga “Acun-beği” yani dünya hükümdarı sayılır (Kafesoğlu 1997:255-256).

Tüm bunlar gösteriyor ki eski Türklerde cihan hâkimiyeti ülküsü, birbirinden çok farklı coğrafya ve zamanda kurulmuş olan tüm Türk devletlerinde her türlü şart ve durumda ulaşılacak olan başlıca hedeftir ve bir bakıma istiklâl ile birlikte devletin varolma, ayakta durma gayesini besleyen en önemli unsurdur.

C. Yöneticiler ve Yönetim Anlayışı

İslâmiyet öncesi Türklerde yöneticiler için kullanılan unvanlar: “Tanhu veya şan-yü (5. yy. ortalarına kadar), kağan (khagan), kan (han, kral), yabgu (cabgu), idi-kut, il-teber, erkin (kül erkin, ulug erkin) vb. bular arasında en yaygın olan ise “kagan” (imparator) dır (Kafesoğlu 1997: 267).

Eski Türklerde kağan (han vb.) olmak belli şartlara bağlıdır. Bunlardan ilki Tanrı tarafından “kut” verilmiş olan hanedan ailesine mensup olmaktır.

‘Kut’ a sahip olmak yöneticiye ilahi bir vasıf yüklemekle beraber “hakan, kutsal bir varlık olmayıp, kendisine hükümdarlık tacı giydirilmiş talihli bir kişidir” (Kaşıkçı 2002: 889). Dolayısıyla kağan olabilmek için kut sahibi olmak öncelikli şarttır. Bununla birlikte hanedan ailesine mensup olmak da tek başına yeterli değildir. Türklerde hanedan ailesinden olan bir erkeğin yönetimin başına geçebilmesi için ayrıca bazı vasıfları taşıması beklenir.

“Türk düşüncesinde; kağanlar, Gök’ün yerde kendi adına tayin ettiği, bir temsilci idi” ifadesini kullanan Tutar, bununla birlikte bir Türkün başarılı bir kağan olabilmesi için gerekli olan başlıca üç vasfı “yarlık, talih ve kısmet”

olarak nitelendirir (Tutar 2002: 868-869). Salim Koca ise, Türk kağanına Tanrı tarafından bahşedilen hâkimiyetin ilahi temellerinin Köktürk yazıtlarındaki biçimini şöyle aktarır:

a) “Kut” (siyasi iktidar)

b) “Ülüg veya ülüş” (kısmet, nasip, pay) c) “Küç” (güç)

(22)

buna göre, Türk kağanı, “kut” ile cihan hakimiyeti fikrine yürüyor, ülüg ve ülüş’ü yani iktisadi gücünü adil bir şekilde halka dağıtıyor ve askeri güç ile de düşmana korku salarak otoritesini sağlamlaştırıyordu (Koca 2003: 67-68).

Eski Türklerdeki yönetim geleneği, Weber’in sınıflandırmasında

“karizmatik otorite” yi karşılamaktadır. Hâkimiyetin Tanrı tarafından yöneticiye bahşedilen “kut”a bağlı olması ve yöneticinin “Tanrının yeryüzündeki gölgesi”

olarak nitelendirilmesi, karizmatik otorite sistemiye birebir örtüşmektedir.

Öte yandan, Türk kağanının iktidar tipleri içinde karizmatik iktidar tipiyle örtüştüğünü belirtmekle birlikte Koca, kağanın kendisine iktidarı bahşeden Tanrı ile beraber aynı zamanda “töre”ye karşı da sorumlu olduğunu vurgulayarak, Türk kağanının iktidarının “kanuni bir temele” de dayandığını belirtir (Koca 2003: 68).

Karizmatik liderlik manevi vasıflarla birlikte maddi unsurları da bünyesinde taşır. Tarihî kaynaklarda adı geçen Türk hükümdarlarının görünüş itibariyle de karizmatik lider vasfına uydukları görülür. Güzellik ve sahip olunan ihtişam, hem liderin kendine olan güvenini hem de dış unsurlara karşı güç gösterisi yaratması bakımından oldukça önemlidir. Hükümdarın sahip olduğu bu ihtişamlı görünüş ve karizmatik duruş hatunlarda da mutlak surette görülür.

Yönetimde ihtiyaç duyduğu manevi gücü Tanrı’dan alan Türk kağanı, sonraki süreçte başarılı olabilmek için gereken hususları kendi belirleyecektir.

Bu hususların başında da sağlam bir adalet anlayışı, şecaatli bir duruş ve yönetim için liyakat sahibi olmak gelir.

Eski Türk devletlerindeki adalet anlayışı tarihi kaynaklarımızda açık bir şekilde görülmektedir. Köktürk Yazıtları’nda Bilge Kağan “Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tâbi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti”. Bununla birlikte Türk tarihinin en önemli siyaset kaynaklarından olan Kutadgu Bilig, dört iyi temel üzerine kurulmuştur ve bunlardan ilki adalettir. Eserde “akıl”ı temsil eden Ögdülmiş’in hükümdara hitaben kullandığı ifadeler Türk devlet geleneğindeki adalet anlayışını net bir

(23)

şekilde açıklar : “Zalim olma, zulmü kötülere karşı tatbik et; bütün memleketi kötülerden temizle… Kötüyü, ceza vererek, doğru yola getir; kötüye kötü muamele layıktır, sen de öyle yap. İyinin serbestçe dolaşabilmesi için, kötünün ya zincirde veya zindanda olması lazımdır, ey metin yürek…”(Tutar 2002: 869-870). Bu da gösteriyor ki, adil bir yönetim için hem iyiye hem de kötüye karşı hakkaniyet çerçevesinde bir tutum şarttır. Adaletin temini için iyiliğin mükâfatı ve kötülüğün cezası mutlak surette verilmelidir.

