• Sonuç bulunamadı

Orta Doğu Bölgesinde Türkiye ve İran'ın işbirliği imkânları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Orta Doğu Bölgesinde Türkiye ve İran'ın işbirliği imkânları"

Copied!
151
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI

ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI

Tezin Adı

ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE İRAN’IN

İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI

Doktora Tezi

Hazırlayan

Yusuf SAYIN

Danışman

Doç. Dr. Davut ATEŞ

(2)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BILIMSEL ETİK SAYFASI

Ö ğr en ci n in

Adı Soyadı YUSUF SAYIN Numarası 104129002011 Ana Bilim /

Bi-lim Dalı

ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tezin Adı ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik dav-ranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararla-nılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(3)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

DOKTORA TEZİ KABUL FORMU

Ö ğr en ci n in

Adı Soyadı YUSUF SAYIN Numarası 104129002011 Ana Bilim /

Bi-lim Dalı

ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı DOÇ. DR. DAVUT ATEŞ

Tezin Adı ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI

Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan “ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI” başlıklı bu çalışma 13.01.2015 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile ba-şarılı bulunarak, jürimiz tarafından doktora tezi olarak kabul edilmiştir.

Unvanı, Adı Soyadı Danışman ve Üyeler İmza

Doç. Dr. Davut ATEŞ Danışman

Yrd. Doç. Dr. Arif Behiç ÖZCAN TİK Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hakan KUYUMCU TİK Üyesi

Doç. Dr. Metin AKSOY Üye

Prof. Dr. Sıddık KORKMAZ Üye–Necmettin Erbakan Üni-versitesi

Doç. Dr. Nezir AKYEŞİLMEN Yedek Üye/Selçuk Üniversite-si

Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl GÜZELİ-PEK

Yedek Üye/Çankırı Karatekin Üniversitesi

(4)

ÖNSÖZ VE TEŞEKKÜR

Dünyanın çatışmalarla dolu bir yer olması istenmiyorsa, özel olarak, yaşadığı-mız coğrafyada barış ve uzlaşmanın tesisi ve kalıcılığını temin etmek adına uzlaşma ve hoşgörünün sağlanabileceği yeni sistemlere veya işbirliklerine ihtiyaç bulunmak-tadır. Bu çalışmanın yapılmasının nedeni, bölgemizde sürmekte olan kaotik ve ça-tışmacı ortamın yerini, barış ve sükûnetin müştereken sağlanabileceği bir işbirliği zeminine bırakmak adına, işbirliğinin tarihsel ve teorik arka planına yer vererek, iş-birliğine yönelik argümanların ve aşılma yollarıyla birlikte olası tepkilerin paylaşıl-dığı, Türkiye ve İran’ın ortaklaşa tesis edebilecekleri bir işbirliği önerisinde bulun-maktır. Bu çalışmanın bilim dünyasına getirmeyi hedeflediği yenilik, çatışma ve kaos olgularının oldukça “doğal” karşılandığı günümüzde, “işbirliği”, “uzlaşı” ve “barış” gibi olguları, bilimsel, tarihsel ve teorik temelde “doğal” hale getirmeye çalışmak ve birlikteliklerin sadece tarihte “olan biten bir olay” gibi algılanmasının önüne geçerek şimdi ve gelecekte de tecrübe edilebileceğini göstermeye çalışmaktır.

Çalışmanın her aşamasına titizlikle özen gösteren danışmanım Sayın Doç. Dr. Davut Ateş’e; bu süreçte kendilerinden istifade ettiğim Tez İzleme Komitesi üyele-rimiz Sayın Yrd. Doç. Dr. Arif Behiç Özcan ve Yrd. Doç. Dr. Hakan Kuyumcu’ya teşekkür ediyorum. Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Sayın Doç. Dr. Metin Ak-soy başta olmak üzere, Sayın Doç. Dr. Nezir Akyeşilmen ve bölümümüzün öğretim üyeleri ve çalışanlarının; Sayın Prof. Dr. Sıddık Korkmaz’ın, Sayın Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anılgüzelipek’in ve Fars Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Sayın Doç. Dr. Ali Temizel’in; çalışmayı büyük bir itina ile okuyup gözden geçiren Sayın Levent Yiğit-tepe ve Sayın Seda Çankaya’nın bu teşekkürden payları büyüktür. Sayın Prof. Dr. Şaban Çalış’a ve Sayın Prof. Dr. Murat Çemrek’e ise büyük şükran borçluyum. Des-teklerini esirgemeyen, bugünlere gelmemde büyük pay sahibi olan ailem ve dostla-rım teşekkürlerin en güzeline layıktır. Çalışma esnasında eserlerinden ve kütüphane-sinden istifade etmemi sağlayan Sayın M. Cafer Özbey’e de ayrıca teşekkür ediyo-rum.

(5)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö ğr en ci n in

Adı Soyadı YUSUF SAYIN Numarası 104129002011 Ana Bilim /

Bi-lim Dalı

ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı DOÇ. DR. DAVUT ATEŞ

Tezin Adı ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI

ÖZET

Türkiye ve İran, aralarındaki ortak tarihi ilişkiler, yaşanmışlıklar ve deneyimler dola-yısıyla Selçuklu ve Avrupa Birliği örneklerinde görüldüğü gibi, bölgede yeni bir iş-birliği çabasına öncülük yapabilirler. Dünya ve bölge barışı ve istikrarına katkı sağ-layacağı öne sürülen bir işbirliği fikrinin ve iki ülkenin Orta Doğu bölgesinde işbirli-ği imkânlarının, tarihsel, teorik ve pratik arka planlarıyla irdelendiişbirli-ği bu çalışma, Türkiye ve İran’ın işbirliğinde Orta Doğu’da yeni bir modelle uluslararası dengelerin kurulması ve bölge halklarının adalet içinde yaşa(tıl)ması idealini savunmaktadır. Bu çalışmanın temel savı, Türkiyesiz bir İran’ın ve İransız bir Türkiye’nin baki kalama-yacağı; dünyanın merkezi olduğu düşünülen bu topraklarda iki ülkenin atacakları adımların, bölge barışına önemli katkılar sunabileceğidir. Bölgenin barışı ve istikrarı için işbirliği adımları atmış bir Türkiye ve İran, hem kendi halkları hem de bölge insanları için istikrar ve güven kaynağı olacaktır.

