• Sonuç bulunamadı

İslâmiyet öncesi Türklerde yöneticiler için kullanılan unvanlar: “Tanhu veya şan-yü (5. yy. ortalarına kadar), kağan (khagan), kan (han, kral), yabgu (cabgu), idi-kut, il-teber, erkin (kül erkin, ulug erkin) vb. bular arasında en yaygın olan ise “kagan” (imparator) dır (Kafesoğlu 1997: 267).

Eski Türklerde kağan (han vb.) olmak belli şartlara bağlıdır. Bunlardan ilki Tanrı tarafından “kut” verilmiş olan hanedan ailesine mensup olmaktır.

‘Kut’ a sahip olmak yöneticiye ilahi bir vasıf yüklemekle beraber “hakan, kutsal bir varlık olmayıp, kendisine hükümdarlık tacı giydirilmiş talihli bir kişidir” (Kaşıkçı 2002: 889). Dolayısıyla kağan olabilmek için kut sahibi olmak öncelikli şarttır. Bununla birlikte hanedan ailesine mensup olmak da tek başına yeterli değildir. Türklerde hanedan ailesinden olan bir erkeğin yönetimin başına geçebilmesi için ayrıca bazı vasıfları taşıması beklenir.

“Türk düşüncesinde; kağanlar, Gök’ün yerde kendi adına tayin ettiği, bir temsilci idi” ifadesini kullanan Tutar, bununla birlikte bir Türkün başarılı bir kağan olabilmesi için gerekli olan başlıca üç vasfı “yarlık, talih ve kısmet”

olarak nitelendirir (Tutar 2002: 868-869). Salim Koca ise, Türk kağanına Tanrı tarafından bahşedilen hâkimiyetin ilahi temellerinin Köktürk yazıtlarındaki biçimini şöyle aktarır:

a) “Kut” (siyasi iktidar)

b) “Ülüg veya ülüş” (kısmet, nasip, pay) c) “Küç” (güç)

buna göre, Türk kağanı, “kut” ile cihan hakimiyeti fikrine yürüyor, ülüg ve ülüş’ü yani iktisadi gücünü adil bir şekilde halka dağıtıyor ve askeri güç ile de düşmana korku salarak otoritesini sağlamlaştırıyordu (Koca 2003: 67-68).

Eski Türklerdeki yönetim geleneği, Weber’in sınıflandırmasında

“karizmatik otorite” yi karşılamaktadır. Hâkimiyetin Tanrı tarafından yöneticiye bahşedilen “kut”a bağlı olması ve yöneticinin “Tanrının yeryüzündeki gölgesi”

olarak nitelendirilmesi, karizmatik otorite sistemiye birebir örtüşmektedir.

Öte yandan, Türk kağanının iktidar tipleri içinde karizmatik iktidar tipiyle örtüştüğünü belirtmekle birlikte Koca, kağanın kendisine iktidarı bahşeden Tanrı ile beraber aynı zamanda “töre”ye karşı da sorumlu olduğunu vurgulayarak, Türk kağanının iktidarının “kanuni bir temele” de dayandığını belirtir (Koca 2003: 68).

Karizmatik liderlik manevi vasıflarla birlikte maddi unsurları da bünyesinde taşır. Tarihî kaynaklarda adı geçen Türk hükümdarlarının görünüş itibariyle de karizmatik lider vasfına uydukları görülür. Güzellik ve sahip olunan ihtişam, hem liderin kendine olan güvenini hem de dış unsurlara karşı güç gösterisi yaratması bakımından oldukça önemlidir. Hükümdarın sahip olduğu bu ihtişamlı görünüş ve karizmatik duruş hatunlarda da mutlak surette görülür.

Yönetimde ihtiyaç duyduğu manevi gücü Tanrı’dan alan Türk kağanı, sonraki süreçte başarılı olabilmek için gereken hususları kendi belirleyecektir.

Bu hususların başında da sağlam bir adalet anlayışı, şecaatli bir duruş ve yönetim için liyakat sahibi olmak gelir.

