• Sonuç bulunamadı

T.C. KARAMANOĞLU MEHMETBEY ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "T.C. KARAMANOĞLU MEHMETBEY ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI"

Copied!
176
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

KARAMANOĞLU MEHMETBEY ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

“ANI”LARDA KALAN EDEBİYAT (TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E)

Hazırlayan Tuğba YALMAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

KARAMAN-2019

(2)
(3)

T.C.

KARAMANOĞLU MEHMETBEY ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

“ANI”LARDA KALAN EDEBİYAT (TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E)

Danışman

Dr. Öğr. Üyesi Mert ÖKSÜZ

Hazırlayan Tuğba YALMAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

KARAMAN-2019

(4)
(5)

Bütün hakları saklıdır.

Kaynak göstermek koşuluyla alıntı ve gönderme yapılabilir.

(6)

ÖN SÖZ

Edebiyatımızda “anı” türünde yazılmış eserlerin hemen tamamı 1870’lerden sonra yayımlanır. Bundan öncesinde farklı konulara da değinen metin ve kitaplarda yöneticilerin ya da yazarların yaşamlarından bahseden parçalar bulunmakla beraber, konusu yaşananlarla sınırlı ve kurmaca nitelikler göstermeyen müstakil kitapların yaygınlaşması 19. yüzyılın son çeyreğiyle başlamıştır.

Çalışmamızın konusu, edebiyatçılar tarafından yazılmış anılar ışığında Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki edebiyat hayatının yazarlar tarafından nasıl algılandığını ortaya koymaktır.

Görüşleri ve yol göstericiliği ile bu tezin en büyük destekçisi olan, yardımlarını esirgemeyen kıymetli hocam, Dr. Öğr. Üyesi Mert Öksüz’e minnettarım.

Oluşum süreci hayli sıkıntılı ve çetin geçmiş olan bu tezin yazarına, umutsuzluğa kapıldığı anlarda destek verenlere ayrıca müteşekkirim. Bu bahiste her şeyimi borçlu olduğum kıymetli babamı ve her zaman destekçim olan annemi ilk sırada zikretmem yerinde olur.

Ayrıca kitaplarımın tedarik sürecinde ve umutsuzluk yaşadığım anlarda yardımlarını esirgemeyen kıymetli arkadaşım Baran Yılmaz’a teşekkür ederim. Aynı zorlukları yaşadığımızı bildiğim ve desteklerini gördüğüm çok değerli sınıf arkadaşlarım; Hatice Gedikli Gökçe, Furkan Bakırcı, Ahmet Özer ve Azra Şimşek’e de teşekkür etmezsem bir şeyler eksik kalırdı.

(7)

ÖZET

Anı türünde yazılmış eserler, yazarının hayatına ayna tutmakla birlikte toplumun;

sosyal, kültürel, ekonomik durumunu göstermesi ve döneminin şartlarını en iyi şekilde yansıtması bakımından önem taşır. Anılara kimi sebeplerden ötürü ihtiyatlı yaklaşılması gerekse de bu metinler belge niteliği taşımaları nedeniyle önemlidir. Günlük, mektup, gezi yazısı, portre gibi edebî türlerle iç içe büyüyen anı türü, içerisinde diğer türlerden de izler taşır.

Bu çalışma ise bir tür olarak anının, Tanzimat sonrasındaki ilk örneklerinin verildiği günlerden başlayarak Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süreci kapsamaktadır.

Çalışmamıza dâhil olan konular; yazarların edebiyat hayatlarının farklı yönleriyle ilgilidir.

Bunlar: anı yazarlarının edebiyata neden ve nasıl yöneldikleri, okudukları ilk eserler, kendi eserlerinin oluşum aşamaları ve eserlerini oluştururken nelerden etkilendikleri, birbirleri ile tartışmaları ve bunların ortaya çıkma nedenleri, çıkardıkları gazete ve dergiler ile basın hayatları, okuma ve yayıncılık faaliyetleri kapsamında kitapçılarla ilişkileri, neden ve nasıl sürgün edildikleri, sürgünde yazdıkları, ismi az duyulan ilk kadın yazarlar, edebî toplulukların oluşum süreçleri, dostlarının gözündeki izlenimleri, ilk tercüme eserleri ve dünya edebiyatının eserlere nasıl yansıdığıdır.

Yukarıda belirtildiği üzere alanımızda, anı türünde yazılmış eserlerde “edebiyat”

konusuna bu denli kapsamlı değinilen bir çalışma henüz yapılmamıştır. Bu açıdan literatüre katkısı olacağını düşündüğümüz bu çalışmanın, yol gösterici olması bizi ayrıca mutlu edecektir.

Anahtar Kelimeler: Anı, Tanzimat, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âti, II. Meşrutiyet.

(8)

ABSTRACT

The memoirs are written in the memoirs of the author; social, cultural, economic status and reflect the conditions of the period in terms of the best way to reflect. Although it is necessary to be cautious for some reasons, it is sometimes a document. It can be said that the memories that have increased in quantity in the process after Tanzimat have come closer to reality by decreasing the pressure on their authors. Diary, letter, travel letter, portrait, such as the kind of memoirs, which are intertwined with literary genres, carry traces of other species.

This study, which is the subject of our thesis, covers the important periods after starting from the first days when the moment is discussed by our writers as a genre.

Developments in the changes and forms of governance of society cause the writer to approach the notion of freedom and lead him away from it. The type of memorial, which became widespread during the Servet-i Fünûn period, together with the 2nd Constitutional Monarchy, makes the author more fearless. The subjects included in our study are; literary life of the authors, why and how they go to literature, the first works they read, the stages of the formation of their own works and what they were influenced while they were creating their works, their debates and reasons, the newspapers and magazines they published, the press, bookstores, why and how the writers were exiled, and in exile. The first female writers whose names are few to be heard are the literary communities that our writers have created, how they appear from the eyes of their friends, the works of first translation and how they reflect the world literature to our artists.

As mentioned above, in our field, the subject of “literature” has not been extensively addressed in the works written in the memoirs. In this respect, we would also be happy to see that this study, which we think will contribute to the literature, is guiding.

Key Words. Memory, Tanzimat, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âti, 2nd Constitutional Monarchy.

(9)

İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ ... i

ÖZET ... ii

ABSTRACT ... iii

İÇİNDEKİLER…...………..…………...iv

GİRİŞ ... 1

ANI TÜRÜ VE EDEBİYATIMIZDAKİ GELİŞİM SÜRECİ ... 1

I. OKUDUKLARI İLK ESERLER ve ÇOCUK EĞİTİMİ ... 9

II. EDEBİYAT HAYATINDAKİ ADIMLAR: ESERLERİN YAZILMASINDAKİ ESİN, SÜREÇ VE GÖRÜŞMELER ... 46

III. SÜRGÜN HAYATLARI ... 72

IV. ANILARDA TOPLULUKLAR ... 77

IV.1. SERVET-İ FÜNÛN DERGİSİ VE TOPLULUĞU (1896-1901) ... 77

IV.2. FECR-İ ÂTİ (1909-1912)……….. ... 90

V. GAZETE-DERGİ ve YAZIN HAYATLARINA DAİR ... 94

VI.YAZARLAR ARASINDAKİ TARTIŞMALAR, ALINGANLIKLAR ... 109

VII. KİTAPÇILAR, BASIM HAYATI ve BASILAN ESERLER HAKKINDA ... 118

VIII. EDEBİYATÇILARIMIZIN DÜNYAYA AÇILAN PENCERELERİ…………...………….…128

VIII.1. TERCÜME ESERLER…………...……….………128

VIII.2. DÜNYA EDEBİYATININ SANATÇILARIMIZA YANSIMALARI…………..………..137

IX. KADIN YAZARLARIMIZ... 140

X. ANILARDA AYNI OLAYA BAKIŞ AÇILARI ... 148

SONUÇ ... 155

KAYNAKÇA ... 164

(10)

GİRİŞ

ANI TÜRÜ VE EDEBİYATIMIZDAKİ GELİŞİM SÜRECİ

Bugün ile dünü birbirine bağlayan; hatıra, andaç ve yadigar gibi isimlerle de adlandırılan anı, yazarının kendi tecrübeleriyle baş başa kaldığı ve zaman zaman gerçeklik ve geçmişle sınandığı bir edebî türdür. “Çeşitli alanlarda ün yapmış, şöhret olmuş kişilerin, bilhassa başlarından geçenleri ya da dönemlerinde olup biten olaylarla ilgili bilgi ve gözlemlerini anlatan yazılara, eserlere verilen isim.” (Karataş, 2007: 194) olarak da tanımlanan anı, kişinin yaşamının belirli sürecini içine alır.

Öznel bir bakış açısına sahip olan türün, bizdeki ilk kullanımları “hâtıra” üzerinde yoğunlaşır. “Kelime, terim olarak ilk kez Lügat-i Naci’nin 1902 basımında “hâtırat” şeklinde karşımıza çıkar. Önceki dönemlerde bu türden yazılar, hatta eserler ortaya konmuş olsa da hâtıra veya hâtırat olarak adlandırılmamıştır. Terimin “anı” kelimesiyle karşılanması ise son 15-20 yıl içinde yaygınlık kazanmıştır.” (Karataş, 2007: 195) Yaşanan olay ve olguların insan belleğinde bıraktığı iz olarak tanımlanan anının, öz Türkçe akımının etkisiyle ortaya çıktığı kabul görmektedir. (Özdemir, 1972: 398-399)

Anının diğer edebî türlerle olan ilişkisi de konuşulmaya değerdir. “Anıları, günlüklerden ayırmak gerekir. Günlük günü gününe saptanan olaylar, düşünceler, duygularla oluşur. Anı ise üstünden uzun yıllar geçmiş olayları dile getirir. Onun için gerçeğe uygunluk bakımından günlüklerin daha inandırıcı olmak şansı vardır. Hele geçmişte yapılan konuşmaları aktaran anıcıların, uzun yıllar sonra bunları virgülüne, noktasına dek anlatmaları anıların gerçekliğine iyiden iyiye gölge düşürür.” (Birsel: 1972: 378) Günü gününe not edilmeyen sonradan hatırlanarak yazılan anıların, zaman aşımına uğraması ve yazarın hafızasının oyununa yenik düşme riski, günlüğe oranla daha yüksektir denilebilir. Bu durumun nedeni, günlüğün yaşanılan günü yoklaması, anının ise geçmişin kapısını çalmasıdır.