(6)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö ğr en ci n in

Adı Soyadı YUSUF SAYIN Numarası 104129002011 Ana Bilim /

Bilim Dalı

ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI İLİŞKİLER

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı DOÇ. DR. DAVUT ATEŞ Tezin İngilizce

Adı

THE OPPORTUNITIES OF COOPERATION FOR TURKEY AND IRAN IN THE REGION OF THE MIDDLE EAST

SUMMARY

Turkey and Iran, due to the common historical relations and experiences between them, can reach a new cooperation such models as the Seljuk Empire or European Union as they are in the examples of unity. This Study treats the necessity of keeping the people in the region alive in justice and in establishing international balance with a new model in the Middle East under the cooperation of Turkey and Iran which was originated from the Great Seljuks’ experience historically. The basic proposition of this Study is that an Iran without Turkey and a Turkey without Iran will never exist and that the steps taken by the two countries in future in these land which is thought to be as the center of the world’s greatest civilization. In addition, it can make im-portant contributions in the peacekeeping in the region. If Turkey and Iran take nec-essary other diplomatic, political, cultural, and economic steps for unity and coopera-tion, it can be a source of stability and reliability for both their own communities and people in this region.

(7)

İÇİNDEKİLER

BILIMSEL ETİK SAYFASI ... II DOKTORA TEZİ KABUL FORMU ... III ÖNSÖZ VE TEŞEKKÜR ... IV ÖZET ... V SUMMARY ... VI TABLOLAR ... X KISALTMALAR ... XI GİRİŞ ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE–İRAN İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL ARKA PLANI ... 7

1.1. Modern Öncesi Dönem ... 7

1.1.1. Selçuklulardan Önce Tarihsel Durum ... 7

1.1.2. Selçuklu–Abbasi Dönemi ... 13

1.2. Modern Dönem... 18

1.2.1. Modernizasyon ve Yeniden İnşa ... 18

1.2.2. “Ulus” Kimliği Oluşum Süreci ... 25

1.2.3. Musaddık ve Menderes Dönemleri ... 27

1.2.4. 1979 Devrimi ve 12 Eylül İhtilali Dönemleri ... 32

1.2.5. Soğuk Savaş Sonrası Dönem ... 38

İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE–İRAN İŞBİRLİĞİNİN DİNAMİKLERİ ... 42

2.1. Coğrafyanın Taşıdığı Dinamik ... 42

(8)

2.2.1. Dış Ticaret ... 44

2.2.2. Enerji Ticareti... 45

2.2.3. Altın Ticareti ... 47

2.2.4. Sınır Ticareti ... 48

2.3. Yapısal Benzerliklere Sahip Olunması ... 48

2.4. Ortak Sorunların Bulunması ... 50

2.4.1. İklim Değişikliği ve Nüfusun Aşırı Büyümesi ... 51

2.4.2. Su Sorunu ... 54

2.4.3. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) İşlevsellik Sorunu ... 55

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM İŞBİRLİĞİ ÇERÇEVESİ ... 64 3.1. Teorik Çerçeve ... 64 3.1.1. Örgütsellik/Bölgesellik ... 64 3.1.2. Entegrasyon Teorileri ... 66 3.1.3. İttifak Teorileri ... 74 3.2. Pratik Çerçeve ... 76

3.2.1. Selçuklu–Abbasi Modeli/Tarihsel Model ... 76

3.2.2. Avrupa Birliği Modeli/Pratik Model ... 79

3.2.3. Diğer İşbirliği Modelleri ... 82

3.2.3.1. D–8 Ekonomik İşbirliği Örgütü ... 83

3.2.3.2. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ... 83

3.2.3.3. Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO) ... 84

(9)

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI VE ENGELLER ... 89

4.1. Bölgesel Sorunlarda İşbirliği Ne Kadar Mümkün? ... 89

4.1.1. Suriye Sorunu ... 90

4.1.2. Irak Sorunu ... 97

4.2. İşbirliğinin Önündeki Zorluklar ... 102

4.2.1. Bazı Yapısal Farklılıkların Bulunması ... 102

4.2.2. Farklı Uluslararası Politik Tercihlerde Bulunma ... 105

4.2.3. Çözüm Bekleyen Tarihsel Engeller ... 105

4.2.4. Türkiye’de Şii İran’da Sünni Sorunu ... 107

4.3. İşbirliğine Yönelik Görüşler ... 110

4.4. İşbirliğine Yönelik Tepkiler ve Aşılma Yolları ... 112

4.4.1. İşbirliğine Yönelik Tepkiler ... 113

4.4.2. Tepkilerin Aşılma Yolları ... 116

SONUÇ ... 117

KAYNAKÇA ... 121

(10)

TABLOLAR

Tablo 1: Türkiye–İran Yıllara Göre İthalat–İhracat Rakamları (milyon dolar) ... 44 Tablo 2: Türkiye–İran Dış Ticaret Hacmi ve Dengesi (milyon dolar) ... 45 Tablo 3: Türkiye–İran Yapı Benzerlikleri ... 49

(11)

KISALTMALAR BMGK Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi DP Demokrat Parti

EİT Ekonomik İşbirliği Teşkilatı İİC İran İslam Cumhuriyeti İİT İslam İşbirliği Teşkilatı

OMU On Dokuz Mayıs Üniversitesi SBF Siyasal Bilgiler Fakültesi

(12)

GİRİŞ

İki ya da çok taraflı veya bölgesel ya da uluslararası olsun, insanlık tarihi bo-yunca eski olan savaşlar veya çatışmalar, uluslararası ilişkilerin bir disiplin olarak doğuşuna zemin hazırlamıştır. Gerek savaş durumunu ortaya çıkaran nedenleri irde-lemek gerekse de savaş durumunun barış ortamına evirilmesini ve barışın kalıcı kı-lınmasını sağlamak, bu bağlamda bir disiplin olarak Uluslararası İlişkilerin bir konu-su olmuştur. Bu noktada bölgesel ya da uluslararası işbirliği çabaları, barış, refah ve istikrar durumunun sürdürülmesi ve olası bir savaşa ya da çatışmaya mani olunması çabası olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir bireyin barış ve huzur içinde bir hayat yaşama istemesi ve gelecek beklenti-si içinde olması gibi, devletler de geleceklerini güven altına alma ve halklarının var-lığını idame ettirme uğraşısı içinde olmuşlardır. Bu durum, Türkiye ve İran açısından da hayati bir konudur. Çalışmada tarihi çerçevede ele alındığı üzere, Selçuklu dö-nemlerinden bu yana Türkiye ve İran devletlerinin kaderlerinin genellikle aynı ya da paralel şekilde yaşandığı; birinde yaşanan bir gelişmenin, doğrudan ya da dolaylı olarak diğerini de etkilediğine şahit olunmuştur. Dilsel, kültürel ve sosyal yönden neşvünema bulan tarihsel ortaklıklar, iki ülkeyi, zaman zaman çatışmanın eşiğine gelseler de, birbirlerine karşı dengeli ve dikkatli bir politika izlemeye sevk etmiştir.