Şecaat anlayışına baktığımız zaman ise “cihan hâkimiyeti” gibi büyük bir ülküye sahip bir devlet geleneğinin başındaki hükümdarın şecaat ve özgüven vasıflarını taşıması muhakkaktır. Çok geniş coğrafyalara uzanan fetih hareketleri, yabancı hükümdarlara karşı sergilenen kendinden emin ve kararlı duruş bunun en büyük göstergelerindendir. Köktürk yazıtlarında Kül Tigin abidesinde geçen şu ifadeler bu müthiş şecaatin en tesirli ifadeleri olsa gerek: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyivermiş.

Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş” (Ergin 2005: 9).

Liyakat yani yönetime layık olabilme vasfı aslında bünyesinde pek çok unsuru barındırır. Tanrı tarafından seçilmiş ve kut bahşedilmiş bir lider olmak tek başına yeterli değildir. Sonraki süreci başarıyla yönetebilmek için hükümdarın liyakatini kanıtlaması gerekir. Bu da şüphesiz verilen kararlar, risk alabilme, çözüm üretme kısacası hayatın her alanında atılan adımlar ve bu adımların tezahürleriyle doğru orantılıdır. Her ne kadar hükümdar büyük yetkilere sahipse de, yönettiği halkın sorumluluğu ve ortaya çıkan (çıkabilecek) her türlü olumsuzluğun bedeli ona aittir. Öyle ki iktidar, Tanrıdan alınan ilahi bir emanettir ve bu emanete gelebilecek her türlü zarardan da birinci dereceden sorumlu olan kişi hükümdardır.

Hükümdarın, halkına karşı olan sorumlulukları da tıpkı iktidar anlayışında olduğu gibi ilahi bir sorumluluk temeline dayanır. Türklerde “halk devlet için değil, devlet halk için” anlayışı vardır (Koca 2033: 77). Bu doğrultuda mal ve zenginlik halkı daha iyi yaşatabilme amacı doğrultusunda

(24)

harcanır, öyle ki can dahi halk uğruna feda edilebilir (Güler 2009: 63). Eski Türklerde yaygın bir gelenek olarak karşımıza çıkan toy ve yağma törenlerinin esası da budur.

Eski Türk devlet anlayışında “müşavere” ederek karar vermek esastır.

Bu doğrultuda hükümdar önemli kararlar almadan önce yanındakilerle müşavere ederek bir durum değerlendirmesinde bulunur. Bahaeddin Ögel müşavere ve kurultay meclislerini anlattığı çalışmasında konuyla ilgili önemli bilgiler vermektedir. Söz konusu müşavereler, Hun döneminde “kurultay”, olarak adlandırılır ve bu kurultaylar devlet idaresinin temelini oluşturur.

İlk kurultay, Hun hükümdarı Mete döneminde görülür. Proto-Moğol Tunghu devletinin gönderdiği elçinin aktardıkları bu kurultayda tartışılır.

Mete’nin kurultayı, Oğuzların kengeş ve meşveret meclislerine benzemektedir.

Uygurlardaki halk toplantılarında tam anlamıyla demokrat idarenin olduğu, Çin elçi ve seyyahların raporlarında da geçmektedir. Buna göre, söz konusu toplantılarda halk ve hakan arasındaki mesafe azalmış, sosyal adalet tam olarak kurulmuştur.

Hunlardaki “kurultay”, Oğuzlarda “kengeş” olarak adlandırılmakta ve kengeş toyu sosyal ve siyasi hayatta önemli bir yer tutmaktadır. Hanlar hanı Bayındır Han, önemli bir şey olsun olmasın yılda bir kez beylerini toplayıp konuklar ve bu arada danışma ile görüşmeler yapılır. Bununla birlikte toylara katılım yönetime olan itaatin bir sembolü olu, davete icabet etmemek beye isyan ve itaatsizlik olarak kabul edilir.

Her ne kadar söz konusu meclis ve toplantı törenlerinde diğer devlet adamlarının görüşleri dinlenip tartışılsa da son söz “devletin sahibi olan”

hakana (hükümdara) aittir (Ögel 2002: 874-876).

İktidara ve halka karşı duyulan bu sorumluluk anlayışı aile ilişkilerinde de büyük önem arz eder. Başta hükümdarın eşi “hatun” olmak üzere, çocuklar, kardeşler ve yakın çevre de hanedan ailesi olmanın bilinç ve sorumluluğunu hükümdarla birlikte paylaşır. Hatunların zaman zaman insiyatif alarak önemli kararlarda söz sahibi oldukları görülür. Aynı şekilde

(25)

“tegin” veya “tigin” olarak adlandırılan prensler yani hükümdar çocukları da törenin uygun gördüğü çerçevede devlet yönetiminde söz sahibidirler.

II. İSLÂMÎ DÖNEM TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE YÖNETİCİLER

İslâmiyetin kabulüyle birlikte Türklerin sosyal, kültürel ve siyasi hayatında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Daha önceki dönemlerde de farklı inanç dairelerine girme söz konusu olmuş ancak bunlar içinde en köklü sistem değişimi İslâmiyet’le birlikte görülmüştür (Kaşıkçı 2002: 888).

