• Sonuç bulunamadı

Türklerde yöneticiler, iktidarı Tanrı’nın bahşettiği bir emanet olarak görmüş ve devlet yönetimini bu bilinç ve sorumlulukla idame ettirmişlerdir.

Yönetim süresi sona eren hükümdarlar, düzenledikleri toylarda veliahtlarını açıklamış, kendi yönetim süreçlerini değerlendirmiş ve Tanrıya karşı borçlarını ödemiş olmanın rahatlığıyla görevi yeni hükümdara devretmişlerdir.

Yönetimde Tanrı’yı ve dini referans gösterme anlayışı, sadece Türklerde değil tarihi süreçte pek çok toplumda yer bulmuştur. Örneğin Sümerlerdeki kent devletleri yapısında, yöneticilerin dinsel bir görevi vardır. Kentin koruyucusu olan Tanrı’nın temsilcisi olarak kabul edilen yönetici, Tanrının sözcüsü veya yorumcusu olup onun dileklerini yerine getirmeye çalışır.

Dilekleri yerine geldikçe, Tanrının kent için koruyucu olacağı ve ona kol kanat gereceği düşünülür. Ayrıca yönetici için Tanrıyı sevindirmenin bir yolu da halkı sevindirmektir (Keskin 2012: 36-37). İktidarı kutsal olarak kabul et(tir)me, halk nezdinde yöneticinin otoritesini sağlamlaştırmanın da bir yolu olarak görülmüştür. Burada iktidar, yönetici ve yönetilen bileşenleriyle birlikte düşünüldüğünden, söz konusu kabulün sonuçları da her iki tarafa sirayet etmiştir. Babiller döneminde “Babil Klasizmi” olarak anılan duru bir gramer ve diyalektik üslupla geliştirilen bürokrasi dili, iktidarı kutsallaştırma ve mutlak bir

monarşi yönetimi kurma düşüncesini hayata geçirmek amacıyla geliştirilmiştir (Keskin 2012: 37-38). Yine, Japon Şintoizm inancında hükümdarlara kutsiyet kazandırma amacıyla onların tanrılarla birleştirilip yüceltildiği görülür. Güneş tanrıçası Amaterasu’nun oğlu imparator olarak kabul edilir ve “imparator gözle görünen tanrıdır” ifadesi kullanılır (Keskin 2012: 63). Bu ifade, Türklerdeki “kağan, tanrının yeryüzündeki gölgesidir” inancıyla aynı paralelliktedir.

İktidarın iki temel özelliği olan kutsallık ve mutlaklığı vurgulayan Beşirli, siyasal iktidarın hiçbir zaman kutsallıktan tamamen arınamayacağını savunur. Özellikle de karizmatik iktidarın tesisinde yöneticinin yönetilenlerle aynı özellikleri taşımasının mümkün olamayacağını belirtir. Çünkü iktidar sahibini güçlü yapan onun sahip olduğu ayırıcı vasıflardır ve bu vasıflar tanrısal özellik gösterir (Beşirli 2011: 142-143).

Farklı kültür ve toplumlardaki söz konusu kabuller ile eski Türklerdeki iktidarı ve özelde halkı kutsal bir emanet olarak görme anlayışı birlikte düşünüldüğünde, yönetim konusunda tarihi seyrin ilerleme ve toplumlara sirayet etme şeklinin benzer olduğu görülmektedir.

Devlet yönetimini ilâhî bir emanet olarak görme, Türk devletlerini daha sağlam ve güçlü bir noktaya ulaştırmıştır. Bu bakış açısı devam ettirildiği sürece, adil yönetim esas alındığından, devlette huzur ve refah hüküm sürmüş, devletlerin ömrü de bir o kadar uzun olmuştur.

Oğuz Kağan Destanında (Uygurca), hükümdar Oğuz, bu yönetim anlayışını düzenlediği son toyda şu sözlerle ifade eder: “Ey oğullarım ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm. Gök Tanrıya borcumu ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum” (Arat 1987: 636).

Oğuz Destanının Reşideddin Tercümesinde de, iktidarı Tanrının emaneti olarak görme ve devleti bu doğrultuda yönetme esastır.