Bu çalışmanın amacı, Türkiye ve İran’ın ortak bir noktada mutabakata varabi-leceği, Fransa ve Almanya öncülüğünde kurulan Avrupa Birliği modelinde olduğu gibi, Türkiye ve İran öncülüğünde bölgesel bir işbirliği zemininin kurulabileceğini ortaya koymaktır. Böylesi bir işbirliği düşüncesinin gerçekleşmesi, Türkiye ile İran’ın tarihten bu yana devam etmekte olan ilişkilerini daha ileri bir noktaya taşıma-sıyla mümkün olacaktır. Çalışmada, Türkiye ve İran’ın işbirliğinde tesis edilmesi öngörülen işbirliğinden kastedilenin ya da ortak hareket etmekle amaçlananın ne olduğu sorularına yanıt aranmaktadır.

Çalışmanın gerçekleşme nedeni, birbirleriyle uzun süreli rekabet ilişkisi içinde bulunan Almanya ve Fransa’nın bölgelerinde bir işbirliği çabası olarak Avrupa Birli-ği’nin kuruluşunu sağladıkları gibi, tarihten bu yana yaklaşık sekiz asırlık ilişkilerin-de birbirleriyle rekabet ve komşuluk ilişkilerini sürdüren Türkiye ve İran’ın da Sel-çuklu ve Abbasi zamanlarında olduğu gibi kendi bölgelerinde bölgesel bir işbirliğine

(13)

gidebileceğine dair bir öneri sunmak ve bu öneriyi, iki ülke ilişkilerinin tarihsel seyri içinde, ilişkilerin dayandığı temelleri ortaya koyarak argümanlaştırmaktır. Bu öneri-nin gerçekleşmesiöneri-nin önünde kolaylıklar olduğu gibi, aşılması gereken zorluklar ve cevap verilmesi gereken tepkiler bulunmaktadır. İki ülke arasında bir işbirliğinin inşa edilmesi için, tarihsel olarak AB’nin kuruluşunda Almanya–Fransa işbirliğinin rolü ne ise, söz konusu işbirliğinin kurulması için de Türkiye ve İran öncülüğünde tesis edilmesi öngörülen işbirliğinin rolü o derece önem arz etmektedir. Türkiye ve İran’ın öncülüğünde tesis edilebilecek bu işbirliği için gerekli olan, bu devletlerin kinetik enerjilerini, potansiyel enerjiye dönüştürmeleridir.

Türkiye ve İran işbirliğinde bölgesel bir işbirliğine gidilmesi düşüncesi bölge-sel bir entegrasyon sürecine işaret etmektedir. Öngörülen bir işbirliği sistemi, aynı bölgenin iki temel unsuru olan iki ülkenin bir amacı gerçekleştirmek veya bir işi yü-rütmek üzere katılımlarıyla oluşturulacaktır. Böyle bir işbirliğinde Türkiye ve İran, tüzel kişiliğe, kurumsal kimliğe ve fiziki varlığa sahip ve icra ettiği eylemlerden so-rumlu olacak bir oluşuma gideceklerdir. Bu oluşumun temel hedefinin bir işbirliği çabası olduğu kabul edildiğinde, entegrasyon ile ne kastedildiğini anlamak üzere Uluslararası İlişkiler disiplininde yer alan entegrasyon ve ittifak teorilerine yer ver-menin, çalışmanın kuramsal çerçevesini zenginleştirmek açısından yararlı olacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda, Türkiye ve İran’ın öncülüğünde tesis edilmesi düşü-nülen bölgesel işbirliğinin teorik arka planı, Uluslararası İlişkiler teorileri arasında yer alan entegrasyon teorileri ve ittifak kuramları ve yaklaşımlarıyla açıklanmaya çalışılacaktır.

Çalışmada, Türkiye ve İran’ın yaşadıkları ortak tarihsel deneyimler, birbirleriy-le ilişkibirbirleriy-lerinin farklılaştığı ve benzeştiği noktalar ve bazı yapısal özellikbirbirleriy-leri mukaye-seli bir şekilde ele alınarak, Türkiye ve İran öncülüğünde bir işbirliğinin ve yönetim düşüncesinin nasıl tesis edilebileceği noktasında bazı argümanlar sunulmuştur. Tür-kiye ve İran’ın birbirleriyle olan ortak ilişkiler nedeniyle müşterek hareket ederek bir araya gelebilecekleri ve uluslararası politikada bir denge unsuru olabilecekleri çalış-manın inceleme alanlarındandır. Çalışma boyunca cevap aranan temel sorular arasın-da, bölgede veya dünyada Türkiye ve İran’ın neden bir işbirliğine imza atmak duru-munda oldukları, bu bağlamda Türkiye ve İran’ın hangi gerekçelerle sıkı işbirliğine gitmesi gerektiğidir. Çalışma boyunca ayrıntılandırıldığı üzere, Türkiye ve İran’ın,

(14)

Selçuklu dönemlerinden bu yana ortak kültür, din ve geleneklere sahip olması, tarih-sel olarak aralarında gerçekleştirdikleri paktlar, ikili ve çok taraflı anlaşmalar ve or-tak üye oldukları uluslararası örgütler dolayısıyla, diplomatik, siyasi, kültürel ve sos-yal derin ilişkilere sahip bulunmaları, iki ülkenin arasında rejim, anayasa, sistem ve siyasi yapı benzerliklerinin bulunması gibi örgütlerin gerek her iki devleti gerekse de bölgeyi ilgilendiren sorunların çözümünde yetersiz kalması gibi faktörler bu sorulara aranan cevaplar arasındadır.

Burada, ortak kültür ve dil ile her iki toplumun İslam dinini kabul etmeleriyle yaşadıkları dini gelenek, görenek, adet ve kültür ve yine aynı dine müntesip olmanın getirdiği Arapça temelinde ortak dilsellik kastedilmektedir. Bu kültürel ve dilsel or-taklık, bugün her iki toplumun kültürü ve diline yansımış durumdadır. Zira her iki ülkede de kültürel mirasın somutlaştığı benzer tarihsel mimari yapıların varlığı; her iki ülkenin dilinde –Türkçe ve Farsça– kullanılan Arapça kelime ve ifadelerin çoklu-ğu bu durumun açık göstergeleri arasındadır. Günümüzde Fars dili alfabesinin ve Cumhuriyet devrimlerinden önce Türk/Osmanlı dili alfabesinin Arapça harflerden oluştuğu özellikle hatırlanmalıdır. Özetle; “ortaklık”larla kastedilen, tarihin belirli diliminde müştereken yaşanmış veya yaşanmakta olunan ortak tecrübe ve pratikler-dir. Bu noktada ortak din ise İslam dinine referans vermektepratikler-dir.