10. yüzyılda Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra’nın Müslüman olması ve akabinde halkın da İslâm dairesi içine girmesiyle başlayan süreç, tarihte iz bırakan pek çok Türk devleti ve üç kıtada hüküm süren imparatorlukların yaşandığı süreci ifade etmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu süreci konumuz gereği devlet geleneği ve yöneticiler perspektifinden genel hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.

A. Devlet Anlayışı

İslâmiyet’in kabulüyle birlikte, her şeyden önce fikir dünyasında ve hayat telakkisinde büyük değişimler yaşanmıştır. Şüphesiz ki bu değişim, sosyal, siyasi ve kültürel hayata da sirayet ederek yepyeni bir yaşam tarzını beraberinde getirmiştir.

İslâmî dönemde Türk devlet sisteminde görülen telakki değişimini Kafesoğlu şöyle ifade eder: ”Türk-İslâm çevresinde bir telakki düzenlemesi olmuş, yani eski Türk ‘mülk ve millet’ (erkinlik için, kün için) prensibi ile sonraki ‘din ve devlet’ (din için, devlet için) düsturu arasında denge kurulmak suretiyle yeni bir düşünce terkibi (“din-ü devlet, mülk-ü millet”) meydana gelmiştir ki, bu, bilindiği üzere, fütûhatı Hıristiyan dünyasına dönük son Osmanlı imparatorluğunda gelişiminin doruk noktasına ulaşmıştır” (Kafesoğlu 1997:365).

(26)

Halil İnalcık, Z.V.Togan’a göre Orta Asya’da Türk ve Moğol kavimleri arasında, Mete’den Timur’a kadar binlerce yıl, esas hatları aynı kalmış bir

“töre”nin mevcut olduğunu belirtir ve ekler: “Bu töre veya yasa, devlet teşkilatının ve hanlık hakimiyetinin temelini teşkil etmiş, onun yanında bağımlı kavimlerin gündelik işlerini idare eden yerel kanunlara, hanlık hukuku ile çatışmadığı ölçüde, izin verilmiştir” (İnalcık 2000: 29). Bununla birlikte, N.

Gültepe “Türe veya yasa geleneği, tarihteki bütün Türk devletlerinde, bu arada tabiatıyla ilk akla gelen Osmanlı Devleti’nde, hukuk ve idare alanlarında kuvvetli ve sürekli bir etki yapmıştır” (Gültepe 2009: 93) diyerek, tıpkı İnalcık ve Togan gibi, eski Türk devlet geleneğindeki mevcut “töre ve yasa” anlayışının İslâmî dönemde de belli değişim ve gelişimlerle birlikte esasta korunduğuna vurgu yapar.

B. Hâkimiyet Anlayışı

Eski Türk devletlerinde hâkimiyet anlayışı, “cihan hâkimiyeti” fikri çerçevesinde şekillenmiş ve izlenen devlet politikaları bu ülkü doğrultusunda belirlenmiştir. İslâmî dönemle birlikte, “cihan hâkimiyeti” ülküsünün bir adım daha ötesine geçilerek “Nizâm-ı Âlem” fikri esasında yeni bir hâkimiyet anlayışı ortaya çıkmıştır.

İslâmî dönemdeki Türk cihan hâkimiyeti, bir başka deyişle “Nizâm-ı Âlem” fikri konusunda Kaşgarlı Mahmud’un görüşlerini Kafesoğlu şöyle nakleder: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır” (Kafesoğlu 1997: 363). Hz. Muhammed’in

“Benim Türk adında bir ordum vardır” dediğini ifade eden Kaşgarlı Mahmud’a göre, Türk adı Tanrı tarafından verilmiştir (Kafesoğlu 1997: 363-364).

Eski Türk devletlerinde, hükümdar mektuplarına dahi sirayet eden güçlü hâkimiyet anlayışı, Türk-İslâm devletlerinde de devam eder. Selçuklu Sultanı Melikşah, halife tarafından “Doğunun ve Batının hâkimi” ilan edilmiştir. Yine oğlu Sultan Sencer dehalifeye gönderdiği mektupta “Ulu

(27)

Tanrı’nın lütfu ile cihan padişahlığına yükseldiğini” kaydeder (Kafesoğlu 1997: 364).

“İslâm devletlerinde fethedilen ülkeler İslâm dinine döndürülmeğe ve Kur’an dili Arapçanın yayılmasına çalışıldığı ve bu, bir vazife olduğu halde, Türk-İslâm devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, geleneklerine müdahale edilmeksizin yaşamalarının sağlanması, Selçuklulardan itibaren bütün Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde görülen Türk hükümranlığında cihan hâkimiyeti prensibinin özelliği mahiyetindedir” (Kafesoğlu 1997: 364).

Bununla birlikte İslâmiyet, Türk devletleri için başlıca manevi dayanak konumunda olmuş, Türk devletleri de bu dinin yayılması için büyük çaba göstermişlerdir. Ayrıca Hıristiyanlık davası ile savaşan Haçlı ordularının ağır tehditlerine maruz kalan Türk idareciler tabiatıyla İslâmi inanç ve duyguyu ilk planda tutmuşlardır (Kafesoğlu 1997: 365). Şüphesiz bu noktada dinî referanslar oldukça önemli bir yere sahiptir. Dini referans göstermek ve bu şekilde gerçekleştirilen (gerçekleştirilecek) eylemlere manevi bir dayanak sağlamak sadece İslâmiyet’te değil Hıristiyanlık (Haçlı seferleri) başta olmak üzere pek çok din ve inanç sisteminde görülmüştür.