Ayrıca günlük yazarı, yaşadığı olayları günü gününe ve çoğu kez titiz bir dil gözetmeksizin

(11)

yazıya geçirir. Anı ise; döneme, sosyal hayata, insana, benliğe, geçmişe dair detaylı saptamalar ve dil işçiliğiyle gezi yazısı ve günlüklerden ayrılır.

Anı ile öz yaşam öyküsü de farklı türlerdir. Öz yaşam öyküsü, kişinin kendi hayat öyküsünü yine kendisinin kaleme almasıdır. Öznel bir anlatımın tercih edildiği öz yaşam öyküleri, yazarın kendisinden beslendiği ve anlatının merkezine kendisini koyduğu bir türdür. “Anılarda yazarlar tanık oldukları ya da duydukları olayları anlatırken, özyaşamöykülerinde genel olarak kendi özel yaşamlarından, özel duygu ve eğilimlerinden söz ederler. Başka bir deyişle özyaşamöykülerinde yazarın kendi özel dünyası daha ağır basar.”

(Birsel: 1972: 379) Anı yazarı için ise kendi özel dünyasının yanında dış dünya da değer kazanır ve kendisini anlatmak birinci hedef olmaktan çıkar. Anı yazarının amacı, yaşanılanları bütün yönleriyle anlatmak oluverir.

Gezi yazılarında ise yazar, daha çok gezilip görülen yerler üzerinde odaklanır.

Yazarın betimlemeleriyle örülü bu türde gezilen ve görülen yerlerdeki izlenimler öznel bir bakış açısıyla okura sunulur. Anı-portrelerde ise bir yazarın başka bir yazarın fiziksel ve ruhsal bütün yönleriyle derinlemesine incelenmesi söz konusudur. Mektupların içinde de çeşitli anıların olduğu açıktır. Tüm bu türlerin yazılış amaçları ve zamanları noktasında aralarında farklar bulunsa da “yaşama bağlanma”ları ve “gerçek iddiaları” açısından aralarında geçişimler olduğu muhakkaktır. Çalışmamızda ise anı türündeki kitaplar dikkate alınmış ve diğer türler dışarıda tutulmuştur.

Anılar, özellikle yazarlarla ilgili bilgilerin ilk ağızdan verilmesi bakımından araştırmacıların yararlandıkları kaynaklardandır. Kişiler arası ilişkiler, yazarların karakterleri, huyları ve bütün serüvenleri, anılar ile keşfedilebilir. Ayrıca hâtıralarda çoğu olayın resmiyette aydınlatılmamış yüzünün gözler önüne serilmesi ve itiraflar vesilesiyle tarihe objektif olmasa da farklı yönlerden bakılması da mümkün olabilmektedir. Bu nedenle anının, yazarı ile okuyucu arasında itirafa dayalı saydam bir bağ kurma ihtimali de söz konusudur.

(12)

Toplumun gerçeklerini barındırmasının yanında kişisel gerçekliği de iyi yansıtabilen bir tür olan anıların, okuması yapılırken temkinli davranılması gerektiğini belirten İnci Enginün, görüşüne şu gerekçeleri sunmaktadır: “Aradan geçen yılların hafızayı bulandırması, duygu ve düşünceleri değiştirmesi, hâtıralara güvenmemenin en objektif sebepleridir.” (Enginün, 2016: 135) Bu durumda gerçekleri anlatmak, yazarın inisiyatifine kalmışken, gerçekliği takip etmek de okuyucunun dikkatine muhtaçtır. Refik Halit’in “Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı hikmeti yok mudur? Onu ‘mazi’ için de söyleyebiliriz. Kime rastladınız ki gençliğini ve gençlik halini methetmesin? Onu en iyi anlatan Nasrettin Hoca’dır: Geçmiş zamanını över, över de sonra söylenir; ‘Gençliğimde de bir şey değildim ya!” (Karay 2015: 17) yorumu da bu görüşü destekler niteliktedir ve yazarın bilerek ve isteyerek anıları üzerinde oynamalar yapabileceğini göstermektedir.

Edebiyat, her ne kadar sanatçı ve sanattan ayrı düşünülemese de okurdan yani toplumsallaşmadan da ayrı ele alınamaz. Bu çerçevede Köksal Alver’in edebiyat tanımını gözden geçirmekte yarar var: “Edebiyat tanımlarında sanatsal üretimin, söz ustalığının, inceliğin, üslûbun, süslemenin, güzel ifadenin yanında mutlaka anılmadan geçilemeyen, göz ardı edilemeyen hususların başında toplum, düşünce, yaşantı/hayat da gelmektedir.” (Alver, 2018: 277) Anıları, yaşantılardan bağımsız düşünmek imkansızdır. Bu açıdan anıları, özellikle edebiyat sosyolojisinin değerlendirme alanında yorumlamak önemlidir.

Anıların, okurun önüne tabiri caizse bütün kirli çamaşırları dökmesi ve yazarının bütün olumsuzluklarını gün yüzüne çıkarmasına ihtimal vermek mümkün değildir. Buna çoğu zaman toplumsal ve siyasal baskıların da neden olabileceği aşikardır: “Sanatçıların kişilikleri, yarattıkları sanat yapıt (eser) ları birçok ögelerden, niteliklerden meydana gelen çok karmaşık ürünlerdir. Gerçekten sanatçının kişiliği; biopsikolojik beden, ruh yapısından;

kendini saran doğal (tabiî) çevrenin canlı cansız bütün varlıklarından tutun da; toplumsal çevrenin çeşitli kültür kalıplarına, kurumlarına, örgüt (teşekkül) lerine, değerlerine kadar

(13)

çıkın, hepsinin etkisi altındadır.” (Kösemihal, 1967: 5) Edebiyat ve sanatın incelenmesinde bireysel özelliklerin yanında, o eserin oluşturulduğu toplumun ve toplumsal şartların değerlendirmesi de gerekmektedir. İnceleme konumuz olan anı türü ise, bu toplumsal dinamiklerin ve toplumda görülen değişimin çok iyi hissedileceği bir edebî türdür.

Edebiyat değeri söz konusu olduğunda ise, anı yazarının gerçeklikten uzaklaşması ya da sadece bilgi vermeye odaklanması eserin edebiyat değerini tartışmaya açar. Anıdaki anlatıcının ilk amaçlarından biri okuyucuya bilgi vermek, hayatını gözler önüne sermektir. Bu türde yazılmış eserlerin edebiyat değeri bağlamında Nurettin Şazi Kösemihal’in görüşlerini anmakta yarar var: “… Her edebî yazıda az çok bir bilgi vardır ama her bilgi veren yazı edebiyat değildir. Öyle olsaydı en sağlam en doğru bilgiyi veren bilim yazılarının çok üstün bir edebiyat değeri taşımaları gerekirdi. Zaten edebiyatçı daha çok hayal gücünü (imagination) işleten, masallar düzenleyen, bunları uyduran, yakıştıran bir kimsedir. Onun için her edebiyat yazısında az çok bir değşirme (tahrif) vardır.” (Kösemihal, 1967: 7)

Edebiyatımızda anı türü Batı’ya göre geç görülmüştür. Denebilir ki anı türü bir okur grubuna, edebiyatın toplum sınıflarına yayılmasına ve en önemlisi yazıyla hayat paylaşmanın rağbet görmesine bağlı olarak gelişmiştir. Bununla beraber 19. yüzyıla kadar farklı türlerde yazılan bazı eserler, kimi edebiyatçılar tarafından anı türü kapsamında değerlendirilse de bu kapsama girmeyenler çoğunluktadır. “Osmanlılar’da XIX. yüzyıl ortalarına gelinceye kadar yazılmış olan tezkire, menkıbe, vekayi, hatta tarih gibi eserleri bazı tenkitçiler hâtırat olarak düşünmüşlerse de bunlar yazarlarının yer yer şahsî müşahedelerinin dışında bir hâtırat özelliği göstermez.” (Okay, 1997: 446) Orhan Okay, anı türünün sınırları içerisinde, yazarlarının başından geçen olayları da anlattıkları için manzum ve mensur sergüzeştname ve hasbihâl türü eserlerin de bir çeşit hâtırat olarak kabul edilebileceğini vurgulamıştır. (Okay, 1997: 446)

(14)

Tanzimat sonrasında ve özellikle Servet-i Fünûn topluluğu ve II. Meşrutiyet sonrasında yetkin örnekleri görülmeye başlanan türün -sınırlarını geniş tutarak- ilk örneklerini Orta Asya’ya dayandırmak mümkündür. “Türk kültüründe hatıratın yaygın olmadığı söylenmekle beraber Göktürk Yazıtlarından itibaren önde gelen kişilerin başlarından geçenleri anlattıkları görülmektedir.” (Enginün, 2016: 135) 16. yüzyılda yaşamış Zaifi mahlaslı bir şairin, Sergüzeşt-i Zaifi adlı manzum hatıraları edebiyatımızdaki ilk anılar arasında gösterilir. (Okay, 1997: 446) Bu zamanlara rastlayan, Barbaros Hayrettin Paşa’nın Gazavat-ı Hayrettin Paşa adlı eseri de Orhan Okay’ın değerlendirmesinde kendisine yer bulur. Bunları Kuzey Irak’ta Osmanlı hakimiyetinin anlatıldığı, Me’mun Bey’in Hatıraları ile Temeşvarlı Osman Ağa’nın Hâtıraları izler. Ahmet Türek- F. Çetin Derin’in “Feyzullah Efendi’nin Kendi Kaleminden Hâl Tercümesi” isimli makalesinde incelenen, Feyzullah Efendi’nin Arapça otobiyografisi de anı nitelikli malzeme içermesi bakımından önemlidir.