Tarihsel birliktelikler ve ortaklıklar temelinde, geçmişte ortak bir medeniyet fikri ortaya koyan ve birçok medeniyetler kurmuş Türkiye ve İran, ortak bir zeminde bir yönetim sistemi (AB tarzı siyasi bir birlik olabilir) inşa etme yeteneğine, potansi-yeline ve birikimine sahip olduğudur. Türkiye ile İran’ın öncülüğünde bölgede bir işbirliğinin doğması, iki ülke arasında var olduğu kabul edilen sorunların adil bir yolla çözüme kavuşturulmasıyla mümkün olabilir. Bu noktada göz önünde bulundu-rulacak hususlardan birisi de, Türkiye ve İran’ın tarih boyunca birbirleriyle yaşadığı sorunların daha çok devletler ve hükümetler nezdinde gerçekleşirken, halkların ara-sında tarihi, dini, sosyal, kültürel, ticari ve akrabalık bağlarının hep var olagelmesi-dir.

Türkiye ve İran’ın modern bir devlet inşa etmek üzere sarf ettiği çabalar genel-likle aynı paralelde olmuş; İslamiyet, ortak çıkarlar ve ortak mecburi gelecek unsuru, bu devletler açısından birçok noktada belirleyiciliğini devam ettirmiştir. Türkiye ve İran, tarihsel derinlikleri, ortak geçmişleri, ortak gelecekleri ve ortak çıkarları olan

(15)

iki ülkedir. Bu ülkelerin halkları tarihsel olarak birbirinin uzantısı olan iklimlerde yaşamalarına rağmen, asırlar boyu rekabetçi siyasi yaklaşımların gölgesi altında dost, akraba ve kardeş olarak tarihsel tecrübeler ve ortak kaderler yaşamışlardır. Coğrafi, kültürel, tarihsel ve medeniyetsel birlikteliklerine rağmen her iki halk, hep birbirleri-ne bakmalarına rağmen pek de birbirlerini görememişlerdir. Zaman zaman iki ülke kıyasıya rekabet içinde bulunmuş, bazen de çatışmanın eşiğine gelmişlerdir.

Türkiye ve İran, uluslararası ilişkilerde ve uluslararası politikada sahip oldukla-rı konum açısından değerlendirildiğinde, öncelikle bu ülkelerin Orta Doğu’nun iki güçlü ülkesi olduğu genel bir görüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki devlet de güçleri ve kapasiteleri bakımından bölgenin lider ülkeleri ve Orta Doğu coğrafyası dolayısıyla da uluslararası politikada gündemi belirleyebilme potansiyeline ve aktif diplomasiye sahip devletlerdir. Özellikle bölgede her ikisinin de nüfuz alanına giren farklı ülkelerin bulunması, atacakları ortak adımların kuvvetini de belirlemektedir. Her iki devletin birbirlerinden ayrıştıkları noktada bölgelerinde kaoslar, bunalımlar ve savaşlar yaşanırken, birleştikleri ve ortak bir akıl oluşturdukları zaman, barışı ve huzuru hâkim kılmayı başardıkları görülmüştür.

Bu çalışmada, çalışmayı destekleyici tarihsel veriler ve argümanlar paylaşıl-mıştır. Bunun nedeni, tarihte yaşanmışlıkların ne olduğunu irdelemekten öte olayla-rın niçin ve neden vuku bulduğunu anlamaya dönük bir çaba sarf etme ve tekerrürler-le getekerrürler-len kısır döngüyü kırmanın bir yolunu bulmaya çalışmaktır. Sözgelimi, Türktekerrürler-le- Türkle-rin ve Farsların hilafete yaptıkları ilk ortak hizmetleri anlamak İran coğrafyasında ortak bir çaba uğruna Türklerin ve Farsların bir araya gelerek verdikleri mücadeleyi idrak etmeyi; Türkler ve Acemlerin işbirliğinde ve Selçuklu önderliğinde Anadolu’da Bizans’a karşı verilen mücadeleyi doğru okumak Türkiye ve İran’ın gelecekte vere-cekleri olası ortak mücadeleleri öngörebilmekte yolumuzu aydınlatacaktır.

Yöntem bakımından bu çalışma, olası sonuçları bakımından uygulamaya dö-nük bir çalışma olmakla birlikte, genel anlamda teorik ve tarihi argümanlar üzerine temellenmiş bir içeriğe sahiptir. Geniş bir literatür taraması, tarihsel verilerin yorum-lanması ve pratik örneklemelerin kullanılarak vaka incelemesi yöntemlerini içermiş olan çalışma, bilimsel çalışmada olması beklenen (çalışmanın güvenirliği, geçerlilik durumu ve faktör yapısı gibi) özellikleri dikkate almaya çalışmıştır. Çalışmada litera-tür olarak yer verilen kaynaklarda özgünlüğe ve yazarların telif haklarına dikkat

(16)

edi-lerek, çalışma yönteminde bilimsel ilkelere riayet edilmiştir.

Çalışmada izlenen yöntem olarak, öncelikle çalışmanın temel problemi (Türki-ye ve İran öncülüğünde bölgede bir işbirliğinin kurulması) belirlenmiş; nitel (litera-türdeki değerlendirme ve analizler) ve nicel (istatistikî veriler) gözlemlerde bulunul-muştur. Çalışmanın temel sorunsalı ile ilgili yazılı, görsel ve işitsel veriler toplanmış, yapılan gözlemler ve toplanan veriler ışığında söz konusu sorunsala bir hipotez, çö-züm önerisi sunulmuştur. Çalışma tahminlerle desteklenirken, teorik bir temele (en-tegrasyon ve ittifak teorileri) bina edilmiştir.

Çalışma, bölgesel çatışma ve kaosların sonlandırılması bağlamında bilimsel olarak yürütülen barış, ittifaklar ve birliktelikler üzerine yapılan akademik çalışmala-ra yeni bir tez olaçalışmala-rak katkıda bulunabilecek; tezden yapılacak yayınlar uluslaçalışmala-raçalışmala-rası indekslere kayıtlı dergilerde yayınlanarak alanındaki literatürün zenginleşmesine katkı sağlayacaktır. Bu tezden elde edilecek veriler, başka çalışma ve tez projelerine temel oluşturabilecektir. Çalışmanın, yürütücüsüne katkısı ise adaya bilimsel araş-tırma yapma ve yorumlama yeteneği kazandırmasıdır. Bu çalışmadan, barışçıl iyim-serlikler taşıdığı ve insanlara acılar getiren savaşlara son verilmesi önerisi taşıdığı için, topluma ve insana pozitif yönde katkılarda bulunması beklenebilir.