C. Yöneticiler ve Yönetim Anlayışı

İslâmiyetle birlikte Türk yönetim yapısında önemli değişimler yaşanmıştır. İslâm devletlerinde meşruiyetin şartları :

 Hükümdarlığın halife tarafından tasdiki,

 Ülkede halife adına hutbe okutulması,

 Parada halifenin adının yazılması,

 Hakan (hükümdar)ın başı üzerinde çetr taşımasıdır (Kafesoğlu 1997:

358).

İlk Türk-İslâm devleti olan Karahanlılarda hâkimiyet eski Türklerdeki

“Ulu Kağan” anlayışının bir devamıdır ve Tanrı irade ettiği, kendisine kut (devlet, baht, iyi talih) ve ülûg (kısmet) verdiği için hakan, hükümdarlık ve

(28)

siyasi iktidar hakkına sahiptir. Karahanlı Devletindeki hükümdarlık alametleri ise; hutbe, sikke, hükümet merkezi (başkent), saray, otağ, taht, tac, çetr, bayrak, tuğ, nevbet ve hil’attır (Gültepe 2009:48-49).

İslâmiyet’le birlikte kullanılan hükümdarlık unvanları da değişmeye başlamıştır. Karahanlı hükümdarları bir süre hem Türkçe hem İslâmî unvanları kullanırlar. İlk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra’dan itibaren Müslüman isimleri alınmaya başlar ancak ilk zamanlar sultan unvanı kullanılmaz (Gültepe 2009: 49).

Padişahların kullandıkları unvanların kullanıldıkları yere göre Osmanlı hâkimiyet anlayışı açısından önemini vurgulayan Gültepe, İnalcık’ın bunları şer’î ve örf’î unvanlar olarak ikiye ayırdığını belirtir. Bunlar bey, han, hakan, hüdâvendigâr, gazi, kayzer, sultan, emîr, halife, padişah gibi unvanlardır.

Sultan unvanı ise, Kur’an ve hadiste sık geçen ve Osmanlı hükümdarları tarafından en çok kullanılan İslâmî nitelikli unvandır (Gültepe 2009: 95).

Eski Türklerde yöneticilerden beklenen genel vasıflar Karahanlılarda da aynı şekilde devam etmektedir. Buna göre Türkler için en az kahramanlık ve bilgelik kadar önem verilen bir başka özellik de yöneticinin erdemli olmasıdır. Ayrıca hükümdarın, cömert, özü-sözü doğru, adil, affedici, sakin ve ihtiyatlı olması beklenir (Gültepe 2009: 48).

Her ne kadar İslâmiyetle birlikte Şerî’at kuralları esas olsa da Türkler tarafından Osmanlı döneminde, şeriatı aşan bir hukuk düzeni geliştirilmiş ve bu düzen “örf” ile sağlanmıştır. Hatta söz konusu aşamaya Osmanlıdan çok önce kurulan Müslüman Türk devletlerinde (Hindistan Türk Delhi Devleti) erişilmiştir. Örf konusunda Fatih devri idare adamı ve müverrihlerden olan Tursun Beg: “Nizâm-ı Âlem için akla dayanarak hükümdarın koyduğu nizama, ‘siyaset-i sultanî ve yasag-i padişahî derler ki, urefâmızca ona örf derler” ifadesinde bulunur (İnalcık 2000: 27).

İslâmiyetle birlikte ister halife olsun ister sultan olsun Türk hükümdarının artık yalnızca İslâm kanununun yani Şerî’atın uygulanmasının gözlemcisi olduğunu belirten Halil İnalcık, bununla birlikte Türk hükümdarının, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini daima sakladığının altını çizer (İnalcık 2000: 27-29).

(29)

Eski Türklerde olduğu gibi Türk-İslâm devletlerinde de müşavere anlayışı önemli bir yer tutmaktadır. Hunlarda kurultay, Oğuzlarda ise kengeş olarak adlandırılan müşavere meclisleri, İslamiyetle birlikte “divân” olarak adlandırılır. ”Selçuklularda Divân-ı Alâ, İlhanlılarda Divân-ı Kebîr ve Memlûklarda Divân-ı Sultan adıyla tarihteki hemen hemen tüm Türk-İslâm devletlerinde görülen divân teşkilatı, Osmanlılarda merkez idaresinde Divân-ı Hümayûn adını almış ve bugünkü bakanlar kurulunun gerçekleştirdiği vazifeyi gören bir kurum haline getirilmiştir” (Gültepe 2009: 99).

Dönem şartları değişmekle birlikte Türk yönetim anlayışının temel yapısı aynı kalmıştır. Eski Türk devlet geleneğinin esasını belirleyen “adalet”

anlayışı İslâmî dönemde de gelişerek devam etmiştir.

Adalet anlayışının Türk kültüründe ne denli içselleştirildiği Selçuklu döneminde Yınal tarafından yapılan konuşmada bir kez daha vurgulanır.