Er Samır Destanında, ava giden Er Samır’ın yurdu Erlik Biy’in damadı Kara Bökö tarafından istila edilir, eşi kaçırılır. Oğlunun iktidarın hakkını tam olarak veremediğini düşünen babası Ak Bökö hiddetini şu sözlerle ifade eder:

“Madem ki kağan idin,

Halkını, milletini yöneteceğine,

Kara ormanda niye dolandın, Kara halkını niçin bıraktın?

Nice nice yiğitlerin

Halkı etle beslenmez mi?

Ormanı, dağı dolaşmaya

Yiyeceğin, içeceğin yetmez mi?

Altmış kağanın ağabeyi Av eti arayarak,

Altay’ı dolaşıp gezer mi?” (Dilek 2002: 41).

Er Samır’a yönetimi devretmeden önce Altay hanı olan Ak Bökö, Er Samır’ın bir anlık zafiyetinin doğurduğu sonuçlara işaret edip ona kızarken, aslında iktidarın ve dolayısıyla yönetilen halkın ne kadar önemli bir sorumluluk olduğunu, kağan (yönetici) olan kişinin de layıkıyla bu sorumluluğu taşıyıp emanete sahip çıkması gerektiğini vurgulamaktadır. Er Samır her ne kadar ava giderken kardeşi Katan Mergen’i tahtta bıraksa da gerek kardeşinin de ana yurtta kalmayıp peşinden gelmesi gerekse asıl kağanın yurtta olmayışının fırsat bilinmesi sebebiyle yurdu istila edilmiştir.

İşte bu durumda da sorumluluk birinci derecede kağana (yöneticiye) aittir.

Abdurrahman Han Destanında, Abdurrahman Han, Çin istilâsı altındaki yurdunu özgürlüğüne kavuşturmak için verdiği mücadelede davasını her şeyin üstünde tutar. Verdikleri istiklâl mücadelesini aynı zamanda “cihat”

olarak tanımlayan Han Hoca, davalarının bu yönüyle kutsal olduğunu babasına şu sözlerle ifade eder:

“Canım baba şehrimiz Şimdi size emânet.

Kararlarınızdan güç bulur, Yurtta dâima âdalet.

Memleketin başına gelmesin dönüp yine kabahat.

Cihat için bayrak açacağım Baba, verin bana ruhsat.

Duâ edin canım baba Dönüşüme sağ selâmet.

Kırk bir yiğit yanımda Cenk ederim her zaman Canım baba bizlere

Yardım edin her an” (Özkan İ.1989: 151).

Abdurrahman Han, ölürken dahi “intikam kılıcım size emânet” (Özkan İ.1989: 158) diyerek, kişiler fani olsa da, aslolanın dava olduğunu vurgular.

İstiklâl mücadelesini tamamlamaya ömrü vefa etmez ancak o, davanın sahipsiz kalmasını istemez ve son nefesinde halkından helallik isteyerek emaneti kendinden sonrakilere bırakır.

Mamay Destanında, Musa Bey ölmeden önce oğullarına vasiyetini bırakmak ister. Bu konuda yakın dostu Asan Abız’dan da yardım alır. Musa Bey’in Asan Abız vasıtasıyla oğullarını imtihan etmesi ve bir an evvel vasiyetini açıklama konusundaki ısrarı aslında kendisinden sonra da yönetimin birlik ve huzur içinde devam etmesi konusundaki istek ve çabasından kaynaklanır. Nitekim yapılan imtihan sonucu çeşitli tespitlerde bulunan ve bu doğrultuda oğullarıyla ilgili kararlar veren Musa Bey, oğullarına vasiyetini açıklar: “Musa Bey denilen ismim var. Ben öldüğüm gün halka haber verirsiniz. Şöyle böyle diyerek halkı toplayıp, benim sevdiğim hayvanlardan bir ikisini kesersiniz. Bana lâzım olanı yaparsınız. Ben öldükten sonra Musa Bey’in oğulları böyle oldu dedirtmezsiniz. Bir yıl içinde birbirinize hatırınız kalsa da, öfkeniz olsa da, kötü şeyler söylemeden, birlik olun. Hiçbir babanın oğlu da birbirinden ayrılmadan kalmamış. Siz de kalmazsınız. Bir yıl dayanırsınız, bir yıl sonra mirasımı paylaşırsınız” (Kalenderoğlu 2010: 2-3).

Ardından tek tek oğullarına vasiyetini söyler.