Eski Türk devletlerindeki adalet anlayışı tarihi kaynaklarımızda açık bir şekilde görülmektedir. Köktürk Yazıtları’nda Bilge Kağan “Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tâbi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti”. Bununla birlikte Türk tarihinin en önemli siyaset kaynaklarından olan Kutadgu Bilig, dört iyi temel üzerine kurulmuştur ve bunlardan ilki adalettir. Eserde “akıl”ı temsil eden Ögdülmiş’in hükümdara hitaben kullandığı ifadeler Türk devlet geleneğindeki adalet anlayışını net bir

şekilde açıklar : “Zalim olma, zulmü kötülere karşı tatbik et; bütün memleketi kötülerden temizle… Kötüyü, ceza vererek, doğru yola getir; kötüye kötü muamele layıktır, sen de öyle yap. İyinin serbestçe dolaşabilmesi için, kötünün ya zincirde veya zindanda olması lazımdır, ey metin yürek…”(Tutar 2002: 869-870). Bu da gösteriyor ki, adil bir yönetim için hem iyiye hem de kötüye karşı hakkaniyet çerçevesinde bir tutum şarttır. Adaletin temini için iyiliğin mükâfatı ve kötülüğün cezası mutlak surette verilmelidir.

Şecaat anlayışına baktığımız zaman ise “cihan hâkimiyeti” gibi büyük bir ülküye sahip bir devlet geleneğinin başındaki hükümdarın şecaat ve özgüven vasıflarını taşıması muhakkaktır. Çok geniş coğrafyalara uzanan fetih hareketleri, yabancı hükümdarlara karşı sergilenen kendinden emin ve kararlı duruş bunun en büyük göstergelerindendir. Köktürk yazıtlarında Kül Tigin abidesinde geçen şu ifadeler bu müthiş şecaatin en tesirli ifadeleri olsa gerek: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyivermiş.

Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş” (Ergin 2005: 9).

Liyakat yani yönetime layık olabilme vasfı aslında bünyesinde pek çok unsuru barındırır. Tanrı tarafından seçilmiş ve kut bahşedilmiş bir lider olmak tek başına yeterli değildir. Sonraki süreci başarıyla yönetebilmek için hükümdarın liyakatini kanıtlaması gerekir. Bu da şüphesiz verilen kararlar, risk alabilme, çözüm üretme kısacası hayatın her alanında atılan adımlar ve bu adımların tezahürleriyle doğru orantılıdır. Her ne kadar hükümdar büyük yetkilere sahipse de, yönettiği halkın sorumluluğu ve ortaya çıkan (çıkabilecek) her türlü olumsuzluğun bedeli ona aittir. Öyle ki iktidar, Tanrıdan alınan ilahi bir emanettir ve bu emanete gelebilecek her türlü zarardan da birinci dereceden sorumlu olan kişi hükümdardır.

Hükümdarın, halkına karşı olan sorumlulukları da tıpkı iktidar anlayışında olduğu gibi ilahi bir sorumluluk temeline dayanır. Türklerde “halk devlet için değil, devlet halk için” anlayışı vardır (Koca 2033: 77). Bu doğrultuda mal ve zenginlik halkı daha iyi yaşatabilme amacı doğrultusunda

harcanır, öyle ki can dahi halk uğruna feda edilebilir (Güler 2009: 63). Eski Türklerde yaygın bir gelenek olarak karşımıza çıkan toy ve yağma törenlerinin esası da budur.

Eski Türk devlet anlayışında “müşavere” ederek karar vermek esastır.

Bu doğrultuda hükümdar önemli kararlar almadan önce yanındakilerle müşavere ederek bir durum değerlendirmesinde bulunur. Bahaeddin Ögel müşavere ve kurultay meclislerini anlattığı çalışmasında konuyla ilgili önemli bilgiler vermektedir. Söz konusu müşavereler, Hun döneminde “kurultay”, olarak adlandırılır ve bu kurultaylar devlet idaresinin temelini oluşturur.