Yınal’a göre, o zamana dek etrafta görülen asayişsizlik küçük adamların işidir. Fakat artık “adil padişah” Tuğrul Bey vardır. Ayrıca Ortadoğu coğrafyasında siyasî ve dinî farklılıkların beraberinde getirdiği cepheleşme ve karışıklık karşısında Selçukluların izlediği adil ve barışçıl tutum Kutadgu Bilig başta olmak üzere pek çok tarihi kaynakta Türk hükümdarlarına yapılan övgülerden anlaşılır: “Es-Sultân’ül Âdil” (Kafesoğlu 1997: 359- 362).

Osmanlı İmparatorluğu’na gelen elçi ve seyyahların meraklı gözlerle Türklerin gücünün sebebini araştırdıklarını ifade eden Erhan Afyoncu, padişahların otoritesi, Osmanlı ordusu ve Türk adaletinin bu misafirlerin en çok üzerinde durdukları ve kendi ülkelerine örnek gösterdikleri uygulamalar olduğunu kaydeder. Ayrıca Osmanlı yargı sistemi, davaların hızla ve adil bir biçimde sonuçlanmasıyla yabancıların bilhassa bu konudaki eksikliklerinden şikâyet eden Avrupalıların takdirini kazanmaktadır (Afyoncu 2013: 25-26).

Öte yandan devlet yönetiminde adaletin sahip olduğu önem, verilen eserler aracılığıyla da vurgulanmıştır. Halkın maruz kaldığı haksızlıkları gören fikir adamları yaşanan sorunlara dikkat çekmek amacıyla kaleme aldıkları siyaset-namelerde, hükümdarla birlikte vezir ve diğer yardımcı yöneticilerin izlemesi gereken hakkaniyetli politikaların altını çizmişlerdir. Halkın, Tanrı’nın yöneticiye emaneti olduğunun belirtildiği siyaset-namelerde, yöneticinin sahip

(30)

olması gereken başlıca hususlar olarak adalet, şecaat ve cömertlik gibi vasıflara işaret edilmiştir. Bununla birlikte müşavere ve gerek yönetilen halk ve gerekse diğer halklarla olan ilişkilerin önemi üzerinde durulmuştur. Halkın dile getiremediği hususları halk için halk adına kaleme alan siyaset-nameler, sosyolojik açıdan da büyük öneme sahiptir (Levend 1988: 167-170).

Adil yönetim ve hakkaniyet esasına dayanan yöneticilik anlayışı, İslâmiyetin de üzerinde önemle durduğu bir noktadır. Gerek Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in gerekse dört halife döneminde halifelerin yaptıkları konuşmalarda iyi bir yöneticiden beklenen özellikler net bir şekilde ifade edilmektedir. Hz.

Muhammed (s.a.v.), yöneticilerin adil, merhametli ve sözünün eri olması gerektiğini Kureyş halkı özelinde şu sözlerle nakleder: “Emîrler Kureyş’tendir.

Benim onlarda hakkım vardır. Onların da, üç şeyi yaptıkları sürece, sizde hakları vardır: Hüküm verdiklerinde adaletli olurlarsa; merhamet taleb edildiklerinde merhametli olurlarsa; söz verdiklerinde tutarlarsa”. Bununla birlikte Hz. Peygamber sorumluluk konusunda devlet başkanları ve iktidar sahiplerini insanların çobanlarına benzetmiş ve herkesin güttüklerinden sorumlu olduğunu vurgulamıştır (Akyüz 2004: 45- 46). Aynı şekilde Hz. Ali (r.a.), “kamu malının korunması” konusunda yaptığı konuşmada imanın

“sabır, yakin, adalet ve cihad” olmak üzere dört direk üstünde durduğunu vurgulayarak “adalet”i de kendi içinde dörde ayırır: “Derin bir anlayış; derin bir bilgi; iyi bir karar gücü; sağlam bir hilm”. Ayrıca kendisi Mekke Valisi Kusem bin Abbas’a gönderdiği mektupta, valinin halkla olan ilişkilerine dair şunları öğütler: “Sabah- akşam onlarla otur. Dolayısıyla fetva isteyene, fetva ver.

Bilgisize bilgi öğret. Bilgiliyle müzakerede bulun. İnsanlara eşçi olarak ancak dilini kullan, perdeci (kapıcı) olarak da ancak yüzünü göster. İhtiyacı olanın sana başvurmasına engel olma. Çünkü ihtiyaç sahibi, sana daha ilk başvuruşunda kapılarından sürülürse, ihtiyacı giderildikten sonra da seni övmez”. Yine Halvân Valisi Esved bin Katiba’ya gönderdiği mektupta Hz. Ali (r.a.) şu ifadeleri kullanır: “ Valinin herkese karşı dileği aynı olmazsa, bu çok şeyde onu adaleti gözetmekten alıkoyar. Bundan dolayı, halkın her işi, senin katında eşit olsun. Çünkü zulümle, adalete ulaşmanın yolu yoktur. Başkaları

(31)

için hoşlanmadığın şeylerden kendini çek. Sevabını dileyerek ve azabından korkarak Allah’ın farz kıldığı şeyleri yapmaya çalış” (Akyüz 2004: 208-216).