(Okay, 1997: 446)

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si gezi-anı türünde bir eser olarak göze çarparken Peçevi İbrahim Efendi’nin Peçevi Tarihi de yazarının anılarını içermektedir. Keçecizâde İzzet Molla’nın Mihnet-i Keşan (1269) mesnevisi gezi-anı türünde dönemin sosyal hayatını yansıtması bağlamında önemlidir. Akif Paşa’nın “Gurur ve İsyan Çığlığı” olarak tanımlanan Tabsıra’sı ise Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre uzun zaman unutulduktan sonra, Ebuzziya’nın himmeti ve Namık Kemal’in telkiniyle ortaya çıkmıştır. (Tanpınar, 2012: 216-217) Devrin siyâsî hayatının ve entrikalarının bulunduğu bu eser, türün önemli örneklerindendir. “Yer yer ağırlaştırmasına, kelime oyunlarıyla, muhtelif söz sanatlarıyla doldurmasına rağmen, kitap Akif Paşa’nın ikinci tarzı diyebileceğimiz tarza, yani sanat göstermekten ziyâde kendisini olduğu gibi vermeyi tercih ettiği eserlerine yakındır. Kendilerini, konularına tam verdikleri zaman eskilerde çok defa rast geldiğimiz o canlı konuşma Tabsıra’da hakikaten güzel ve kuvvetli bazı sayfalar doğurmuştur.” (Tanpınar, 2012: 217)

(15)

Tanzimat dönemine gelindiğinde ise Ziya Paşa, J. J. Rousseau’dan yaptığı Emil tercümesine eklediği ve Defter-i Amâlim (1881) adını taşıyan ön sözde çocukluğundan bahseder. Bu eserden başka Ahmet Mithat’ın Rodos’a olan sürgününü ve anılarını anlattığı Menfa’sı zikredilebilir. (Ertan, 2003: 4) Ahmet Hamdi Tanpınar, “Devrinde çok okunduğunu tahmin ettiğimiz bu küçük kitap aynı zamanda yeni edebiyatta yaşanmış bir maceranın hikâyesi olduğu gibi bazı fikirlerden de şahsi bir tecrübe gibi bahsediyordu.” (Tanpınar, 2012: 443) dediği bu eseri, hayatın fethine doğru ilk hamlelerden biri olarak görür. Ebuzziya Tevfik’in Yeni Osmanlılar Cemiyeti ise genel anlamda rejimi eleştirmesinin yanında, Tanzimat rejiminin ve yapılan yeniliklerin yetersiz bulunmasını ve bu durumun genç aydınlarca eleştirilmesini anlatan ve anı-tarih türünde değerlendirilebilecek önemli bir kaynaktır.

Muallim Naci, Ömer’in Çocukluğu ve Medrese Hâtıraları (1885) ile anı yazarları arasına girer. Sümbüle’nin (1890) içinde bulunan Ömer’in Çocukluğu, yazarın çocukluğuna ayna tutarken; yaşadığı toplumun inançları, dönemin kültürel özellikleri ve değerleri hakkında bilgi verir. (Okay, 1997: 446) Medrese Hâtıraları (1885) ise:Birtakım beyit, vecize ve fıkralardaki esas düşüncelere dayanılarak kaleme alınan on yedi bentten meydana gelmektedir.” (Uçman, 2005: 317) Anı edebiyatımızın bir diğer önemli ismi ise Ahmet Rasim’dir. Gecelerim (1892), Falaka (1927), Muharrir, Şair, Edip (1924) isimli eserleri, hatıralarını içeren kitaplarıdır. Bu eserlerde çocukluk anılarına yer verdiği gibi, dönemin basın hayatına ait canlı tasvirler de yapar. Yetmiş iki yaşında iken hatıralarını İkdam ve Vakit gazetelerinde yayımlayan Abdülhak Hamit Tarhan, bu hatıralara 1904 yılında tuttuğu günlükten parçalar da eklemiştir. İnci Enginün tarafında bu yazılar bir araya getirilmiştir.

(Enginün, 2013: 13)

Edebiyatımızda anı türü Servet-i Fünûn döneminde yoğunlaşmıştır. Halit Ziya’nın Kırk Yıl (1936), Saray ve Ötesi (1940-41), Bir Acı Hikâye (1942) isimli eserleri anı ürünleri

(16)

arasındadır. Bu eserlerden Kırk Yıl’da 1865’ten II. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen sürede yazarın; çocukluk anılarını, aile hayatını ve memuriyet yaşantısını anlattığı görülür. Saray ve Ötesi’nde ise, Mabeyn Başkâtipliği’nde bulunduğu zamanlardaki anılarını aktarmıştır. Oğlu Vedat’a ve onun ölümüne dair anılarını içeren Bir Acı Hikâye (1942) ise daha çok özel hayatı hakkındadır.

Servet-i Fünûn’un kurucusu olan Ahmet İhsan Tokgöz, anılarını Matbuat Hatıralarım (1930-31) ismiyle kitaplaştırır. Dönemin matbaa hayatına ve yazarlarına dair bilgiler verir. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Edebî Hâtıralar (1935) isimli eseri, yazarın çocukluk ve okul yılları ile gazete ve dergi hayatına ait anılarını içerir. Özellikle Servet-i Fünûn hakkında bilgiler vermektedir. Mehmet Rauf’un Edebî Hâtıralar’ı (1997) yazarın kendi kaleminden dergilerde yayımladığı anıların derlenmesiyle oluşmuştur.

Yakup Kadri, bu türün belki de en verimli isimlerindendir. Anamın Kitabı (1957) ilk anı kitabıdır. “Burada aile çevresini, Mısır, Manisa ve İzmir’de geçen yıllarını hikâye ederken kendi mizacı ve yetişme tarzı hakkında da ipuçları verir.” (Polat, 2001: 467) 1958 yılında yazdığı Vatan Yolunda, Millî Mücadele konulu anılarını kapsar. Zoraki Diplomat’ta (1955) istemeyerek üstlendiği diplomatlık mesleğine dair anılar vardır. Politikada 45 Yıl’da (1968) ise odak noktasında İsmet İnönü’yü tutar. Bu eseri, özellikle diğer edebiyatçılarla alakalı anılarını içeren Gençlik ve Edebiyat Hâtıraları (1969) takip eder.

Yahya Kemal Beyatlı’nın anıları Siyâsî ve Edebî Portreler (1968) ile Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım (1973) adıyla basılmıştır. Yahya Kemal, anı türünü çok önemseyen bir yazardır. İnsanları aydınlatacak ve bilgilendirecek anıların, değiştirilmeden tam anlamıyla verilmesinden yanadır. Anıları, çocukluğundan itibaren tanık olduğu çok geniş bir birikimi özünde taşır. Refik Halit Karay’ın anıları Minelbab İlelmihrab (1964), Bir Ömür Boyunca (1990) ve kronik eseri Üç Nesil Üç Hayat’tadır. (1949)

(17)

Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen Türk’ün Ateşle İmtihanı (1962) isimli eser, Halide Edip Adıvar’ın Kurtuluş Savaşı dönemindeki anılarını içerir. Mor Salkımlı Ev’de (1963) ise çocukluğu, eğitim hayatı, ailesi, evlilik hayatı gibi geniş bir yelpazeyle okuyucuya seslenir. Halide Nusret Zorlutuna ise Bir Devrin Romanı ve Benim Küçük Dostlarım (1978) ile anı eserlerini vermiş olur.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın anıları, Boğaziçi Mehtapları (1942), Boğaziçi Yalıları (1954), Geçmiş Zaman Köşkleri’dir (1956). Geçmiş Zaman Edipleri (2005) ise yazarın kendi sağlığında yayımlanamamış, hatıra-portre metinlerinin derlenip toparlanması ile oluşmuştur.

(Turinay, 2013: 10) Halit Fahri Ozansoy’un Edebiyatçılar Çevremde (1970) isimli eseri de bu türde yazılmış bir diğer yapıttır. Halit Fahri Ozansoy, Eski İstanbul Ramazanları’nda edebî hayatından ziyâde, çocukluk ve gençlik anılarına yer verir. Ali Ekrem Bolayır’ın Hâtıraları (1991) ise hem babası Namık Kemal’in hem kendisinin hayatı hakkında bilgiler verirken diğer yazarlarla olan ilişkilerine de ışık tutar. Tevfik Fikret’in anıları ise Ruşen Eşref tarafından ve dostları tarafından kaleme alınmıştır.

(18)

I. BÖLÜM

OKUDUKLARI İLK ESERLER ve ÇOCUK EĞİTİMİ

Üzerinde inceleme yaptığımız anı türünde yazılmış eserlerde, ilk okumaların ve edebiyat hayatına dair ilk izlenimlerin oluşmasında aile içindeki etkileşimler çok etkilidir.

Öyle ki aile içinde yapılan sesli okumalar ile yazarlarımız edebiyat adına ilk aşinalıklarını oluşturmuşlar ve bunun neticesinde de edebiyata yönelişleri hızlanmıştır. Bu bahiste ailelerin eğitimli bireylerden oluşması ve edebiyata özellikle akşam okumalarında yer vermeleri ön plana çıkmaktadır. Ayrıca yazar ve şair adayları için ilk edebiyat dersleri de aile ortamında olmuştur. Bu anlamda anne ve babaların edebiyat birikiminin ve bilgisinin yanında evdeki çalışanlar ya da akrabalar da yönlendirici olmuşlardır.

Ziya Paşa, bir ön söz olarak yayımladığı Defter-i Amâlim’de gençliğinden bahseder. Ziya Paşa’nın Mekteb-i Edebiyye’ye başlamasıyla eğitimine yardımı için kendisine İsmail Ağa adında elli beş yaşlarında bir lâlâ tutulmuştur. İsmail Ağa’nın şiire çok düşkün bir isim olduğuna değinen Ziya Paşa, imlâsına dikkat etmeden yazdığı Âşık Ömer ve Gevherî’nin beyitlerini sık sık okuduğunu söyler. (Ertaylan, 1925: 477) Kendisi de yazmaya hevesli olan İsmail Ağa: “Derûnum derdin arz ettim bu kırtasa kalemlerle /Görelim ne zuhûr eyler ne söyler gonca femlerle” şeklinde başlayan bir gazel yazmıştır. Bu sıralarda babası “Sakın olmaya Farsî okuyasın; zira, her kim okur Farsî, gider dinin yarısı.” diyerek yazarı uyarmıştır. Fakat lâlâsı bu durumu öğrenmiş ve gizlice Farsçanın her şey için gerekli olduğunu ve bu dili ihmal etmemesini söylemiştir. Farsça okumaya karar veren Ziya Paşa’nın okuduğu ilk eser, Hayatî Ahmet Efendi’ye ait olan, Şerh-i Tuhfe-i Vehbî (Şerhu’t-Tuhfeti’d- dürriyye fi’l-lugati’l-Fârisiyye) olmuştur. (Ertaylan, 1925: 478)