Çalışmada, konuyla ilgili alanda yerel ve yabancı dillerdeki kaynaklar taranmış ve ilgili literatür (Ateş, 2012; Bulut, 2013; Firouzabadi, 2013; Aras, 2003; Armağan, 2011; Haas, 1964; Atabaki, 2013; Osborn, 2007; Metz, 1988; Çetinsaya, 2001; Gird-ner, 1999; Fisher, 2013; Black, 2010; Dehghan, 2011; El–Mafrey, 1995, Atabaki, 2007; Dwivedi, 2012; Armaoğlu, 2005; Oest, 2007; Walt, 1987; Sohrabi, 1995; Keohane and Nye, 1993; George, 2001; İnalcık, 1998; Merçil, 2002; Metin, 2011, vs.) dikkatli bir okuma ile ele alınmıştır. Bu çalışmada, veri toplama araçları olarak, konuyla ilgili yazılı, görsel ve işitsel dokümantasyondan faydalanılırken, elektronik veri tabanındaki kaynaklardan ve teknolojinin imkânlarından da faydalanılmıştır.

Çalışmanın birinci bölümünde, Türkiye ile İran’ın tarihin akışı içinde bazı dö-nemlerde sarf ettiği işbirliği çabaları ele alınmıştır. Bu kapsamda Selçuklulardan ön-ceki tarihsel durum, Abbasi–Selçuklu ilişkisi paralelinde İran–Türkmenistan coğraf-yasında verilen ortaklaşa mücadeleler, modern dönemde her iki ülkede eş anlı olarak yürütülen modernleşme ve yeniden inşa çabaları incelenmiştir. Bu bağlamda Türkiye

(17)

ve İran’da ulus kimliğinin oluşum süreci analiz edilmiştir. Musaddık ve Menderes dönemleri, ihtilal ve devrim dönemleri ve Soğuk Savaş sonrası dönem, birinci bölü-mün konuları arasındadır.

İkinci bölüm, çalışmada ele alınan işbirliği önerisine yönelik tarihsel ve diplo-matik gerekçeler arayışı içindedir. Bu bölümde ele alınan Türkiye ile İran arasında Sâd–Âbad Paktı ve Bağdat Paktı gibi tarihsel–diplomatik ilişkilerin kurulması ve modern dönemde yüksek seviyeli işbirliği mekanizmalarının tesis edilmesi, işbirliği-nin diplomatik argümanlarını oluştururken, iki ülke arasındaki uzun zamandan bu yana devam eden ticari ve ekonomik ilişkilerin varlığı, bu ülkelerin arasındaki siyasi ve organizasyonel benzerlikler ve son olarak ortak sorunlarla ortaklaşa muhatap ka-lınması, çalışmada önerilen işbirliğini gerekçelendirmektedir.

Üçüncü bölüm, çalışmanın ana omurgasını oluşturan teorik ve pratik çerçeve-dir. Teorik düzlemde konuya Uluslararası İlişkiler disiplininin alanına giren örgütsel-lik ve bölgeselörgütsel-lik bağlamında bakılırken, entegrasyon teorileri ve ittifak kuramları ile çalışma desteklenmektedir. İkinci olarak, uygulanmış veya uygulanmakta olan bazı modeller bu bölümde paylaşılmıştır. Bu bağlamda Selçuklu–Abbasi modeli tarihsel bir model olarak ve Avrupa Birliği modeli ise pratik, halen uygulanan bir model ola-rak işbirliği önerisinin pratik zeminini oluşturmuştur. Bölüm, bir işbirliği modeli önerisi ve bunun için atılabilecek adımlarla tamamlanmıştır.

Son bölümde Orta Doğu’daki Suriye ve Irak sorunları çerçevesinde Türkiye– İran’ın işbirliği imkânlarının izleri takip edilmekte, söz konusu işbirliğine karşı gel-mesi muhtemel tepkiler ve bu tepkilerin aşılma yolları ele alınmaktadır. Bu bölümde işbirliğine yönelik görüşler paylaşılırken işbirliğinin önünde duran zorluklar olarak yapısal farklılıklar, farklı uluslararası politik tercihler, çözüm bekleyen tarihsel en-geller ve Şiilik ve Sünnilik meseleleri ele alınmaktadır. Çalışmanın ileri sürdüğü te-mel savların ve çıkarılan sonuçların paylaşıldığı Sonuç bölümü ile çalışma nihayete erdirilmektedir.

(18)

BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE–İRAN İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL ARKA PLANI “Komşuları” Müslüman olan İran–Fars toplumu tarihsel olarak bir eritme pota-sı içinde Türklerin İslamlaşma sürecini hızlandırmıştır. Türklerin İslamlaşmapota-sında İran’ın Müslümanlarca fethiyle birlikte Müslümanların Türklerle aynı coğrafyayı paylaşmaya başlaması ve fethi takiben İslam (İran) topraklarına giren Türk köleler büyük öneme sahip olmuştur. İslam devleti içinde bir takım sebeplerle bulunan Türk köleler, bir süre sonra Türk ve İslam devletleri arasında İslam kültür ve medeniyeti-nin taşıyıcısı olarak bulundukları bölgemedeniyeti-nin İslamlaşmasını sağlamışlardır. İran’ın fethi dünya ve İslam tarihi açısından çok önemli sonuçlar taşırken, Türklerin İran coğrafyasında bulunuşu, Türklerin ve Fars asıllı halkların yaşadığı İran coğrafyası-nın, müşterekler temelinde İslamlaşmasında büyük katkılar sağlamış ve İran– merkezli yerleşik Türkleri ve Farsları tahayyülün ötesinde ortak bir geleceğe taşımış-tır. Bu bölümde modern öncesi ve sonra dönem ayrı ayrı ele alınarak, modern öncesi dönemde Türk ve Farsların İran–Türkmenistan coğrafyasında başladıkları müşterek tarihselliğin günümüze kadarki serüveni ve yansımaları ele alınmıştır.