Ünlü filozof ve bilim adamı Farabi, siyaset felsefesine dair görüşlerine yer verdiği ve devlet adamlığıyla doktorluğu çeşitli yönlerden mukayese ettiği Fusulü’l-Medeni adlı eserinde, devlet adamının sahip olması gereken faziletler hakkında şunları söyler: “Faziletler, ahlakî (hulkiyye) ve aklî (nutkiyye) olmak üzere iki çeşittir. aklî faziletler hikmet, akıl, akıllılık, zekâ, anlayış mükemmelliği (cevdetu’l-fehm) gibi akli kısmın faziletleridir. Ahlakî faziletler ise, iffet, şecaat, cömertlik, adalet gibi arzuyla ilgili kısmın (el-cüz- ün-nüzvi) faziletleridir” (Farabi 1987: 31)

Tüm bu ifadeler Türk devlet geleneği ve yönetim anlayışının İslamiyetin kabulüyle birlikte neden esasta aynı kaldığını bize açıklamaktadır.

Öyle ki eski Türklerde de, İslâmiyet öğretisinde de bir yöneticiden beklenen temel vasıflar ortaktır. Bunlar hakkaniyet esasıyla uygulandığı müddetçe başarılı yönetimler sergilenerek yüzyıllar süren imparatorluklara uzanılmış, aksi takdirde ise hüsranla sonuçlanan deneyimler tarihe not düşülmüştür.

(32)

I. YÖNETİCİLERİN GENEL ÖZELLİKLERİ

A. Tanrıya (Kutsallara) İman, Manevi Değerlere Saygı

Türk destanlarında yöneticilerin Tanrıya (kutsallara) imanı ve manevi değerlere duydukları saygıyı İslâmiyet öncesi Türk devlet geleneğindeki kut anlayışı ve karizmatik liderlik bağlamında incelemek gerekir. İlgili bölümde de belirtildiği üzere kut, Türk kağanına (yöneticisine) Tanrı tarafından bahşedilen yönetme yetkisidir. Dolayısıyla yönetici devletin başına geçtiği andan itibaren ilahi bir misyon da yüklenmiş olur. Aynı şekilde Weber’in “karizmatik otorite”

tanımındaki ifadelerde de bu ilâhi yöne vurgu yapılır (Weber 1969:328).

Oğuz Kağan Destanında (Uygurca Nüshada) Oğuz, günlerden birgün Tanrıya yalvarır ve gökten bir ışık ve ışığın içinden güzeller güzeli bir kız gelir. Oğuz bu kızla birlikte olur ve ondan üç oğlu doğar (Arat 1987: 616-618).

Oğuz Kağan yaşlanıp yurdunu oğulları arasında bölüştürür ardından da bir toy verir. Burada Gök Tanrıya borcunu ödediğini söyler. Çünkü yönetilen halk, Tanrının kağana bir emaneti olarak görülmektedir. Oğuz Kağan da ülkesini bu sorumluluk anlayışıyla yönetmiştir.

Oğuz Destanının İslami Dönem nüshasında (Reşideddin Oğuznamesinde), Oğuz Han doğuştan Tanrıya iman etmektedir. Annesi Tanrıya iman edene kadar onun sütünü emmez. Oğlunun durumuna endişelenen annesi gördüğü rüyaların neticesinde Müslüman olur ve ancak o zaman Oğuz, annesinin sütünü emer (Togan 1982: 17).

Oğuz Han, her daim Tanrı’yı anar, ona şükreder. Tanrı’nın feyzi ile her türlü bilim ve hünerde, ok atmada, kargı kullanmada, kılıç çalmada ve bilgi hususunda âleme ün salar (Togan 1982: 18).

(33)

Öte yandan Oğuz Han, evliliklerinde de inancını ön planda tutar.

Babası önce kardeşi Küz-han’ın kızıyla Oğuz’u nişanlar. Oğuz, kızı Tanrıya imana çağırır ancak kız kabul etmediği için ona yaklaşmaz. Ardından amcası Kür-Han’ın kızıyla nişanlanır; ancak bu kız da Tanrı’ya imanı kabul etmeyince Oğuz ona da yaklaşmaz. Küçük amcası Or-han’ın kızı ise kabul eder ve Oğuz Han onunla birlikte olur, ona yakınlık gösterir. Diğer iki gelinden ise uzak durur (Togan 1982: 18).

Oğuzun avda bulunduğu esnada büyük gelinlerinden söz konusu durumu öğrenen baba Kara Han, Oğuz’a savaş ilan eder. Oğuz Han inancı uğruna babasını bile karşısına alır ve yapılan savaşta Kara Han ile amcaları Kür Han ve Küz Han ölür (Togan 1982: 20).

Oğuz Han, dinî ve manevi değerlere olan bağlılığını seferler esnasında da gösterir. Dimeşk seferi sırasında, hemen savaşa başlamaz, elçi de göndermez. Oğulları bu durumun sebebini sorduğunda onlara verdiği cevap manidardır: “ Siz bilmiyor musunuz ki Âdem AS. Bu topraklarda uyumuştur.

Ben bu bakımdan hayrette kaldım ve savaşa başlamakta acele etmedim. Elçi de göndermek istemiyorum” (Togan 1982: 39).

Yine Oğuz Han, Âdem AS.’nin mezarından toprak getirtmek üzere elçilerini Mekke ve Medine’ye gönderir. Getirilen toprağı vücuduna sürer ve oğullarına şöyle nasihat eder: “Âdem topraktan yaratılmıştı ve sonunda toprak oldu. Biz de hepimiz toprak olacağız. İnsan ne kadar güçlü olursa olsun bunu unutmamalı ve iyilik yapmalı, kötülük değil” (Togan 1982: 41-42).

Oğuz Han soyundan Kayı İnal Han döneminde, Peygamberimiz Hz.