Ahmet Mithat Efendi’nin okuduğu ilk eserlerin başındaysa Farsça Hafız Divanı gelir. (Ahmet Mithat, 2013: 170) Sonrasında Magazin des Enfants gibi küçük çocuklara

(19)

mahsus kitaplardan başlayarak Voltaire’in içinde felsefe barındıran kitaplarına kadar okur. O zaman Tuna politika memuru olan Odyan Efendi kendisine La Fontaine’in fabllarını (Fables de la Fontaine) ezberletmeye başlar. (Ahmet Mithat, 2013:171) Gittiği bir misafirlikte ev sahibine ait kütüphaneden aldığı Moliere’nin Mariage Force yani Zoraki Nikâh isimli eserini okuduğunu belirtir. (Ahmet Mithat, 2013: 181)

Abdülhak Hamit Tarhan’ın anılarında yer verdiği ve on altı yaşlarında iken okuduğu eser, Paul de Kock’un Evlenmek İster Bir Adam adlı romanıdır. Kendisinden küçük yaştaki hizmetçi Miss Ball ile evlenmek isteyen Abdülhak Hamit’e bu isteği, okuduğu eseri hatırlatmıştır. (Enginün, 2013: 213)

Abdülhak Hamit’in anılarında üslûbunun oluşumunda, fikir ve hayal dünyasının gelişiminde ve söz söyleme kudretinin yerleşmesinde etkili olan isimlere yer verdiği görülmektedir. Her şeyden evvel babası ve biraderinden etkilenen şair, Hoca Tahsin ve hocası Bahaettin Efendi’den etkilendiğini söylemektedir. (Enginün, 2013: 54) Bu isimler arasında Şinasi, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Ebuzziya Tevfik, Sadullah Paşa vardır.

Aynı şekilde Ziya Paşa, Suphi Paşazade Ayetullah, Kâni Paşa-zâde Rifat, Kemal Paşazade Sait Beyler’den söz etmektedir. Ayrıca Ahmet Mithat Efendi, Suavi, Süleyman ve Münif Paşa bu isimler arasındadır. Bunlara ek olarak Ahmet Vefik Paşa ve Rumûzü’l Hikem sahibi Sami Paşa, Telemak mütercimi Yusuf Kamil Paşa, Fuzûlî, Veysî, Nergisî, Cevdet Paşa, Sinan Paşa, Nâbi, Nedim, Nef’î zikredilmiştir. Sami Paşazade Sezai, Halit Ziya, Halide Edip, Ahmet Mithat, Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin gibi değişik dönemlerde yaşamış ve edebiyatımıza damga vurmuş isimlerden söz edilmiştir.1 Özel hayatından bu listeye dâhil olanlar, Fatma ve Nelli Hanım’lar ile Lüsyen Hanım’dır. (Enginün, 2013: 55)

Tahran’da bulunduğu dönemlerde Avrupa edebiyatını ve İran şairlerini tanımadığını söyleyen Abdülhak Hamit, yalnızca Sâdi, Hâfız ve Kâani’yi tanığını vurgular.

1 Bu konuyla ilgili ayrıntı için bkz: Enginün, İnci, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, Dergâh Yayınları, 2013, s: 55.

(20)

Büyükbabası ve babasının kimi yazışmalarında gördüğü: “Reh-i gamda tahammül üştür-i nâlâna hoşterdir/Ceres feryada imdad eyledikçe bâdın altında” beytini ezberlemiştir.

(Enginün, 2013: 80) Ayrıca Tahran’a gitmeden evvel İstanbul’da hocası tarafından okunan Tasvîr-i Efkâr’ı incelemiş ve hocasının burada yazan isimlerden özellikle Namık Kemal ve Şinasi’yi beğendiğini söylemesi şairin dikkatini çekmiştir. Bu isimleri kendisi bu vesile ile tanımış ve yazılarını okumuştur. (Enginün, 2013: 85) Mazlum Paşazade Memduh Bey’in ise Geneviève adlı eserini severek iki defa okumuştur. (Enginün, 2013: 93)Bu eser, Lamartine’den çevrilen Tercüme-i Hikâye-i Jöneviev adlı eserdir.

Muallim Naci çocukluk anılarını anlattığı Ömer’in Çocukluğu isimli eserinde ilk kez duyduğu mısranın: “Yâ huliyye’l bâl; kad belbelet bi’l- bel bâl-i bâl”2 olduğunu söyler.

(Muallim Naci, 2005: 46)

Daha sonra evde eline Türkçe basılmış bir kitap geçer. Bu kitap, İbrahim Edhem3’in ilâhî bir esinlenme ile Belh şehrindeki padişahlığını terk edip Mekke’ye yerleşmesini konu alır. Zamanla oğlu büyür ve babasını aramaya koyulur. Muallim Naci, baba-oğul karşılaşmasında baba tarafından söylenilen: “Beni dervişlere sordun/Ne yerde olduğum bildin”4 (Muallim Naci, 2005: 62) ile oğul tarafından söylenilen “Odun çeken babacığım” (Muallim Naci, 2005: 63) mısralarını anımsamaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm okuyan babasından çok etkilenen Muallim Naci, babasıyla sık sık Kur’ân-ı Kerîm okur. Yine babasının yönlendirmeleriyle belki ondan ziyâde Mevlevilik’e yönelir ve Mesnevi’yi okur. Mevlana Celalettin’e kalben bağlanır. (Muallim Naci, 2005: 66)

2 Et-tantarani’nin (ö.1092) Tantaraniyye Kasidesi’nin matla beytinden alınan bu kısmın çevirisi şöyledir: “Ey gönlü aşk derdinden hâlî kişi! Gönlümü aşka salıp allak bullak ettin.” (Durmuş, 2018)

3 İslâm edebiyatlarında İbrâhim b. Edhem’in hayatı ve kişiliği etrafında oluşan menkıbeler manzum-mensur edebî eserlere konu olmuş, “İbrâhim b. Edhem hikâyeleri”, “İbrâhim b. Edhem menkıbeleri” ve “İbrâhim Edhem destanı” gibi adlarla anılmıştır. Türkçe İbrâhim Edhem destanlarında yer alan maceralar daha ziyade tasavvufî bir mahiyet arzeder. (Albayrak, 2000: 295)

4 Hacı Süleyman Ay’ın özel kitaplığında bulunan bir Dâstân-ı İbrâhim Edhem nüshasında bu dizeler yer almaktadır. Bu konuyla ilgili ayrıntı için bkz: (Karga, Bilge, HACI SÜLEYMAN AY'IN KİTAPLIGINDA

BULUNAN BİR DÂSTÂN-I İBÂHİM EDHEM NÜSHASI, VIII. MİLLETLERARASI TÜRKOLOJİ KONGRESİ 30 Eylül - 04 Ekim 2013 – İSTANBUL.)

(21)

Ahmet Rasim’in üzerinde Fuzûlî’nin etkisi oldukça fazladır. Küçük yaşlarda iken güzel yazı sanatı ile şiirler yazdığı defterinin ilk satırında: “Dil verme gam-ı aşka ki aşk âfet-i cândır/Aşk, âfet-i cân olduğu meşhur-ı cihandır” dizesi bulunmaktadır. Bu mısralara defalarca nazire söylemiş fakat beğenmeyip yok etmiştir. Bu çalışmalarında elinde Redhouse’un İlâveli Lügat-ı Osmaniyye’si kafiye bulmak için mevcut bulunmuştur. (Ahmet Rasim, 2016a: 28)

Ahmet Rasim, Fransızcasını biraz ilerlettikten sonra Fransız edebiyatına dair kimi şiir ve fıkraları tercüme etmeye başlamıştır. Garp edebiyatına alışmaya başladığında okuduğu ilk metinler, Racine, Boileau ve Corneille’in eserleri olmuştur. Moliere, Fransız şairi Delile ve Karınca ile Ağustos Böceği’nin sahibi La Fontaine’in masalları ona büyük bir zevk vermiştir.

Paul de Kock’tan kimi parçalar ile Alexandre Dumas’ın Monte Cristo’sundan tercümeler yazarda büyük merak uyandırmıştır. La Dame Aux Camelias’ın verdiği hüznün yanı sıra bu kitaptan ilim ve fen hakkında pek çok kelime de ezberlemiştir. (Ahmet Rasim, 2016a: 40) Bu ilerlemelerin akabinde Mebâni’l-İnşâ hakkında yazan Recaizade Mahmut Ekrem’in, Talim-i Edebiyat isimli eserini elde etmeye çalışmıştır. Özellikle Tercümân-ı Hakîkat gazetesi gizli gizli mektebe girdikçe birçok gelişmeden de haberdar olmuştur. (Ahmet Rasim, 2016a: 44)

Roman türünde Ahmet Rasim’in en çok ilgisini çeken isim Ahmet Mithat Efendi’dir. Yazarın Letâif-i Rivâyat isimli eserinden ve gazetelerdeki makalelerinden etkilenmiştir. Yalnızca isim olarak bildiği Ahmet Mithat’ı tanımasını sağlayan eserler arasında Hasan Fellâh, Hüseyin Mellâh, Paris’te Bir Türk, Henüz On Yedi Yaşında, Yeryüzünde Bir Melek…. gibi eserleri zikretmektedir. Kırk Ambar ve Dağarcık adlı süreli yayınlar neşrettiğini bildiği Ahmet Mithat’a diğer edebiyatçılar tarafından: “…kocaman kafalı, uzun boylu, gâyetle kuvvetli, çalışkan bir muharrir olduğunu, çok yazı yazması hasebiyle kendisine, “Kırk beygir kuvvetinde bir makine” denildiğini…” (Ahmet Rasim, 2016a: 45) aktarmaktadır.

(22)

Ahmet Rasim, dönemin ünlü gazetesi Tercümân-ı Hakîkat’e “Yolcu” adlı bir çeviri götürmüştür. (Ahmet Rasim, 2016a: 78-80) Daha sonradan tanışma fırsatı yakaladığı Ahmet Mithat Efendi’ye olan hayranlığı, arkadaşlarıyla sık sık kavga etmesine neden olmuştur. (Ahmet Rasim, 2016a: 55)

Namık Kemal’in eserlerinden Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Vatan Yahut Silistre gibi eserleri okuduğunu belirten Ahmet Rasim, Sergüzeşt-i Ali Bey’in mektepte sınıf sınıf gezdiğini söylemektedir. Bu okumalar neticesinde genç öğrenciler Namık Kemal ile Ahmet Mithat’ı kıyaslamaya başlamışlardır. Hemen hepsinin takdir ettiği bir diğer isim ise Şinasi’dir. Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Ahvâl, İbret gibi gazetelere de aşinalıkları artmıştır.