İlk kurultay, Hun hükümdarı Mete döneminde görülür. Proto-Moğol Tunghu devletinin gönderdiği elçinin aktardıkları bu kurultayda tartışılır.

Mete’nin kurultayı, Oğuzların kengeş ve meşveret meclislerine benzemektedir.

Uygurlardaki halk toplantılarında tam anlamıyla demokrat idarenin olduğu, Çin elçi ve seyyahların raporlarında da geçmektedir. Buna göre, söz konusu toplantılarda halk ve hakan arasındaki mesafe azalmış, sosyal adalet tam olarak kurulmuştur.

Hunlardaki “kurultay”, Oğuzlarda “kengeş” olarak adlandırılmakta ve kengeş toyu sosyal ve siyasi hayatta önemli bir yer tutmaktadır. Hanlar hanı Bayındır Han, önemli bir şey olsun olmasın yılda bir kez beylerini toplayıp konuklar ve bu arada danışma ile görüşmeler yapılır. Bununla birlikte toylara katılım yönetime olan itaatin bir sembolü olu, davete icabet etmemek beye isyan ve itaatsizlik olarak kabul edilir.

Her ne kadar söz konusu meclis ve toplantı törenlerinde diğer devlet adamlarının görüşleri dinlenip tartışılsa da son söz “devletin sahibi olan”

hakana (hükümdara) aittir (Ögel 2002: 874-876).

İktidara ve halka karşı duyulan bu sorumluluk anlayışı aile ilişkilerinde de büyük önem arz eder. Başta hükümdarın eşi “hatun” olmak üzere, çocuklar, kardeşler ve yakın çevre de hanedan ailesi olmanın bilinç ve sorumluluğunu hükümdarla birlikte paylaşır. Hatunların zaman zaman insiyatif alarak önemli kararlarda söz sahibi oldukları görülür. Aynı şekilde

“tegin” veya “tigin” olarak adlandırılan prensler yani hükümdar çocukları da törenin uygun gördüğü çerçevede devlet yönetiminde söz sahibidirler.

II. İSLÂMÎ DÖNEM TÜRK DEVLET GELENEĞİ VE YÖNETİCİLER

İslâmiyetin kabulüyle birlikte Türklerin sosyal, kültürel ve siyasi hayatında önemli değişiklikler yaşanmıştır. Daha önceki dönemlerde de farklı inanç dairelerine girme söz konusu olmuş ancak bunlar içinde en köklü sistem değişimi İslâmiyet’le birlikte görülmüştür (Kaşıkçı 2002: 888).

10. yüzyılda Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra’nın Müslüman olması ve akabinde halkın da İslâm dairesi içine girmesiyle başlayan süreç, tarihte iz bırakan pek çok Türk devleti ve üç kıtada hüküm süren imparatorlukların yaşandığı süreci ifade etmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu süreci konumuz gereği devlet geleneği ve yöneticiler perspektifinden genel hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.

A. Devlet Anlayışı

İslâmiyet’in kabulüyle birlikte, her şeyden önce fikir dünyasında ve hayat telakkisinde büyük değişimler yaşanmıştır. Şüphesiz ki bu değişim, sosyal, siyasi ve kültürel hayata da sirayet ederek yepyeni bir yaşam tarzını beraberinde getirmiştir.

İslâmî dönemde Türk devlet sisteminde görülen telakki değişimini Kafesoğlu şöyle ifade eder: ”Türk-İslâm çevresinde bir telakki düzenlemesi olmuş, yani eski Türk ‘mülk ve millet’ (erkinlik için, kün için) prensibi ile sonraki ‘din ve devlet’ (din için, devlet için) düsturu arasında denge kurulmak suretiyle yeni bir düşünce terkibi (“din-ü devlet, mülk-ü millet”) meydana gelmiştir ki, bu, bilindiği üzere, fütûhatı Hıristiyan dünyasına dönük son Osmanlı imparatorluğunda gelişiminin doruk noktasına ulaşmıştır” (Kafesoğlu 1997:365).