1.1. Modern Öncesi Dönem

Bu bölümde Selçuklulardan önce İran havzasının durumu, Selçukluların bölge-lerinde işbirliğini sağlamak için harcadığı çabalar ele alınmıştır. Bölümde, Türkiye ve İran’da hemen hemen aynı zaman dilimine rastlayan dönemde ulus kimliğinin inşa süreçleri ve modernizm hareketleriyle devletin yeninden nasıl inşa edildiği ince-lenmiş; tarihi Türk–İran ilişkileri bağlamında, Türkmenistan–İran–Anadolu coğraf-yasında işbirliği kurma uğraşlarının tarihsel süreç içindeki izleri takip edilmeye çalı-şılmıştır.

1.1.1. Selçuklulardan Önce Tarihsel Durum

İran’ın Müslümanlarca fethinin en büyük yansıması, İslam’ın kapılarının İran– Fars kültür ve medeniyet havzasındaki Türklere de açılması ve İslam’la tanışmaları-na vesile olmasıdır. Bu sürecin başlangıcı 642 tarihinde Müslümanlar ile Sasani İran-lılar arasında gerçekleşen Nihavend Savaşı olmakla birlikte, Hz. Ömer –ra– İran’ın fethine karar verdiğinde, Ebû Ubeyde es–Sekafi kumandanlığında bir orduyu İran’a yollamış; iki tarafın ordusu Nâtif bölgesinde Zapt Suyu köprüsünün İran yönünde

(19)

karşılaşmış, fakat İslam ordusu burada yenilgiye uğramıştır. Ardından Halife Hz. Ömer’in –ra– İslam ordularının komutanı olarak Saad bin Ebi Vakkas’ı tayin etmesi üzerine İslam ordusu Sâsâni İran ordusu ile Necef’in güneyinde Kûfe’ye 30 km. uzaklıktaki Kâdisiyye’de karşı karşıya gelmiştir. Savaşı kazanan taraf Müslümanlar olmuş; bu savaş tarihe “Kâdisiyye Savaşı” olarak geçerken, Müslümanların İran top-raklarına nüfuz ve hâkimiyetlerini taşımalarına kapı aralamıştır (Çağatay, 1997: 270).

Müslümanların İran coğrafyasına bütünüyle hâkim olamamasının önünde bir engel, bu topraklarda daha önce yerleşik bulunan Türkmen nüfustur. Hephalit ve Soğdiyan gibi kavimlerle olduğu gibi İran coğrafyasında Türk kavimleriyle de başa çıkmak isteyen İslam Devleti için coğrafyaya tam anlamıyla hâkim olmak çok kolay olmamıştır. Türklerin İslam’a katılmalarının bölge ve dünya tarihi açısından önemi ne kadar büyükse, İran’ın ve Farsların İslam’a girmeleri de o kadar önemi haizdir. İslam’a girişleriyle aynı coğrafyayı, kültürü ve tarihi paylaşan Farslar ve Türkler, İslam kültür ve medeniyetinin zenginleşmesine büyük katkılar sağlamışlardır. Sasani İmparatorluğunda mütemadiyen bir sorun olarak görülen Türkler, Müslümanların İran’ı fethetmesiyle İslam Devletini uzun zaman uğraştırmışlardır. İran topraklarında bağımsızlık yanlısı olmasına rağmen yerel çıkarlara ve askeri hırslara sahip bir top-lum olan ve askeri yönden hünerli ve zinde bir yapıda bulunan Türkler, bir süre sonra İslamiyete büyük yakınlık duymaya başlamışlardır. İran’ın fethini takip eden dönem-de kurulan İslam dönem-devletlerindönem-de çok kritik vazifeler ifa edönem-derek, dönem-devlet kadönem-demelerindönem-de önemli görevler üstlenmişlerdir. Türklerin sahip olduğu yetenekler ve marifetler, kurulan İslam devletleri tarafından takdirle karşılanırken, İslam’a çok önemli hizmet-lerde bulunmuşlardır. Türklerle Farslar, Raşit Halifeler –ra– döneminden sonra kuru-lan Emevî Devleti’nin takip ettiği Emevî yanlısı ırkçı ve milliyetçi politikaların kar-şısında Emevî milliyetçiliğinin birleştirdiği “Acem” toplumunu oluştururken, (Türk-lerin ve Farsların oluşturduğu) bu Acem toplumunun İslamlaşma süreci Emevîler ve hemen ardından Abbasiler döneminde Fars ve Türk köleler vasıtasıyla daha ileri bir noktaya taşınmıştır. Bir dönem “köle” olarak İslam’a giren Türk ve Fars toplulukları, İslam’ın getirdikleriyle kısa bir süre sonra İran merkezli olarak, Orta Asya, Orta Do-ğu ve Anadolu havzalarında büyük devletler kurmayı başararak, “köle” konumundan, inşa ettikleri devletle ve imparatorluklarla “efendi” konumuna yükselmişlerdir. Türk-lerin Müslüman toplumlar ve İslam medeniyeti üzerindeki önemli rolü, Büyük

(20)

Sel-çuklular’ın İslam toprakları ve bu topraklar üzerinde kurulan devletler nezdinde hâkimiyet kurmasıyla daha ileri bir noktaya taşınmıştır (Turan, 1998: 1–5).

Bu dönemde Türkler, İran gibi zengin ve medenî ülkeler arasında ilişkilerin ku-rulmasına aracılık etmişler, Çin’den gelen ipek kumaş kervanlarını koruyarak İran ve Rusya sınırlarına ulaştırmışlar ve İran’dan gelen ticaret kervanlarının da Çin’e sali-men varmalarına aracılık etmişlerdir. Bu durum, Türk ve İranlıların İslamlaşmasında ve bu halklar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkışında her iki halkın aynı coğrafyayı paylaşmasının etkisinin olduğunu ve ilişkilerin başlamasının, ekonomik ve ticari et-menlerin etkisi altında gerçekleştiğini göstermiştir (Ahmet Hilmi, 2005: 453).

İlk dönem Abbasi halifeleri, ülkeye göç eden Türkmenleri ücret mukabilinde askeriye ve mülkiye alanlarında istihdam etmişlerdir. Devlette çıkan her türlü isyan ve başkaldırı teşebbüsünü bastırmak ve baskıcı yönetimlerini sağlam bir şekilde kurmak için Türklerden yoğun olarak istifade etmişlerdir. Fakat Abbasilerin hizmeti-ne giren bu paralı askerler, kendileri açısından daha uygun gördüklerini tahta çıkar-maya ve uygun zamanı bulduklarında da yeni devletler kurçıkar-maya koyulmuşlardır (Ak-taran, Ahmet Hilmi, 2005: 456).