(Ahmet Rasim, 2016a: 61) Hoca Hayret’in önerisiyle ise Ravzatü’l-Ahbâb, Müstazraf, Cihânnümâ, Âli Tarihi gibi eserleri elde etmiş ve anlam konusundaki eksikliğini de aynı ismin yardımıyla gidermiştir. (Ahmet Rasim, 2016a: 97)

Ahmet Rasim’in anılarına bakıldığında etkilendiği bir diğer ismin Namık Kemal olduğu görülmektedir. Namık Kemal’in Tercümân-ı Hakîkat’te “Hitâm-ı Acemî” nâm-ı müstearıyla:

“Girmemişsin kimsenin nûr-ı nigâhı koynuna Gizli girmiş dün gice zülf-i siyâhı koynuna Vâkta görmez melekler de fîrâş-ı zâtını Gönlüm amâ girmede ru’yâda gâhî koynuna Gerdeninden cûş eder nûr-ı tecelli mevc mevc İzdiham eyler dolar nûr-ı ilâhî koynuna”

şeklindeki dizelerini okur okumaz ezberlemiştir. (Ahmet Rasim, 2016a: 109) Ayrıca on sekiz yaşlarında mektebi bitirdiği vakitlerde eniştesi ona Nedim Divanı ile Müntehabât-ı Nazif (Müntehabat-i Mir Nazif ) ciltlerini hediye etmiştir. (Ahmet Rasim, 2016a: 77)

(23)

Halit Ziya, Vakit gazetesinde tefrika edilip sonrasında kitap olarak basılan Kırk Yıl isimli eserinde kendisini çocukluk yıllarında edebiyata yönelten sebeplere ve okuduğu ilk eserlere değinmektedir. Edebiyata yönelişindeki birinci neden olarak okumak iptilasını göstermektedir. (Uşaklıgil, 2014: 87) Âşık Garip, Aslı ile Kerem, Leyla ile Mecnun ve Binbir Gece, Elfün Nihar (Elfü'n-nehar ve'n-Nehar) ve tanıdıklarının kütüphanesinden ödünç aldığı eserler, ilk tanışıklık kurduğu eserlerdir. (Uşaklıgil, 2014: 88)

Halit Ziya, on iki yaşına geldiğinde tiyatroya ve tiyatro eserlerine ilgisi başlamıştır. Gedikpaşa Tiyatrosu onun üzerinde en büyük tesiri yapan yer olur. (Uşaklıgil, 2014: 89) Tiyatro merakı giderek yerini tiyatro türünde yazılmış eserleri satın alma hevesine bırakır. (Uşaklıgil, 2014: 91) Halit Ziya’nın almış olduğu tiyatro türünde yazılmış eserler şöyledir: “Bu sırada neler aldım? Galiba “Akif Bey”, “Zavallı Çocuk”, Recaizade Ekrem’den

“Vuslat” bu zamanın keşfiyatıydı. Sonra nihayetlerinde birer “Aşk” kelimesiyle biten garip serlevhalı facialar. Gedikpaşa tiyatrosu sade bende değil, herkeste bir tiyatro merakı uyandırmıştı.” (Uşaklıgil, 2014: 92) Çeviri eserleri biriktirmeye devam eden yazar, bir dükkânda toplu tiyatro eserlerini bulur, içinde Victor Hugo’nun Hernani adlı piyesinin de bulunduğu bu çeviriler onu oldukça memnun eder. (Uşaklıgil, 2014: 93)

Sonrasında dedesinin desteği ile İstanbul’a kitap getirtmeye başlar. O zaman deste deste mektup ve kitap gibi nesneleri taşıma işi yapan Emanetçi Kevork5 ile anlaşılır. Ancak giderek bu kitap getirtme alışkanlığı görülen her kitabı ve dergiyi sipariş vermeye kadar gider.

(Uşaklıgil, 2014:152) Halit Ziya elde ettiği eserlerden şöyle bahseder:

O bana neler getirmedi? Bir kere bütün Midhat Efendi: Letaif-i Rivayat’ı, Küçük Tarihler’i, Kırk Ambar’ıyla Dağarcık’ı da dahil olarak… Yalnız “Yer Yüzünde Bir Melek” yarı kalmış diye ne kadar üzülmüştüm. Sonra bütün evvelden [önceden] tercüme edilmiş romanlar: Esrar-ı Hint, Londra Biçareganı, Kırmızı Değirmen, Ihlamur Altı ve saire… Her hafta rengârenk kaplar içinde on altı sayfalık formalarla intişar

5 Posta idaresinin henüz düzenli çalışmadığı yıllarda İstanbul ile İzmir arasından her tür sipariş ve nakillere vasıta olan, deste deste mektup götürüp getiren emanetçiler vardır. Bunlardan biri de Emanetçi Kevork’tur.

(Şahin Uğurel, 2014: 1344)

(24)

eden [yayımlanan] yeni romanlar. Yine eskilerden Monte Cristo ile buna zeyil [ek] olarak yazılmış Lord Hope…(Uşaklıgil, 2014: 152-153)

Rüştiyeye başladığında Gülistan’dan parçalar okumaya başlayan Halit Ziya, çeşitli romanları tercüme etmeye başlar. Panson du Terrail’in Les nuits de la Maison Doree (Altın Yaldızlı Evin Geceleri) isimli eserinin bunlardan biri olduğunu söylemek mümkündür.

Sonraki zamanlarda da edebiyat tutkusu devam eden yazar, Namık Kemal ve Abdülhak Hamit’in yayımlanmış eserlerini tanımaya başlamıştır. (Uşaklıgil, 2014: 182) Dergiler de getirten Halit Ziya, bunların arasında çok beğendiğini söylediği Şemsettin Sami Bey’in Hafta’sı ile Samipaşazade Baki ve Abdülhak Şinasi’nin babası Mahmut Celalettin Bey’in çıkardıkları Hazîne-i Evrâk’ı temin etmiştir. (Uşaklıgil, 2014:182) Daha sonra bu eserlere, Jules Verne, Louis Figuier ile Camille Flammarion’un eserleri de eklenmiştir. (Uşaklıgil, 2014:184)

Küçük yaşından beri çok değişik alanlara yönelerek, tek bir alanda ihtisaslaşmak fikrinden uzakta kalışı, Halit Ziya için bir üzüntü nedeni olmuştur. “Sadece hikâye-nüvis [hikâye yazarı] olmalıydım, birçok şeyler olmak isteyince hiçbir şey olamayanların akıbetine [sonuna] düşmek mukarrerdi [kaçınılmazdı].” (Uşaklıgil, 2014: 184) düşüncesinden hareketle içinde pişmanlık barındıran yazarın, anılarında okuduğu ilk romanlara geniş yer verdiği görülmektedir. Şemsettin Sami’nin Sefiller tercümesi istisna edilirse Türkçe roman okumadığını vurgulayan Halit Ziya’nın okuduğu ilk Fransızca roman, Pierre Zaccon’un Ölüme Kadar Düello kitabı olmuştur. Eugene Sue, Paul Feval, Frederic Soulie ve özellikle Alexandre Dumas yazar üzerinde büyük bir tesir yaratmıştır. (Uşaklıgil, 2014: 187)

Edebiyat tarihine olan ilgisi tekrar baş gösteren Halit Ziya, artık yalnızca Fransız edebiyatına değil bütün fikir cihanını çevreleyecek şekilde genel bir edebiyat tarihine ilgi duymaya başlamıştır. Bu amaçla Hizmet gazetesinde birçok yazı yayımlamıştır. (Uşaklıgil, 2014: 457) Araştıma ve incelemelerinde adeta bir kaynak bolluğu içinde kalan yazar, eline

(25)

geçen yazıların içinde İbrani ve Sanskrist edebiyatı eserlerinin belirli bir düzeninin olduğunu belirtmektedir. Bu eserler arasında yazara, İbrani dinine ait Agni-yet-ül-Agani, Mezamir-i Davut ve Ernest Renan’ın Elsine-i Samiye hakkındaki eseri kaynak olmuştur. Sanskrist edebiyatı hakkında ise Şark Kütüphanesi külliyatında bulunan eserler ile Lahor’un Hint Edebiyatı Tarihi adlı kitabı yazara kılavuzluk etmiştir. (Uşaklıgil, 2014: 458)

Halit Ziya, İstanbul Postası’nın kendisine getirdiği Abdullah Cevdet’in Türbe-i Masumiyet şiir kitabını “Bunu bir hamlede, sıcak bir günün bunaltıcı havasında serin bir menbadan [kaynaktan] su içer gibi, okudum.” (Uşaklıgil, 2014: 478) demektedir. Haftalarca hatta aylarca bu eserin etkisinde kalan yazar, Abdullah Cevdet’i irfan üstadı olarak niteler.

(Uşaklıgil, 2014: 479)

Yine bir gün bir kitapçıda rastladığı Sergüzeşt ile tanıdığı ve “Namık Kemal ekolünü istikbalin nesline bağlayacak bir üstat” olarak nitelediği, Samipaşazade Sezai Bey’in Küçük Şeyler kitabını alır. (Uşaklıgil, 2014: 479) “Sanat heyecanlarımın içinde bu kitaptan duyduğum zevke ve neşata yetişebilecek bir tahassüs bilmiyorum.” (Uşaklıgil, 2014:479) dediği eser, kendisine yeni bir bakış açısı kazandırmış, nesir ve sanat dünyasında güneş gibi doğmuştur. Böylelikle yıllarca içinde biriken heyecanların tümü, küçük hikâyeler şeklinde kendini göstermiştir. (Uşaklıgil, 2014: 480)

Başka bir gün yine İstanbul Postası tarafından Mehmet Rauf’un “Düşmüş” isimli hikâyesinin kendisine getirildiğini söyleyen Halit Ziya, bu hikâyenin ilk satırından itibaren derin bir merak duyar. Bunun nedenini, yazarın üslûbunu Fransız yazarların kabiliyetine yakın ve oldukça yeni bulmasına, duygularını ifade edişinde de aynı becerinin olmasına bağlar.