Halil İnalcık, Z.V.Togan’a göre Orta Asya’da Türk ve Moğol kavimleri arasında, Mete’den Timur’a kadar binlerce yıl, esas hatları aynı kalmış bir

“töre”nin mevcut olduğunu belirtir ve ekler: “Bu töre veya yasa, devlet teşkilatının ve hanlık hakimiyetinin temelini teşkil etmiş, onun yanında bağımlı kavimlerin gündelik işlerini idare eden yerel kanunlara, hanlık hukuku ile çatışmadığı ölçüde, izin verilmiştir” (İnalcık 2000: 29). Bununla birlikte, N.

Gültepe “Türe veya yasa geleneği, tarihteki bütün Türk devletlerinde, bu arada tabiatıyla ilk akla gelen Osmanlı Devleti’nde, hukuk ve idare alanlarında kuvvetli ve sürekli bir etki yapmıştır” (Gültepe 2009: 93) diyerek, tıpkı İnalcık ve Togan gibi, eski Türk devlet geleneğindeki mevcut “töre ve yasa” anlayışının İslâmî dönemde de belli değişim ve gelişimlerle birlikte esasta korunduğuna vurgu yapar.

B. Hâkimiyet Anlayışı

Eski Türk devletlerinde hâkimiyet anlayışı, “cihan hâkimiyeti” fikri çerçevesinde şekillenmiş ve izlenen devlet politikaları bu ülkü doğrultusunda belirlenmiştir. İslâmî dönemle birlikte, “cihan hâkimiyeti” ülküsünün bir adım daha ötesine geçilerek “Nizâm-ı Âlem” fikri esasında yeni bir hâkimiyet anlayışı ortaya çıkmıştır.

İslâmî dönemdeki Türk cihan hâkimiyeti, bir başka deyişle “Nizâm-ı Âlem” fikri konusunda Kaşgarlı Mahmud’un görüşlerini Kafesoğlu şöyle nakleder: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır” (Kafesoğlu 1997: 363). Hz. Muhammed’in

“Benim Türk adında bir ordum vardır” dediğini ifade eden Kaşgarlı Mahmud’a göre, Türk adı Tanrı tarafından verilmiştir (Kafesoğlu 1997: 363-364).

Eski Türk devletlerinde, hükümdar mektuplarına dahi sirayet eden güçlü hâkimiyet anlayışı, Türk-İslâm devletlerinde de devam eder. Selçuklu Sultanı Melikşah, halife tarafından “Doğunun ve Batının hâkimi” ilan edilmiştir. Yine oğlu Sultan Sencer dehalifeye gönderdiği mektupta “Ulu

Tanrı’nın lütfu ile cihan padişahlığına yükseldiğini” kaydeder (Kafesoğlu 1997: 364).

“İslâm devletlerinde fethedilen ülkeler İslâm dinine döndürülmeğe ve Kur’an dili Arapçanın yayılmasına çalışıldığı ve bu, bir vazife olduğu halde, Türk-İslâm devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, geleneklerine müdahale edilmeksizin yaşamalarının sağlanması, Selçuklulardan itibaren bütün Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde görülen Türk hükümranlığında cihan hâkimiyeti prensibinin özelliği mahiyetindedir” (Kafesoğlu 1997: 364).

Bununla birlikte İslâmiyet, Türk devletleri için başlıca manevi dayanak konumunda olmuş, Türk devletleri de bu dinin yayılması için büyük çaba göstermişlerdir. Ayrıca Hıristiyanlık davası ile savaşan Haçlı ordularının ağır tehditlerine maruz kalan Türk idareciler tabiatıyla İslâmi inanç ve duyguyu ilk planda tutmuşlardır (Kafesoğlu 1997: 365). Şüphesiz bu noktada dinî referanslar oldukça önemli bir yere sahiptir. Dini referans göstermek ve bu şekilde gerçekleştirilen (gerçekleştirilecek) eylemlere manevi bir dayanak sağlamak sadece İslâmiyet’te değil Hıristiyanlık (Haçlı seferleri) başta olmak üzere pek çok din ve inanç sisteminde görülmüştür.