Musa Bey’in oğullarını toplayarak yaptığı bu konuşma Oğuz Kağan’ın ölmeden önce verdiği son toyda yaptığı konuşmayı hatırlatır. Belli farklılıklarla birlikte aslında her iki konuşmanın da özü, sonraki nesilleri birlik ve beraberlik konusunda ve dolayısıyla yönetimin devamlılığının esas olduğu hususunda uyarmaktır.

İktidarı kutsal bir emanet olarak görme, iktidara muktedir olma şartını da beraberinde getirmektedir. Yönetici, iktidara muktedir olduğunu en

yakınındakinden en uzağındakine kadar herkese hissettirdiği zaman gerçek anlamda başarılı olmuş sayılır.

Manas Destanında, Manas Han’ın çoralarıyla yakaladığı uyum ve birliktelik ruhu şüphesiz kazanılan zaferlerin temelini teşkil eder. Bu ruhu yakalamak kadar sürdürmek de önemlidir. İşte Manas Han’ın çoralarına hitaben yaptığı konuşmada gerçek bir lider duruşu görürüz:

“Kalkıp Manas dahi söylüyor;

‘Sootu yığdım senin için, çoram, Vuruşup öl benim için, çoram, Kılıcı yığdım senin için, çoram, Kırış benim için, çoram,

Ay baltayı yığdım senin için, çoram, Çarpışıp öl benim için, çoram!

Oradan geri kaçanın, Başı gider ölüme, Malı gider yağmaya,

Düşmandan evvel yayarım, Kıtaydan evvel kırarım,

Buudanı yığdım senin için, çoram, Çekişip öl, benim için, çoram, Ben Taşken’den aldırdım, Arabaya koydurdum, Elma başlı koy cağır,

Onu yığdım senin için, çoram,

Atışıp öl, benim için, çoram!” (Yıldız 1995: 738-739).

Manas Han, hatrı sayılan bir liderdir. Onun etkinliği yurt sınırlarının ötesinde de hissedilir. Çeşitli konularda anlaşmazlığa düşen ya da kararsız kalan yöneticiler, Manas Han’a danışır.

Kıtayların Kongur Bay, Bok Murun’dan atı Manıker’i ister. Bok Murun da yurduna danışmak için müsaade ister. Koşoy’a durumu anlatır o da Bok Murun’u Manas Han’a yönlendirir. Manas Han’ın bu konudaki sözleri dikkat çekicidir:

“ O zaman söyledin Bok Murun;

‘Yurda danışayım!

Yurt ver derse vereyim!’

Bok Murun gibi o törö, Geri geldi, diyor, Yurt ihtiyarı Koşoy’a, O’na danıştı, diyor,

O zaman Koşoy söylüyor, diyor;

‘Tövbe Bokum duradur!

Vay Bokum duradur!

At ayağı yere bakar, Kuşun boğazı bir tutamdır, Kuş ayağı göğe bakar, Manıker’i istiyorsa, Manas’a danışınız!

Manas Manıker’i ver derse, Ondan sonra veriniz!’

Bok Murun gibi törömüz Manas’a yelip geldi, diyor;

‘Ey tentek duradur!

Kıtayların Kongur Bay Manıker’i versin! diyor, Verirsem mi akıllıca olur?

Koyarsam mı akıllıca olur?

Ver demek neden?’

O zaman söyledi Er Manas;

‘Altı yaşında iken Ak Kula’ya bindiğimde Ayırmaş’ta sürdüğümde, Ayağı nehir Sür Göl’den Dinlendirdim ben Manas.

Kâfirin hanı Ulu Coloy,

Doksan deveyi yükletmiş, Dinlendirdim ben Manas.

Kılmadığım işim yoktu, Aşağıya doğru vardığımda Aleükö denen han çıktı, Söylediğiyle can çıktı,

Koyundan zekât versin demiş, Koyundan zekât vermezse, İsteyip alan Manas

Ak sürüyü yakalayıp versin! demiş, Ak sürüyü vermezse

Vuruşacak yerini söylesin! demiş, Duruşacak yerini söylesin! demiş, Boklamasın yerimi!

Durdurmasın halkımı!