Muhammed Mustafa zuhur etmiştir. İnal Han da Dede Kerencük’ü elçi olarak Peygamberimizin hizmetine göndermiş ve kendisi de Müslüman olmuştur.

Dede Kerencük’ün Dede Korkut olduğu yönünde rivayetler de bulunmaktadır (Togan 1982: 55).

Gazneli Mesud sonrasında Kınık Selçuk’un evladı Davud ve Çağrı Bek’ler Mesud’a yağı olurlar. Önce onun isteğine boyun eğmiş gibi görünürler ama sonrasında taktiklerle yol alırlar. Davud’un müezzinden dinlediği ayetten aldığı manevî gücün de etkisiyle Mesud’un üstüne yürürler ve Mesud yakalanır (Togan 1982: 76-77).

(34)

Dede Korkut Boylarında da Tanrı’ya iman ve dua, hayatın her alanında en önemli güç kaynağıdır. Ad koyarken, sefere çıkarken, zorda kalındığında daima dua edilir. Her işe dua ile başlanır.

Kam Gan Oğlu Bamsı Beyrek boyunda, evladı olmadığı için üzülen Kam Gan Bayındır Han’ın divanında hüngür hüngür ağlar. Bu duruma üzülen beyler, hep birlikte Kam Gan’ın çocuğu olması için dua ederler. O zamanda beylerin alkışı alkış, kargışı kargıştır; duaları kabul olur. Yine Pay Piçen Bey de bir kız evladı olması için beylerden dua ister. Beyler onun için de dua ederler (Ergin 2008:117). Bu dua da Hak katında kabul olur ve Pay Piçen’in kızı dünyaya gelir.

Basat’ın Depegöz’ü Öldürdüğü boyda, Oğuzların başına büyük dertler açan Depegöz’le kimse baş edemez. Birçok Oğuz yiğidi bu uğurda canından olur. En sonunda Basat Depegöz’ün üstüne gider. Depegöz’ün en hassas noktası gözüdür. Basat onu gözünden vurur. Ardından dualarla ve Tanrının yardımıyla Depegöz’ü öldürür. Böylece Oğuzları kurtarmış olur. Dede Korkut gelir ve dualar eder (Ergin 2008: 212- 215).

Tanrıya iman ve her işe dua ile başlanmasının en çarpıcı örnekleri, bilhassa çıkılan seferler öncesinde görülür. Kazan Bey Oğlu Uruz Beyin Tutsak Olduğu boyda, oğlunu kurtarmak için düşmanın üzerine giden Salur Kazan, savaşmadan önce abdest alır, iki rekât namaz kılar, salâvat getirir (Ergin 2008: 172). Bu durum tüm seferlerin öncesinde aynı şekilde uygulanır.

Bununla birlikte zaferle sonuçlanan seferlerden sonra, alınan topraklar üstündeki kiliseler yerine mescit yapılır ve Allah adına hutbe okutulur. Kazılık Koca Oğlu Yigenek boyunda Oğuz beylerinin kazanılan zaferin ardından sergiledikleri sevinç ve şükür şu sözlerle ifade edilir: “İssüz yirün kurdı kibi ulışdılar, Tanrıya şükür kıldılar” (Ergin 2008: 206).

Barak Batır Destanında, Kazak ordusunu Kalmuklar karşısında büyük bir zafere kavuşturan Barak Batır, ordu komutanı Tügel’e kendini tanıtırken, Tanrı’nın vereceği güç ve şansın önemine işaret ederek şu ifadeleri kullanır:

“Kulağını ver, dede, dedi, Tanıtayım sana, dedi.

Küçük Cüz’ün içinde,

(35)

Jetiruv’dur benim soyum, dedi.

Jetiruv’dan biriyim.

Jetiruv’un istediği düşmandı.

Jetiruv’un içinde, İşitmişsindir Tabın’ı.

Tanrı’m açsın bahtımı, Bir bölümü Tabın’ın, Şörmişti denilen köydür.

Bu köyün içinde, Satıpaldı’nın oğlu,

‘Barak’derler adıma.

Annemin ismi, Karkara, Dayım ise Serke Batır’dır.

Serke Batır, dayımdır, Yağmalamış kâfirleri.

Aslım dede, işte böyledir, Tanıttım kökenimi.

Meydana çıkıp öldürdüm, Alaköbek Batır’ı.

Getirip size veriyorum, Düşmandan aldığım atımı.

Allah izin verirse,

Düşmana hakkımı yedirmem.

Ben ölmeden, meydana,

Çıkarayım neden yaşlı dedemi?” (Karaca 2007: 69).

Burada Barak Batır, Tanrıya olan inancıyla birlikte, büyüklere duyduğu saygı ile de dikkat çeker. Kendisi dururken düşmanın karşısına yaşlı Tügel’i çıkarmayı yiğitliğin şanına yakıştıramaz.

Er Samır Destanında, gerek zorlu mücadeleler öncesinde gerekse kazanılan zaferler sonrasında duyulan şükür, dualarla ifade edilir. Er Samır, yaşadığı mutluluklarda önce ayı ve güneşi selamlar, tabiata teşekkürlerini sunar ve anne babasının hayır dualarını yâd eder. Eşi Altın Tana’yı yer altı

(36)

âleminde Kara Bökö’den kurtaran, kardeşi Katan Mergen’in sağ salim tekrar yurda dönmesini sağlayan Er Samır’ın, bütün bu yorucu mücadelelerin ardından ana yurda döndüğünde yaşananlar şöyle anlatılır:

“Onlar oynayıp giderken, Yazı, kışı bildirmez

Zengin güzelliğiyle Altay göründü.