C. Yöneticiler ve Yönetim Anlayışı

İslâmiyetle birlikte Türk yönetim yapısında önemli değişimler yaşanmıştır. İslâm devletlerinde meşruiyetin şartları :

 Hükümdarlığın halife tarafından tasdiki,

 Ülkede halife adına hutbe okutulması,

 Parada halifenin adının yazılması,

 Hakan (hükümdar)ın başı üzerinde çetr taşımasıdır (Kafesoğlu 1997:

358).

İlk Türk-İslâm devleti olan Karahanlılarda hâkimiyet eski Türklerdeki

“Ulu Kağan” anlayışının bir devamıdır ve Tanrı irade ettiği, kendisine kut (devlet, baht, iyi talih) ve ülûg (kısmet) verdiği için hakan, hükümdarlık ve

siyasi iktidar hakkına sahiptir. Karahanlı Devletindeki hükümdarlık alametleri ise; hutbe, sikke, hükümet merkezi (başkent), saray, otağ, taht, tac, çetr, bayrak, tuğ, nevbet ve hil’attır (Gültepe 2009:48-49).

İslâmiyet’le birlikte kullanılan hükümdarlık unvanları da değişmeye başlamıştır. Karahanlı hükümdarları bir süre hem Türkçe hem İslâmî unvanları kullanırlar. İlk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra’dan itibaren Müslüman isimleri alınmaya başlar ancak ilk zamanlar sultan unvanı kullanılmaz (Gültepe 2009: 49).

Padişahların kullandıkları unvanların kullanıldıkları yere göre Osmanlı hâkimiyet anlayışı açısından önemini vurgulayan Gültepe, İnalcık’ın bunları şer’î ve örf’î unvanlar olarak ikiye ayırdığını belirtir. Bunlar bey, han, hakan, hüdâvendigâr, gazi, kayzer, sultan, emîr, halife, padişah gibi unvanlardır.

Sultan unvanı ise, Kur’an ve hadiste sık geçen ve Osmanlı hükümdarları tarafından en çok kullanılan İslâmî nitelikli unvandır (Gültepe 2009: 95).

Eski Türklerde yöneticilerden beklenen genel vasıflar Karahanlılarda da aynı şekilde devam etmektedir. Buna göre Türkler için en az kahramanlık ve bilgelik kadar önem verilen bir başka özellik de yöneticinin erdemli olmasıdır. Ayrıca hükümdarın, cömert, özü-sözü doğru, adil, affedici, sakin ve ihtiyatlı olması beklenir (Gültepe 2009: 48).

Her ne kadar İslâmiyetle birlikte Şerî’at kuralları esas olsa da Türkler tarafından Osmanlı döneminde, şeriatı aşan bir hukuk düzeni geliştirilmiş ve bu düzen “örf” ile sağlanmıştır. Hatta söz konusu aşamaya Osmanlıdan çok önce kurulan Müslüman Türk devletlerinde (Hindistan Türk Delhi Devleti) erişilmiştir. Örf konusunda Fatih devri idare adamı ve müverrihlerden olan Tursun Beg: “Nizâm-ı Âlem için akla dayanarak hükümdarın koyduğu nizama, ‘siyaset-i sultanî ve yasag-i padişahî derler ki, urefâmızca ona örf derler” ifadesinde bulunur (İnalcık 2000: 27).

İslâmiyetle birlikte ister halife olsun ister sultan olsun Türk hükümdarının artık yalnızca İslâm kanununun yani Şerî’atın uygulanmasının gözlemcisi olduğunu belirten Halil İnalcık, bununla birlikte Türk hükümdarının, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini daima sakladığının altını çizer (İnalcık 2000: 27-29).