Mehmet Rauf’un tasvir kabiliyetini çok beğenen yazar, onun lisanı kullanış şeklini, kendisinin çeviri lisanına çok benzetir. “Düşmüş” hemen neşrolunur. (Uşaklıgil, 2014: 480)

Mehmet Rauf’tan sonra isimlerini ve eserlerini bildiği fakat şahsen tanımadığı pek çok isimle ilişkisi başlar. Hüseyin Siret, Rıza Tevfik ve Ahmet Rasim bu isimlerdendir.

(26)

(Uşaklıgil, 2014: 509) Bu gençlerin Halit Ziya ile arkadaşlık kurma nedeni yazara göre, Abdülhamit’in baskıcı tutumuna karşılık kendisinin çıkardığı Hizmet gazetesinin gençliğe serbestlik sunmasıdır. Belki de bu ilgiyi canlı tutan, İzmir gencine duyulan meraktır.

(Uşaklıgil, 2014: 510) Bu isimlerden sonra bizzat görüştüğü kişiler: Ahmet Mithat, Muallim Naci, Ali Ekrem ve Ahmet İhsan olur. Ahmet İhsan ile olan arkadaşlığı, Servet-i Fünûn’a küçük hikâyeler yazmasına vesile olmuştur. (Uşaklıgil, 2014: 511)

İlk defa Trablusgarp’tan dönerken İzmir’de gördüğü Recaizade Mahmut Ekrem ile ilişkisinin başlaması ise onun İstinye’deki yalısını ziyareti sebebiyle olur. (Uşaklıgil, 2014:

513) Üstat Ekrem, kendisine tablolarını gösterir ve piyano başına geçerek “çeşm-i mahmurun sebeptir nale vü feryadıma” adlı parçayı çalar. (Uşaklıgil, 2014: 515) Halit Ziya, yaşadığı duygu yoğunluğundan dolayı nerdeyse gözyaşlarına engel olamaz. Recaizade Mahmut Ekrem, ona piyanoya çalışmak isterse Ali Ekrem’i bulmasını öğütler. (Uşaklıgil, 2014:515)

Bir ramazan gecesi Tevfik Fikret ile gittiği cambazhanede La Danse Serpantine’i (Fr. Yılan Dansı) izleyen Halit Ziya, mahir bir at cambazı, pek güzel bir genç kız ile yüzünü çeşitli renklere boyamış pek çirkin bir soytarıdan oldukça etkilenmiştir. (Uşaklıgil, 2014: 724) Bu etkiler Halit Ziya’nın “Mösyö Kanguru” adıyla Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan bir hikâye yazmasına neden olmuştur. Bu gösteri, Halit Ziya’nın anılarına göre Tevfik Fikret’in,

“La Danse Serpantin” isimli bir şiir yazmasına vesile olur. (Uşaklıgil, 2014:725)

Meşrutiyet’in ilanından önce Halit Ziya, yurda kaçak yollarla giren Mercelin Berthelot’un başkanlığında Fransa’da çıkan La Grande Encyclopedie’i (1886) fasikül halinde aldığını aktarır. Boş zamanlarında bu fasikülleri incelemiştir ve Rıza Tevfik’in kendisine aşıladığı Paris’te çıkan Bibliotheque de Philosophie Contemporaine ve Herbert Spencer’in yazılarını okumuştur. (Uşaklıgil, 2014: 899)

(27)

Hayatının bir döneminde6 Osmanlı Bankası’nda çalışan Halit Ziya, o dönemlerdeki izlenimlerinin eserlerinde yer aldığını vurgular. (Uşaklıgil, 2014: 454) Bankada garip huyları kadar, zekâsının çılgınlığa evrilen belirtileri ile Dimitro isimli Rum, Halit Ziya’nın Ferdi ve Şürekâsı romanındaki, Hasan Tahsin Efendi karakterine ilham olmuştur.

Yine bu eser, babasının ve dedesinin ticarethanesinden ilhamlar alınarak oluşturulmuştur.

(Uşaklıgil, 2014: 457) Ayrıca anılarında değindiği “Veznedar Muavini” hikâyesi de o dönemki izlenimlerini içermektedir. (Uşaklıgil, 2014: 455)

Bir Acı Hikâye adlı anı kitabında oğlu Vedat’ın yaşadıklarını ve ölümünü anlatan Halit Ziya, oğlunun son zamanlarda değişen hareketlerinden dolayı onun yaşça büyük bir kadınla ilişkisi olduğunu düşünür. Bu yüzden büyük bir endişeye kapılan yazar, daha evvelden okuduğu, Catulle Mendes adlı Fransız yazarın La premiere maîtresse isimli genç bir çocuğun, yaşlı bir kadının pençesinde felaketten felakete sürüklendiği eserinden, olumsuz olarak etkilendiğini ifade eder. (Uşaklıgil, 2014: 112)

Ali Ekrem Bolayır, babasından Türkçe dersleri almaya başladığında Sâdî’nin Bostan’ı ile tanışır. Bostan’dan kimi beyitleri ezberledikten sonra Sâbit’in şiirlerine sıra gelmiştir. Ayrıca Telemak ve Thiers’in devlet hakkında yazdığı kitabı ilk okudukları arasında yer bulur. Hamit’in “Sahra”sı, “Nesteren”i, “Duhter-i Hindu”su ise anlamayarak da olsa dinlediği eserlerdendir. Biraz yaşı ilerdiğinde ise şiirleri anlamlandırmaya başlayan Ali Ekrem, babasının bütün şiirlerini özellikle “Yüksel” manzumesini zevk ile okumuştur. Yine aynı zamanlarda Hamit’in “Sahra”sı, Ekrem’in Zemzeme’si ve bihassa La Fontaine’in manzumeleri elinden düşmemiştir. (Özgül, 1991: 260)

6 1886 yılında, İzmir'in hali vakti yerinde ailelerinden Uşakizadeler'den 21 yaşındaki Halid Ziya Bey, geleceğin meşhur romancısı Halid Ziya Uşaklıgil, Osmanlı Bankası'nın İzmir şubesinin Türkçe servisinde çalışmaya başlamıştı. Yıllar sonra “Kırk Yıl” adı altında topladığı anılarında yedi yıl süren banka memuriyetine değinen Uşaklıgil bankaya girişini, orada tek Türk olarak çalışmanın verdiği hissi, şubede çalışırken başından geçen bazı olayları anlatmıştır. http://www.obmuze.com/#halid-ziya-usakligilin-memuriyeti/toparlanma (Erişim Tarihi:

06.06.2019)

(28)

Ahmet İhsan, Matbuat Hâtıralarım’da belirttiği üzere Şam’a gittiğinde babasının kalem arkadaşı Süleyman Sudi Efendi’nin Salihiye’deki evinde misafir olmuştur. Edebiyat anlamında bu evde dikkatini çeken, camlı bir dolap ile bir masanın üzerine dizilmiş kitaplardır. Bilhassa, Hermenn von Keyserling tarafından yazılan Journal de Voyage gazetesinin bir cildi karşısında büyülenmiştir. Bu gazetenin resimleri, yazar üzerinde büyük bir etki yaratmış ve edebiyata karşı ilgisinin de ilk ortaya çıkışı bu şekilde gerçekleşmiştir.

(Tokgöz, 2012: 13) Özellikle aile dostlarının ve akrabalarının teşvik ve önerileri yazarlar üzerinde etkili olmuştur.

Yaklaşık 4 yıl sonra İstanbul’da bir araya geldiği Süleyman Sudi Efendi, Ahmet İhsan’a elli cildi aşkın kitap vermiştir. Hediye kitapların arasında Bescherelle’nin çok büyük iki ciltli lügatı; Bouillet’in fen, tarih ve lügat kitapları ile klasik eserler vardır. Süleyman Sudi Efendi, onu edebiyata teşvik ederek örnek olduğu gibi ona basım ve matbaa yönünde ilerlemesi için de telkinlerde bulunmuştur. Ebussuud Caddesi’nde kurduğu küçük matbaanın da ilk ziyaretçisi Süleyman Sudi Efendi olmuştur. (Tokgöz, 2012: 15) Süleyman Sudi Efendi, verdiği tavsiyelerle Ahmet İhsan’ın hayatının belki de dönüm noktasıdır. Yerinde bir yönlendirme ile matbaa ve özellikle matbaanın yönetimi konusunda yetkinleşen yazar, büyük edebî oluşumların da merkezinde olacaktır.

Ahmet İhsan, Bursa’da Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu tiyatroda Zavallı Çocuk adlı piyesi izlemiştir. Yazarın ilk gördüğü tiyatro budur. Bursa’dan Ankara’ya döndüklerinde Fransızca dersleri aldığı Agah Efendi’nin evinde aradığı pek çok resimleri ve kitapları bulan Ahmet İhsan, hocasının kütüphanesinde Jules Verne’in kitaplarıyla da karşılaşmıştır. Hocası kendisine bu kitaplardan okuduğunda yazar, Jules Verne’den Türkçeye çeviriler yapma hevesine kapılmıştır. (Tokgöz, 2012: 21)

Hüseyin Cahit, Edebiyat Anıları’nda ilk kitaplığının bir ayakkabı kutusu olduğunu söylemektedir. Bütün özeniyle bu kutuda sakladığı kitaplar, o zamanlarda sokaklarda satılan

(29)

Âşık Garip ve Kerem ile Aslı gibi destanlardır. Okuduğu ilk eserler, Hz. Ali’nin savaşları, Battal Gazi ve Kara Davut’tur. Bu eserleri, diğer iki esere yeğ tuttuğunu belirtmiştir. Geceleri aile arasında okunan romanlar, Hüseyin Cahit’e Hayber Kalesi önünde Hz. Ali’nin kahramanlıkları kadar zevk vermemiştir. Okunan eserlerden yazarın hatırladığı ilk roman Felatun Bey ile Rakım Efendi’dir. (Yalçın, 1975: 15) Özellikle babasının çok beğendiği ve övdüğü Ahmet Mithat Efendi’nin eserleri okunurken, yazarın romanın konusunun dışına çıkıp bilgi verdiği kısımlarda aile arasında küçük tartışmalar yaşanmıştır. Hüseyin Cahit’in annesi bu kısımları atlama taraftarı olurken, babası okumaktan yanadır. (Yalçın, 1975: 16)

Hüseyin Cahit, bu eserlerin yanı sıra “Monte Kristo'lar, Hasan Mellâh’lar, Hüseyin Fellâh’lar ve adlarını şimdi unutmuş olduğum daha birçok roman... Hepsi birer birer, aile ocağımızın o durgun, sessiz ve içten yaşamına güzellik ve coşku kattılar.” (Yalçın, 1975: 16) demektedir. Aynı vakitlerde babasının Selanik’ten getirdiği Ahmet Mithat Efendi’nin Hayret adlı eseri, Hüseyin Cahit üzerinde büyük sevinç etkisi yaratmıştır. Yaşı ilerledikçe gece okunan kitaplarla yetinmeyip, gündüz de kitaplar okumaya başlamıştır.