Çam ağacı yapraklanmış, Guguk kuşları ötüyordu.

Onu gören Er Samır Altay yerini tanıdı.

Ak zirveli dağlarına Atından inerek dua etti.

‘Babamın, anamın hayır duası,

‘Ağacın, taşın rahmeti!’ diye Altay yerine dua etti,

Evine varmak için acele etti” (Dilek 2002:110).

Abdurrahman Han Destanında, metnin başında 7-8 yaşlarındaki çocukluk dönemi anlatılan Abdurrahman Han, daha o dönemden derin ve samimi bir imana sahiptir. Müftü Habibullah Hoca’nın üç oğlunun en küçüğü olan Abdurrahman Han, medresede okumaktadır. Sahip olduğu derin itikat destanda şöyle anlatılır:

“ Abdurrahman Han Hoca, Yedi-sekiz yaşında.

Fikri-zikri ilimde

Kur’an-ı Kerim başında” (Özkan İ. 1989: 136).

Küsek Bey Destanında, halkın başına büyük felaketler getiren aslanın öldürülmesi için dört uruğun beylerine ferman veren Mesem Han, Tanrı’nın izniyle beylerinin bunu başarmasını ister:

“Bahadırlarım benden tarafa bakın-dedi,- Benim-bir hürmetimi alın!-dedi;

(37)

Sizlere benim büyük bir buyruğum var, Yar olsun her birinize Allah-dedi”

O canavara şimdi sizler varın da, Kılıçla karnını yarın da;

Tanrı izniyle, zalimi dal dal kılıp,

Başına ahir zamanı salın, da” (Ergun- İslamov 2000:298).

Mesem Han’ın buyruğu sonucu yola çıkan Babsak Bey, dağda bir anda aslanla karşılaştığında hayvanın korkunç görüntüsü karşısında ne yapacağını şaşırır. Ardından Tanrı’ya dua ederek silahını alır:

“Arslanı görünce bahadır şaşmış, Gözleri alev saçıp, ödü taşmış;

Ey Tanrım, yardım et, deyip,

Silahını eline alıp yakınlaşmış” (Ergun- İslamov 2000: 299).

Alpamış Destanında, katıldıkları bir düğünde çocuk sahibi olmadıkları için halk nezdinde saygı görmeyen ve bundan ötürü incinen Baysarı ve Bayböri Beyler, kendilerine hürmet gösterilmemesine rağmen yine de düğün hediyesini verip oradan ayrılırlar. Yaşadıkları bu durum karşısında oldukça üzülen iki kardeş çaresizce yol alırken, Bayböri Bey Şahımerdan pirin bahçesinden bahseder: “Şuradan Şahımerdan pirin bahçesi üç günlük yol tutarmış, her kim gidip gecelerse, devlet isteyen, devlet dilermiş, çocuk isteyen çocuk dilermiş, ahret isteyen, iman dilermiş, kırk gün burada geceleyen kişi muradına erermiş. Biz de gitsek, sadakamızı hayrımızı versek, Şahımerdan pirin bahçesinde geceleyip, biz de bir çocuk dilesek” (Yoldaş oğlu 2000: 26).

Bunun üzerine Şahımerdan pirin bahçesine gidip burada kalmaya başlarlar. “Aradan bir eksik kırk gün geçti, bir eksik kırk gün geçince, bahçeden ses geldi:

‘Ey, Bayböri ile Baysarı, siz bir eksik kırk günden beri geceleyip yatıyorsunuz, Allah’ın yarattığı aslanı ben isem, bir eksik kırk günden beri bir

Referanslar

Benzer Belgeler

29 Ö. Yarar, İbn Sina’nın Tıp Müfredatına Bir Bakış. Büyük Türk Filozof ve Tıp Üstadı İbn Sina, Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikleri, Türk Tarih Kurumu, Yayın

- Tanzimat Fermanı’nda da yer alan; “Bütün tebaanın can, mal ve namus emniyetinin sağlanması” ile ilgili konular Islahat Fermanı’nda aynen kabul edilmiştir. -

“Leksikoloji” bölümünde önce Türkçe ve Moğolca üzerine yapılan çalışmalara yer verilmiş, sonra ortak kelimeler sıralanmıştır.. Yapılan çalışmalar

Bu isimler: Mehmet Rauf, Şehabettin Süleyman, Refik Halit, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret, Abdülhak Şinasi ve

Muhittin Birgen’in Yeni Edebiyat isimli eserinde Eski Türk edebiyat ına yönelik eleştirilerini tespit etmeye çalışıldığı bu bölümde; daha önceki yıllarda, eski

bu nedenle kendi amaçlarını gerçekleştirme isteğine izafeten güdümlüdür. Çoğu kez milliyet düşüncesinin merceğiyle tarihi incelerler. Örneğin Osmanlı’daki

Bu bölümde ise kültür tarihimizde önemli bir yere sahip olan hayvanların, Türk halk anlatılarında nasıl yer aldıklarına Türklerin eski inançları,

Hediyeler aracılığıyla erkeğin, kadın ve başka erkekler üzerindeki gücü, hâkimiyeti, statüsü yükseltilip dışarıyla olan mücadelesi vurgulanırken; gerek