Eski Türklerde olduğu gibi Türk-İslâm devletlerinde de müşavere anlayışı önemli bir yer tutmaktadır. Hunlarda kurultay, Oğuzlarda ise kengeş olarak adlandırılan müşavere meclisleri, İslamiyetle birlikte “divân” olarak adlandırılır. ”Selçuklularda Divân-ı Alâ, İlhanlılarda Divân-ı Kebîr ve Memlûklarda Divân-ı Sultan adıyla tarihteki hemen hemen tüm Türk-İslâm devletlerinde görülen divân teşkilatı, Osmanlılarda merkez idaresinde Divân-ı Hümayûn adını almış ve bugünkü bakanlar kurulunun gerçekleştirdiği vazifeyi gören bir kurum haline getirilmiştir” (Gültepe 2009: 99).

Dönem şartları değişmekle birlikte Türk yönetim anlayışının temel yapısı aynı kalmıştır. Eski Türk devlet geleneğinin esasını belirleyen “adalet”

anlayışı İslâmî dönemde de gelişerek devam etmiştir.

Adalet anlayışının Türk kültüründe ne denli içselleştirildiği Selçuklu döneminde Yınal tarafından yapılan konuşmada bir kez daha vurgulanır.

Yınal’a göre, o zamana dek etrafta görülen asayişsizlik küçük adamların işidir. Fakat artık “adil padişah” Tuğrul Bey vardır. Ayrıca Ortadoğu coğrafyasında siyasî ve dinî farklılıkların beraberinde getirdiği cepheleşme ve karışıklık karşısında Selçukluların izlediği adil ve barışçıl tutum Kutadgu Bilig başta olmak üzere pek çok tarihi kaynakta Türk hükümdarlarına yapılan övgülerden anlaşılır: “Es-Sultân’ül Âdil” (Kafesoğlu 1997: 359- 362).

Osmanlı İmparatorluğu’na gelen elçi ve seyyahların meraklı gözlerle Türklerin gücünün sebebini araştırdıklarını ifade eden Erhan Afyoncu, padişahların otoritesi, Osmanlı ordusu ve Türk adaletinin bu misafirlerin en çok üzerinde durdukları ve kendi ülkelerine örnek gösterdikleri uygulamalar olduğunu kaydeder. Ayrıca Osmanlı yargı sistemi, davaların hızla ve adil bir biçimde sonuçlanmasıyla yabancıların bilhassa bu konudaki eksikliklerinden şikâyet eden Avrupalıların takdirini kazanmaktadır (Afyoncu 2013: 25-26).

Öte yandan devlet yönetiminde adaletin sahip olduğu önem, verilen eserler aracılığıyla da vurgulanmıştır. Halkın maruz kaldığı haksızlıkları gören fikir adamları yaşanan sorunlara dikkat çekmek amacıyla kaleme aldıkları siyaset-namelerde, hükümdarla birlikte vezir ve diğer yardımcı yöneticilerin izlemesi gereken hakkaniyetli politikaların altını çizmişlerdir. Halkın, Tanrı’nın yöneticiye emaneti olduğunun belirtildiği siyaset-namelerde, yöneticinin sahip

olması gereken başlıca hususlar olarak adalet, şecaat ve cömertlik gibi vasıflara işaret edilmiştir. Bununla birlikte müşavere ve gerek yönetilen halk ve gerekse diğer halklarla olan ilişkilerin önemi üzerinde durulmuştur. Halkın dile getiremediği hususları halk için halk adına kaleme alan siyaset-nameler, sosyolojik açıdan da büyük öneme sahiptir (Levend 1988: 167-170).

Adil yönetim ve hakkaniyet esasına dayanan yöneticilik anlayışı, İslâmiyetin de üzerinde önemle durduğu bir noktadır. Gerek Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in gerekse dört halife döneminde halifelerin yaptıkları konuşmalarda iyi bir yöneticiden beklenen özellikler net bir şekilde ifade edilmektedir. Hz.