Muhyiddin İbnü'l-Arabî’nin Fusus’ül-Hikem isimli eseri ile Fuzûlî’nin Hadikatü's-Süada isimli eserinden bir şey anlayamamıştır. Bu durumda yazara Divan’lar daha cazip gelmiştir ve Fuzûlî, Nedim, Nâbi, Sünbülzâde Vehbi’nin Divan’larına yönelmiştir. Ancak en çok etkilendiği eser, Enderun’lu Vasıf’ın Divan’ı olmuştur. Bu eserden “Olma sokak süpürgesi, kadın kadıncık ol!” dizesi anılarını yazdığı yıllarda bile aklında kalmıştır. (Yalçın, 1975: 17)

Üzerinde büyük bir tesir yaratan diğer eser, Nesimî Divanı’dır. “Sizin taptığınız Tanrı, benim ayağımın altındadır” diyen Nesimî’nin7 ayağının altında para oluşu kadar, derisinin yüzülmesi de Hüseyin Cahit’i derinden etkilemiştir. (Yalçın, 1975: 17) “Ene’l Hak”

dediği için derisi yüzülen Nesimî’nin, felsefesinden etkilenmiş gözükmektedir.

7 Bu söz Muhyiddin İbn-i Arabî’ye atfedilmektedir. http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri- Ansiklopedisi/Detay/MUHYIDDIN-I-ARABI/2502 (Erişim Tarih: 06. 06. 2019)

(30)

Hüseyin Cahit’in Kitapçı Arakel’in kataloğundan sipariş ettiği pek çok eser arasında Hz. Muhammed’in mucizelerini anlatan Mevlana Abdürrahman Cami’ye ait Şevâhid-ün Nübüvve adlı eser de vardır. (Yalçın, 1975: 17) Bu dönemde okuduğu eserlerin etkisiyle kendisi de bir şeyler yazma hevesi duymuşsa da yazdıklarını hemen imha etmiştir.

(Yalçın, 1975: 18)

On üç yaşlarında bulunduğu sırada tüm harçlığını Bâbıâli’deki Kitapçı Kirkor’a yatıran biri hâline gelmiştir. Kirkor kendisine Ahmet Mithat’ın bütün kitaplarını satmıştır.

Artık Hüseyin Cahit’in kendisine ait ve hayranlıkla izlediği bir kütüphanesi olmuştur. Bu dönemde kitap ciltlemek işiyle uğraşan ciltçi Sait Efendi, bu işi beş kuruşa yapsa da küçük çocuğun parası, tüm kitaplarını ciltletmeye yetmemiştir. (Yalçın, 1975: 18) Anılarından edinilen bilgiye göre, Hüseyin Cahit, o dönemde on altışar sayfalık formalar hâlinde yayımlanan ve perşembe günleri çıkan romanları da takip etmektedir. Bu sırada aldığı eserler arasında Xavier de Montepin’in ve Emile Gaborieau’nun cinayet romanları vardır. (Yalçın, 1975: 19)

Hüseyin Cahit, Mithat Paşa’yı savunduğu için Abdülhamit tarafından, Rodos’a sürgüne yollanan dayısının dönüşü ile Namık Kemal’i okuma fırsatı yakalamıştır. Namık Kemal’in Cezmi’sini ve basılmamış Celal’inin bir yazma nüshasını dayısından almıştır. Bu kitaplardan sonra kendisi Beyazıt’taki sahaflardan Vatan Yahut Silistre, Akif Bey ve Gülnihal’i satın almıştır. (Yalçın, 1975: 45)

Bir diğer akrabasından özgürlük düşüncelerinin yanında Beşir Fuat’a ait bilgiler edinmiştir. Yazara göre Beşir Fuat’ın o dönemdeki aydınlar üzerinde derin bir etkisi olmuştur.

Hüseyin Cahit’e göre Beşir Fuat özellikle Büchner’den yaptığı çeviri ile gençleri klasik Tanrıbilimcilerimizin yaklaşımlarından farklı bir tarafa çekmeyi başarmıştır. (Yalçın, 1975:

46) Bu okunanlara İstanbul’dan kaçan Murat Bey’in yayımladığı Mizan da eklenmiştir.

(31)

“İkiden Biri” başlığıyla yayımladığı ve Abdülhamit’i eleştirdiği makaleleri Hüseyin Cahit için oldukça ilgi çekici olmuştur. (Yalçın, 1975: 46)

Lise yıllarından arkadaşı ve yukarıda bahsi geçen dergilere ulaşmasında etkisi olan Ahmet Şuayp, bir gün Avrupa’da yayımlanan Meşveret’in bir sayısı ile çıkagelmiştir. Bu dergiyi okuduktan sonra Hüseyin Cahit’in, Büyük Adamlar listesine Murat Bey ve Namık Kemal’den sonra bir isim daha eklenmiştir: Ahmet Rıza. (Yalçın, 1975: 46) Ahmet Rıza’nın özgürlük düşüncesinin hiçbir koşulda değişmemesi, yurt, özgürlük gibi kavramlara değer verenler için saygıyla karşılanırken; Mizancı Murat’ın sonradan değişen fikirleri özellikle Hüseyin Cahit tarafından eleştirilmiştir. (Yalçın, 1975: 48)

Hüseyin Cahit’i etkileyen bir diğer isim de İsmail Safa olmuştur. Lise dördüncü sınıfta bulunduğu sırada, İsmail Safa Bey’in edebiyat öğretmeni olarak okullarına gelmesiyle ilişkileri başlamıştır. Muallim Naci tarafından kendisine verilen adla şâir-i mâderzâd (anadan doğma şair) olarak anılan İsmail Safa, öğrencilerine nazmı ve şiiri sevdirmek için hayli uğraşmıştır. (Yalçın, 1975: 49) Hüseyin Cahit, onun etkisiyle Abdülhak Hamit’in

“Makber”ini ve diğer bazı şiirleri ezberlemiştir. İsmail Safa, derse geldiği bir gün Muallim Naci’nin öldüğünü: Geldi bir devre-i matem şi’re İrtihal etti Muallim Naci [Şiir yaşamına bir yas dönemi geldi; (çünkü) Muallim Naci göçtü] diyerek haber vermiştir. (Yalçın, 1975:

50)

Küçük yaşlardan itibaren tiyatroya çok büyük bir ilgi duyan Mehmet Rauf, Eyüp Askerî Rüştiyesindeyken annesinin okuduğu Üvey Ana adlı eserden etkilenmiştir. Annesinin gözlerinde yaşlarla okuduğu bu facia, onu dinleyen komşu kadınları da ağlatmıştır. Üvey Ana adlı eserin Mehmet Rauf üzerindeki etkisi yazarın kendi tabiriyle “meftuniyet” seviyesindedir.

(Mehmet Rauf, 2008: 8)

Bir cuma günü babasıyla Edirnekapı’daki tiyatroya giden Mehmet Rauf, sonradan Fransızcasını okuduğunda tanıdığı bu oyunun, Sekar Ormanı adındaki dram olduğunu belirtir.

(32)

(Mehmet Rauf, 2008: 8) Tiyatro hakkında duyduğu derin hisler bu oyunla perçinlenmiş ve yazar, günlerce eserin etkisinden kurtulamamıştır. (Mehmet Rauf, 2008: 9) Artık her Cuma günü Küçük İsmail’in tiyatrosuna gitmek kendisi için bir zevk hâlini alır. Kız kardeşi ile bu tiyatro oyunlarını hem okuyup hem canlandıran Mehmet Rauf, bununla yetinmeyerek tiyatro oyunları yazmak isteyecektir. (Mehmet Rauf, 2008:9)

On bir, on iki yaşlarında, Soğukçeşme Rüştiyesinde eğitim görmekteyken, kendisi gibi tiyatroya ilgisi olan bir arkadaşıyla perdeleri de olan gerçeğe yakın bir tiyatroları olmuştur. Bir cuma günü okulun tiyatro düşkünü tüm çocukları burada bir gösteri yaparken, polis üniformalı kişilerin baskınına uğramışlardır. (Mehmet Rauf, 2008: 9) Mehmet Rauf, grubun en faal üyesi olarak bir hayli azarlanmıştır. Mekteb-i Bahriyede bulunduğu sırada da ismi tiyatrocuya çıkan Mehmet Rauf, dersanede tiyatro oynamak jurnaliyle on beş değneklik bir falaka cezası almıştır. (Mehmet Rauf, 2008: 10-11) Onun tiyatroya olan ilgisi, kendi tiyatro eserlerini oluşturmasına vesile olmuştur.

Okuduğu ilk eserle birlikte yazı yazmak hevesine de düşen Mehmet Rauf, ilk eserlerini çocukça şeyler olarak niteler. Fakat zaman geçtikçe ilhamının kuvveti artar. On altı on yedi yaşlarında iken edebiyatımızın pek çok eserini okumuştur. (Mehmet Rauf, 2008: 12) Edebî Hâtıralar adlı eserindeki şu pasaj, okuduğu eserleri gösterir:

“Böylece on altı, on yedi yaşıma geldiğim vakit edebiyatımızın bilhassa son eserlerini devretmiş, Kemal’i, Ekrem’i, Hamîd’i, Midhat’ı hatmetmiş, hatta Fransız edebiyatına dahil olarak Dode’yi [Daudet], Flober’i [Flauhbert] tanımış ve Safo’nun [Sapho], Madam Bovari’nin [Madam Bovary] meftunu olmuş idim…” (Rauf, 2008: 12)

Halit Ziya’nın o dönemlerde neşrolunan Nemide adlı eserinin Mehmet Rauf üzerinde çok büyük bir etkisi olmuştur: “Nemide üslûbuyla olsun, tahkiyesiyle olsun, benim aradığım, beklediğim, istediğim, his ve keşfedib de meydana getiremediğim, getiremiyeceğim bütün güzellikleri cem’ etmişti.” sözlerinden bunu anlamak mümkündür. Aslında Mehmet Rauf üzerinde genel anlamda Halit Ziya etkisinin büyük olduğunu söylemek daha doğrudur.