Türklerin ve Acemlerin ortak bir işbirliği zemininde buluştukları ve tarihsel olarak bir işbirliği ve ortaklaşa aktivizmlerine örnek olarak, Türk ya da Acem olduğu ifade edilen Ebu Müslim’in Abbasi Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırlayan akti-vizmi ve Türklerin İran topraklarında İslam şemsiyesi altında tarih sahnesine ilk çı-kışlarını gösteren Bâbek isyan hareketleri gösterilebilir. Haşimî ailesine mensup, Abbasi ve Şiilik çizgisinde bir şahsiyet olan Ebû Müslim (Spuler, 1959: 48–57), ba-şında olduğu bir ordu ile 747’de Emevîlere karşı saldırı düzenlemiş ve Irak’ı işgal ederek, 750’de Bağdat’ta ilk Abbasi Halifeliğinin kurulmasını sağlamıştır (Metz, 1988). Ebû’l Müslim–i Horasânî’nin, Abbasi Halifesi Mansur ile yaşadığı görüş ayrı-lığı ve çatışma yüzünden 755 yılında Irak’ta katledilmesi üzerine, onu çok üstün ve kutsal bir şahıs olarak gören Fars, Türk ve Kürt kökenli halk, Müslim’in katledilme-sine çok büyük tepkiler göstererek, Abbasi topraklarında isyanda bulunmaya başla-mışlardır.

Bâbek isyanlarının önemi ise İslam Hilafetini temsil eden Abbasilere karşı sür-dürülen en büyük isyanlardan birisi olması ve sonraki dönemlerde de etkisini

(21)

gös-termesidir. Bu isyan hareketlerinin maliyeti çok ağır olduğundan, Abbasilerin sonunu hazırlayan bir etmen olmuştur. Bu başkaldırı hareketinde ön plana çıkan en önemli unsur ise bu hareketlerin Türklerin İslam Devleti’nde “hassa ordusu”na seçilmelerine zemin hazırlaması, bölge ve dünya siyaseti açısından Türklerin nüfuzunun ve etkinlik alanının genişlemesine neden olması ve isyanı izleyen zamanda İslam dünyasında daha sonra çıkacak isyan hareketlerine kapı aralamış olmasıdır (Azimli, 2004).

Ebû Müslim olayı, Bâbek İsyanı gibi daha sonraları baş gösterecek Baba İlyas isyan hareketi ve Şah İsmail meselelerinin gerçekleştiği bölgede Türk nüfusun yoğun olarak yaşamakta oluşu ve Türklerin bu olaylardaki rolü ve bölgenin İran kültür ve medeniyet havzası içinde bulunuşu, İslam tarihinde Türk ve İran etkisini tarihi olarak kavramakta, İran ve Türk unsurunun bölge siyaseti ve uluslararası politika açısından sahip olduğu konumu anla(t)makta çok önemli bir yere sahiptir. Horasânî ve Bâbek İsyanı olayları, bölge halkları için hayati önemdeki dini, fikri ve ideolojik zemine sahip Mehdiyet ve Mesihçilik anlayışları ve inanışlarının gelişimi ve bölge üzerinde-ki yansımaları açısından da büyük tesirlere sahiptir (Ocak, 2009; Apak, 2011).

Buna ilave olarak, İran–Anadolu coğrafyası düzleminde işbirliğine yönelik ön-cü–çabalar sunması yönünden ilk Müslüman Türk devletlerinin de önemli bir rolü ve işlevi vardır. İran–Türkistan havzasında Türkler ve Farsların kurdukları ilk devletler ve bu devletlerin halkları, ileride bölgesel ve küresel çapta bir bütünleşme hareketini sağlayacak Büyük Selçuklular için uygun zemin hazırlayan öncü bir rol üstlenirken, tesis ettikleri pragmatik ve rasyonel yönetimlerle Selçuklu özelinde somutlaşacak toplumsal, kültürel, ticari ve siyasal bir bütünleşmeye imza atmışlardır. Karahanlılar, Gazneliler, Samaniler ve Harzemler, bu devletlerden en önemlileridir.

Karahanlılar Devleti’nin tarih sahnesine ilk çıkışı, bu güne kadar pek aydınlatı-lamamış bir konu olmakla birlikte, ilk hükümdarının Bilge Kül Kadir Han olduğu bilinmektedir. Uzunca yıllar Sâmânîler ve Gazneliler’le mücadele içinde olan Kara-hanlılar, Doğu ve Batı hanlığı olarak ikiye ayrıldığından, Batı Hanlığı Mâverâunne-hir ile Hocend’e kadar Fergana’ya sahiptir. Devlet’in merkezi önceleri Özkend iken, daha sonra Semerkand olmuştur. Doğu Hanlığı’nın içinde Balasagun, İsficab, Talas, Şaş, Doğu Fergana, Kaşgar, Yarkend ve Hotan bulunurken, Balasagun ve Kaşgar, Karahanlı Devleti’nin ana merkez)leri durumundadır (Genç, 2002: 445–451).

(22)

İslam’ı kabul ettikten sonra kabile teşkilatını ve yönetim prensiplerini sürdüren ilk Türk hanedanı olan Karahanlılar, kendilerinden sonraki dönemler için bir model olarak, ileride İslam dünyasının farklı bölgelerinde hüküm sürecek birçok hanedanlık için bir başlangıç ve milat oluşturmuşlardır. Karahanlılar’ın 992 yılında Sâmânoğul-ları’nın başkenti Buhara’yı fethini müteakip hanedanın Mâverâunnehir bölgesinde hüküm sürmüş İranlı hanedanların sonuncusu Sâmânoğulları’ndan geçmesiyle bölge ve İslam tarihi açısından çok önemli bir kırılma yaşanmış (Paul, 2002: 460–461) ve böylece Karahanlılar’ın İran jeopolitiğine girişine kapı aralanmıştır. Ayrıca Sâmâno-ğulları’nın Karahanlılar tarafından ilhakı, Sâmânîler’e Karahanlı hanedanı ve devle-tine katılma ve yönetiminde söz sahibi olma fırsatını da sunmuştur.

Karahanlılar İslam toprakları dışında kurulan bir devlet olarak, bütün İslam dünyasının kendisini Arapça olarak ifade ettiği ve Farsçanın (İran etkisiyle) sesini yeni yeni duyurmaya başladığı dönemin çok önemli bir aktörüdür. Karahanlılar’ın İslamiyet ile tanışmaları ve Müslüman olmaları ve İran halklarının yaşadığı bir bölge olan Soğd ülkesinde rahatça yayılabilmeleri (Roux, 2007: 194–197), onların İran– Fars coğrafyasına girmeleri anlamına gelmiştir. Karahanlılar’ın İran–Fars coğrafya-sına girişleriyle İran dili (Farsça) için yeniden bir dirilme süreci başlarken, 999 yılın-da Karahanlı hükümyılın-darı Buğra Han’ın Sâmânoğullarına son vererek İran toprakla-rında uzunca yıllar hüküm süren hanedanlığı nihayete erdirmesi, Türk hâkimiyetinin İran coğrafyasında hüküm sürmeye başlamasının önünü açmıştır. Bu şekilde Kara-hanlılar’ın İran topraklarına girişi, asırlarca sürecek İslam–Türk–Fars sentezi ve iş-birliği adımlarının temellerini atmıştır.