Muhammed (s.a.v.), yöneticilerin adil, merhametli ve sözünün eri olması gerektiğini Kureyş halkı özelinde şu sözlerle nakleder: “Emîrler Kureyş’tendir.

Benim onlarda hakkım vardır. Onların da, üç şeyi yaptıkları sürece, sizde hakları vardır: Hüküm verdiklerinde adaletli olurlarsa; merhamet taleb edildiklerinde merhametli olurlarsa; söz verdiklerinde tutarlarsa”. Bununla birlikte Hz. Peygamber sorumluluk konusunda devlet başkanları ve iktidar sahiplerini insanların çobanlarına benzetmiş ve herkesin güttüklerinden sorumlu olduğunu vurgulamıştır (Akyüz 2004: 45- 46). Aynı şekilde Hz. Ali (r.a.), “kamu malının korunması” konusunda yaptığı konuşmada imanın

“sabır, yakin, adalet ve cihad” olmak üzere dört direk üstünde durduğunu vurgulayarak “adalet”i de kendi içinde dörde ayırır: “Derin bir anlayış; derin bir bilgi; iyi bir karar gücü; sağlam bir hilm”. Ayrıca kendisi Mekke Valisi Kusem bin Abbas’a gönderdiği mektupta, valinin halkla olan ilişkilerine dair şunları öğütler: “Sabah- akşam onlarla otur. Dolayısıyla fetva isteyene, fetva ver.

Bilgisize bilgi öğret. Bilgiliyle müzakerede bulun. İnsanlara eşçi olarak ancak dilini kullan, perdeci (kapıcı) olarak da ancak yüzünü göster. İhtiyacı olanın sana başvurmasına engel olma. Çünkü ihtiyaç sahibi, sana daha ilk başvuruşunda kapılarından sürülürse, ihtiyacı giderildikten sonra da seni övmez”. Yine Halvân Valisi Esved bin Katiba’ya gönderdiği mektupta Hz. Ali (r.a.) şu ifadeleri kullanır: “ Valinin herkese karşı dileği aynı olmazsa, bu çok şeyde onu adaleti gözetmekten alıkoyar. Bundan dolayı, halkın her işi, senin katında eşit olsun. Çünkü zulümle, adalete ulaşmanın yolu yoktur. Başkaları

için hoşlanmadığın şeylerden kendini çek. Sevabını dileyerek ve azabından korkarak Allah’ın farz kıldığı şeyleri yapmaya çalış” (Akyüz 2004: 208-216).

Ünlü filozof ve bilim adamı Farabi, siyaset felsefesine dair görüşlerine yer verdiği ve devlet adamlığıyla doktorluğu çeşitli yönlerden mukayese ettiği Fusulü’l-Medeni adlı eserinde, devlet adamının sahip olması gereken faziletler hakkında şunları söyler: “Faziletler, ahlakî (hulkiyye) ve aklî (nutkiyye) olmak üzere iki çeşittir. aklî faziletler hikmet, akıl, akıllılık, zekâ, anlayış mükemmelliği (cevdetu’l-fehm) gibi akli kısmın faziletleridir. Ahlakî faziletler ise, iffet, şecaat, cömertlik, adalet gibi arzuyla ilgili kısmın (el-cüz-ün-nüzvi) faziletleridir” (Farabi 1987: 31)

Tüm bu ifadeler Türk devlet geleneği ve yönetim anlayışının İslamiyetin kabulüyle birlikte neden esasta aynı kaldığını bize açıklamaktadır.

Öyle ki eski Türklerde de, İslâmiyet öğretisinde de bir yöneticiden beklenen temel vasıflar ortaktır. Bunlar hakkaniyet esasıyla uygulandığı müddetçe başarılı yönetimler sergilenerek yüzyıllar süren imparatorluklara uzanılmış, aksi takdirde ise hüsranla sonuçlanan deneyimler tarihe not düşülmüştür.