(33)

Öyle ki Mehmet Rauf, Fransızca ve İngilizce eserlerden aldığı zevki ancak Halit Ziya’nın eserlerinden alabilmiştir. (Mehmet Rauf, 2008: 12) Namık Kemal ve Recaizade Mahmut Ekrem’in eserlerinde ruhunu tatmin edecek niteliği bulamayan yazar; daha asabî, daha ince, daha hasta bir yaklaşım ile yeni bir lisanın ihtiyacını duymuştur. (Mehmet Rauf, 2008: 13) Bu beklentilerini de ancak Halit Ziya karşılayabilmiştir.

Samipaşazade Sezai Bey’in Sergüzeşt’i, -mevcuda nazaran- içinde yenilik barındıran bir eser olarak yazarın dikkatini çekmiştir. Büyük bir hevesle odaklanmasına rağmen Sergüzeşt’in tarzı yazara: “Fakat Sergüzeş’teki romancılık benim istediğim tarzdan ziyâde Ahmet Midhat’ın usûlüne, üslûp ise, tahayyül ettiğim lerzân üslûbdan ziyâde artık eskimeğe başlamış Kemal’in üslûbuna daha yakın idi.” yorumunu yaptıracaktır. (Rauf, 2008:

13)

Halit Ziya’ya karşı olan hayranlığı her geçen gün büyüyen Mehmet Rauf’a, İzmir’de Halit Ziya’dan ders alan bir arkadaşı, Hizmet gazetesi nüshalarını vermiştir. Bu nüshalarda Halit Ziya’nın kitap şeklini almayan ancak tefrika halde bulunan: Bu Muydu? , Heyhat, Ferdi ve Şürekâsı gibi eserler vardır. Bu eserleri okumak, yazar için tarif edilemez bir duyguya dönüşmüştür. (Mehmet Rauf, 2008: 13) Üslûp ve tarzına hayran olduğu Halit Ziya’ya bu durumu bildirmek için bir mektup yazan Mehmet Rauf, oldukça güzel bir cevap alır. Bu durumdan cesaret alarak ona, “Düşmüş” isimli hikâyesini gönderir ve Halit Ziya bu hikâyeyi beğenmiş olacak ki Hizmet’te yayımlar. (Mehmet Rauf, 2008: 14)

Bu gelişmelerden sonra bir Ramazan gecesi, Halit Ziya ile yüzyüze görüşmek için Şehzadebaşı’na giden Mehmet Rauf, yanında kendisi gibi yazara hayranlık duyan Mehmet Münci’nin de bulunduğunu söylemektedir. Görüşme gerçekleştikten sonra daha sakin bir yer olan Şehzadebaşındaki Kâzım’ın kıraathanesine geçerler. Bu görüşmede hazır bulunan diğer isimlerden bazıları; Rıza Tevfik, Ahmet Rasim, Ahmet İhsan’dır. Bu isimler arasında ruhun

(34)

ebediyetine dair; Büchner, Darwin ve Camille Flammarion gibi felsefecilerin isimlerinin geçtiği bir sohbet ortamı oluşmuştur. (Mehmet Rauf, 2008: 18)

Nesir türünde Halit Ziya hayranlığı bulunan Mehmet Rauf, nazım konusunda ise;

“şairane fikirli”, “zarif, şûh hayalli” (Mehmet Rauf, 2008: 27) olarak nitelediği Cenap Şehabettin’in şiirine derinden bağlıdır: “Hâlit Ziyâ’nın nesriyle yaptığı tesiri nazımda bana ancak Cenap yapabilmiştir. O zamana kadar Hamîd’in ve Ekrem’in eserlerinden başka hiçbir şiir beni alâkadar edememişti. Hatta yavan gazeller, hâbide (en muvafık bir sıfat ile) nazîreler beni sinirlendirmekte idi…” diyen Mehmet Rauf, Mektep risalesinde çıkan Cenap Şehabettin şiirlerini, Halit Ziya ile hasretle beklediklerini belirtir. (Mehmet Rauf, 2008: 28)

Küçük yaşlarda iken evde Ahmet Mithat Efendi’ye dair fikirlerden bahsedildiğini söyleyen Abdülhak Şinasi, yazar hakkındaki fikirlerin aile üyeleri arasında ikiye ayrıldığını söyler. Büyükannesi, yazarın kitaplarını çok beğenirken büyükbabası ve annesi tercüme ve telif birkaç eseri dışındaki eserlerini beğenmemektedir. Büyükbabası, Ahmet Mithat Efendi’yi bizzat tanımaktadır. Fakat o dönemlerdeki isimler “mim”li oldukları için olabildiğince çekingen davranışlar sergilerler. (Hisar, 2013: 86) Kendi gölgelerinden bile çekinen yazarlar, çoğu zaman insanlarla görüşmekten de uzak durmuşlardır. (Hisar, 2013: 87)

Ahmet Mithat Efendi’yi ilk gördüğünde yazarın elini öpen Abdülhak Şinasi Hisar, onun dış görünüşü hakkında şu bilgileri verir:

Gayri muntazam bir kılık, siyah bir redingot, arkaya atılmış bir fes, sapsarı bir beniz, son derece canlı siyah gözler, uzun, sivrice ve karışık bir sakal ve bu sakalda, bıyıklarda ve kaşlarda çarpık çurpuk siyah kılların bir hareket teşkil ettikleri irice bir yüz, o kadar çocukça ve bedevi bir yüz gördüm ki hâlâ bu siyah ve keskin gözlerin çölde yetişmiş gibi parıltısına şaşıyorum.” (Hisar, 2013: 87)

Aceleci ve çalak bulduğu bu hâlini, büyük adam tipine uygun bulmadığını belirten Abdülhak Şinasi Hisar’ın, bu tipe uygun bulduğu isim Recaizade Mahmut Ekrem’dir. (Hisar, 2013: 87)

(35)

Bu gelişmelerden sonra Ahmet Mithat Efendi’nin bazı yazılarını ve ona dair yazılan bazı yazıları okuyan Abdülhak Şinasi Hisar, onun lehinde ve aleyhinde söylenen pek çok şey de duymuştur. Abdülhak Şinasi Hisar’a göre, Üstat Ekrem ve Samipaşazade Sezai Bey’ler ona pek bir ehemmiyet vermemişlerdir. Hatta yazarın babası da ondan “Ahmet Mithat Efendi Hazretleri” diyerek alaycı bir şekilde bahsetmektedir. Cahilane bulduğu bazı durumlar için “Acaba bunu da Ahmet Midhat Efendi hazretlerinin eserlerinden mi okudunuz?”

demektedir. (Hisar, 2013: 88) Anılardaki okuyucuların gözünde, eserlerinin edebî değerinin az oluşu, Ahmet Mithat’ın bu şekilde değerlendirilmesinde etkilidir. Diğer isimlerle olan sorunları ise “Dekadanlık” gibi tartışmalar ile yazarın biraz eli sopalı oluşundandır.

Hamdullah Suphi, Edebiyât-ı Cedîde’den ziyâde, amcası Samipaşazade Sezai Bey’i, Namık Kemal’i ve Abdülhak Hamit’i idrak etmiştir ve ilhamını bu kökene dayandırmaktadır. (Hisar, 2013: 29-30) Yalnızca kendi etkilendiği yazarlara değinmekle kalmayan Abdülhak Şinasi, aynı zamanda başka isimlerin etkilendiği kişilere de yer verir. Bu hususta Hamdullah Suphi’nin vatan şairi Namık Kemal’den büyük ölçüde etkilendiğini vurgular. (Hisar, 2013: 27)

Çağdaşlarıyla birlikte özelllikle Edebiyât-ı Cedîde tesirinde olduklarına değinen yazar, İzzet Melih’in yazdığı ve Halit Ziya’ya ithaf ettiği “Maziye Rağmen” adlı hikâyeyi oldukça beğenmektedir. (Hisar, 2013: 29) Abdülhak Şinasi, Cenap Şehabettin’den de çok etkilendiğini belirtmektedir.Kendisinde bir sihir tesiri yaptığını ifade ettiği şairin:

“Kim bilir, kim bilir neler söyler

Bu susup durma sonra söylemeler…” dizelerini mütemadiyen tekrarlamaktadır.

“Edebiyât-ı Cedîde Kütüphanesi”nin kitapları onun üzerinde büyük etkiler bırakmıştır. (Hisar, 2013: 29)

İzzet Melih’in Fransız tiyatrosuna ilgi duyduğunu belirten, Abdülhak Şinasi’ye göre, kendisi Fransızca kitaplarına tutkunken Ahmet Haşim de Fransız sembolistlerin

Referanslar

Benzer Belgeler

Spinocerebellar ataxia type 8 (SCA8) is reported to be caused by an unstable CTG repeat expansion in the 3’ untranslated region of a novel gene, KLHL1AS, on chromosome

Meşrutiyet’e Kamu Binaları adlı tez çalışmasında; İzmir Saat Kulesi, İzmir Eski Belediye Binası, İzmir Ticaret Borsası Binası, İzmir Gümrük Depoları,

Bu çalışmada, uzaktan eğitim alanında önde gelen sekiz dergi (Internet &Higher Education, American Journal of Distance Education, Inter- national Review of Research in

Kısaca uzaktan eğitim, öğrenci sayısının ve eğitime olan talebin artması, küreselleşme ile birlikte meydana gelen iş ve çalışma hayatındaki değişiklikler gibi

“...Abdullah Cevdet Bey’in, bu sözlerini işittik­ ten sonra, Elaziz de bu adama rey değil, selam bile verecek Türk ve müslüman çıkmayacağına şüphe etmiyoruz (...)

Deramliner’›n kendisi kadar ilginç bir baflka uçak da, parçalar›n› Eve- rett’teki montaj fabrikas›na tafl›mak için kullan›lmakta olan özel yap›m kar-

N işantaşı’nda Milli Rea­ sürans Çarşısfnın arka tarafında küçücük, kendi halinde ama rengarenk bir bar var.. Öğlen yemeği ve tabii akşam ye­ meği de

IYazar yine de İstanbul konusun­ da rüya gördüğünü dolaylı yol­ dan itiraf edecek ve musiki din­ lemeyi nihayet rüya görmeye benzetecektir.. ÜŞEN Eşref Bey