Her dileği görsün! demiş, İlini çabuk gezsin! demiş, Ona iki elçiyi gönderen Benim atam Cakıp Bay Zamanı kalmayan Toburcak atımı bağlatıp Kendim vereyim diyor, Batır Manas tenteği İtin içmediği Ala Göl’e İt koyverip kuş salmış, Altmış yaşındaki cakıp Bay Geri dönüp geldiğinde Kadirli yalnız söylediğinde, Altmışa çıktığında,

Altı yaşındayken Er Manas Altmışa çıktığında,

Han atası Cakıp Bay

Ak sürüyü tutup verdi, diye, Azıcık Nogay halkıma, Nasıl cevap vereceğim?

Ak Kula’ya biniyor, diyor,

Kaplan doğan Er Manas’ın hiddeti yaman geldi, diyor, At kuyruğunu bağladı, diyor,

Altı kapılı geniş Kokan’ı

Dolaşıp sürüp yağmaladı, diyor, Verir deyişin neden,

Dün sarı yataklı Çüy’ün başında, Karşılaşıverdim Kongur Bay’la, Sonunda gücü yetmeyen, Atası dönüp kovmuştu, Anası ikiz doğurmuştu, Ver deyişin neden,

Bugün Manıker’i aldıktan sonra, Ak Kula’yı verin! der,

Yiğitlerdeki yiğit küllük atın Hepsini aldıktan sonra Kazanbak gibi zavallı baş Han önünde dizilirse, Tulga gibi zavallı baş Tuğ önüne dizilirse,

O zaman verecek ne kalır?

Geçenlerde Baktı-Kuuray başında Rastlayıverdim Kongur Bay’a, O zaman kuvveti yetmeyenin

Şimdi kuvveti yeter mi?’”(Yıldız 1995: 699-702).

Manas Han öldükten sonra yerine geçen Semetey de, babasının yurt yönetimi ve iktidar konusunda sahip olduğu hassasiyeti aynen taşır. Dayısıyla

yaşadığı şahsi sorunların yurdu etkilemesini istemez ve çorası Kül Çora vasıtasıyla ona hediyeler göndererek gönlünü almak ister:

“O zaman söyledin Semetey:

‘Tatlı dilli, şirin sözlü, Yahşı doğan Kül Çora, Üç gün yattığım,

Er dinlensin dediğimden, Altı gün yattığım,

At dinlensin dediğimden, Yahşı doğan Kül Çora Ata binip alakoy!

Ümütöy’e varakoy!

Ümütöy tayım olur,

Ben kendim yeğeni olurum, Bir tayı vardı,

Alıp, kaçıp ben geldim, Alayım dersem alsın de!

Aldığı yerde de olsa, Atım olsa binsin de!

Donum olsa giysin de!

Beni yeğen kılsın de!

Kendisi tay olsun de!

Ak düşünce yalnız olur, Ben de yalnızım

İkimiz sürüp ulu oluruz, Birimiz kusurlu oluruz, Ata yaşlı, bala yok,

Yurda felaket salarız.” (Yıldız 1995:871).

İktidarı kutsal bir emanet olarak görme anlayışında yöneticinin “hesap verebilirliği” önemli bir yere sahiptir. İncelediğimiz destanlarda yöneticilerin düzenledikleri toylarda verdikleri fermanlar, yapılan konuşmalar bir nevi halka

hesap verme, yönetim sürecinin muhasebesini yapma olarak da düşünülebilir. Özellikle yönetimi devrederken verilen fermanları ayrı bir dikkatle incelemek gerekir. Çünkü burada hem halka hem de Gök Tanrıya karşı borcu ödemenin verdiği huzurdan bahsedilirken emanet (iktidar) yeni yöneticiye bırakılır.

Her ne kadar eski Türk yönetim sisteminde yöneticiler mutlak otorite sahibi ve son sözü söyleyen kişiler olsalar da, iktidar konusundaki bu kutsallık anlayışı hesap vermeyi zaruri kılar. Bu da yöneten ve yönetilen ilişkisini farklı bir noktaya ulaştırır. Çünkü Mulgan’a göre, hesap verebilirlik ilişkisinde taraflar yani yöneten ve yönetilenler arasında eşitlik yoktur.

Dolayısıyla hesap soranın, hesap veren üzerinde birtakım hakları bulunmaktadır (Mulgan 2003: 10, Eryılmaz-Biricikoğlu 2011: 22-23). Bu da, yöneticiye yönetme yetkisi yani “kut” u verdiği için öncelikle Gök Tanrının, sonrasında da yönetilen halkın sahip olduğu haklardır.