999’da Samanilerin İran’ı, Gazneliler ile Karahanlılar arasında bölüşülerek yı-kılmış; İran ve Mâverâunnehir’de iki Türk devleti bu İran devletinin yerini almıştır. Sâmânî hükümdarı Muntasır bu olayın üzerine Selçukoğulları’na sığınmış; 1005’teki ölümüne kadar Karahanlılar ve Gazneliler’le yaptığı mücadelelerde Selçukoğlu Ars-lan Bey tarafından destek görmüştür. Sâmâni kuvvetleriyle Karahanlılar’a karşı akın-lar düzenleyen Selçukluakın-lar, bu akınakın-lardan umduğunu bulamamışakın-lardır (Öztuna, 1964: 21–22).

Sâmâniler’in (819–1005) kökenleri ve nasıl ortaya çıktıklarına dair kaynaklar-da çok kesin bilgiler olmamakla birlikte, şöhretlerinin Abbasi halifelerinden Me’mun döneminde parladığı genel olarak kabul edilmektedir. Coğrafya olarak

(23)

Maverâunne-hir’de yerleşik, Türk ve Farisi bir halktan oluşan Sâmânîler’in bulunduğu coğrafya, günümüzde Afganistan–İran bölgesini içine alan Türk ve Fars kökenli halkların yo-ğun olarak yaşadığı bir yere işaret etmektedir. Kurucusu olarak kabul edilen Sâmân Hüda ise Abbasi devriminin liderlerinden Ebu Müslim’in yakın adamları arasında olduğu zikredilir (Kurt, 2003: 109–114). Bulunduğu konum itibariyle Türklerin İs-lamiyete girişlerinde bir köprü vazifesi gören Sâmânîler, Karahanlılar ve Gazneliler gibi yeni İslam devletlerinin ortaya çıkışına öncülük eden bir devlettir. Türkistan’da Sâmânoğullarının eliyle canlılık kazanan İslami tebliğ ve davet faaliyetleri sayesinde Karahanlı ailesi fertlerinin, kendileriyle uzunca yıllar süren savaş, çatışma ve rekabe-tin ardından İslamlaşması, ileride Karahanlılar’ın Orta Asya’nın İslamlaşması yolun-da gösterecekleri çabalara zemin hazırlamış ve kendilerinin bölgede büyük itibar kazanmasına yardım etmiştir. Fakat Sâmâniler’in İslam’a kazandırdığı Karahanlılar, bazı siyasi sebeplerden ötürü Sâmâniler’le ayrılık yaşamışlar; Sâmâniler’in gittikçe zayıflaması sonucuyla da Sâmâni nüfuz bölgeleri, Karahanlılar tarafından doldurul-maya başlanmıştır (Aksu, 2000: 28–29).

Sâmânîler–Karahanlılar ilişkisi dönemsel olarak rekabet–çatışma ve zaman zaman da barış ortamında gelişmesine rağmen, Gazneliler’in Sâmâniler’den neşet eden bir devlet olması dolayısıyla Gazneli–Sâmâni ilişkileri genelde iyi bir seviyede seyretmiş; Sâmânilere karşı saygı ve hürmetlerini muhafaza eden Gazneliler, Sâmâniler ile aralarında var olan hukuklarını genelde makul bir düzeyde sürdürme-den yana olmuşlardır. Gazneli–Sâmâni ilişkilerinde dönemsel gerginliklere rastlan-makla birlikte, Gazneliler ile Sâmâniler’in genellikle dayanışma içinde oldukları gö-rülmektedir (Duman, 2012: 549).

Kuruldukları coğrafyada Türk topluluklarının İslam dinine girişlerine imkân sağlayan Sâmâniler, Fars ve Türk kaynaşmasını sağlamış ve Türklerin İslam modeli temelinde ilk devletlerini kurmalarına olanak sağlamıştır. Karahanlılar, İran– Türkistan havzasında ilk Müslüman Türk devletinin temellerini atarken, Türk esir ve kölelerin kurduğu Gazneliler ise Afganistan–İran içlerinden Hint denizine kadarki jeopolitikte büyük tesirler göstermişlerdir. Sâmânîler’e bağlı bir devlet olarak ortaya çıkan Gazneliler, sistemlerini Abbasi–Sâmânî modeli ve Fars–Türk milletleri temeli üzerinde tesis etmişlerdir. Güçlü bir şekilde İran tesirinde bulunmalarına rağmen kendilerine özgün Türk özelliklerini kaybetmeyen ve İran–Hindistan coğrafyasında

(24)

Türkçe ile birlikte Farsçayı, Türklükle İranlılığı yücelten bir devlet olan Gazneliler, siyasetini bütünüyle Türkleri kapsayacak şekilde genişletmişlerdir. Bununla birlikte, Türklerin Gazneli yönetiminde, sosyal hayatında ve ordusunda üstün durumda bu-lunması bu dönemde İran’ın doğu bölgelerinde Türk unsurunu güçlendirdiğinden (Palabıyık, 2002: 509–510), Fars (Safevî–İran) – Türk (Osmanlı–Türkiye) sentezinin ortaya çıkışı için büyük imkânlar sunmuştur. Bu şekilde kölelik veya esaret yoluyla İslamiyet’e giren halklar, zamanla dünyaya hükmedecek büyük devletlerin temelleri-ni atmışlar; kuruldukları bölge itibariyle Türkistan–İran düzleminde olmaları ise Türk–Fars birlikteliğini güçlendiren bir faktör olmuştur.

Harezmşâhlar Devleti İslam–Türk devleti Karahanlılar’ın ve Gazneliler’in bu-lundukları coğrafyaya komşu olarak, Hazar Denizi’nin doğusundan Ceyhun Neh-ri’nin aşağısına kadar olan alanda, 1097–1231 yılları arasında hüküm süren bir Türk devletidir. Başkenti Gürgenç/Gürgâne olan Harezm Devleti, Selçuklular tarafından Kutbüddin Muhammed’in Harezm bölgesine vali tayin edilmesiyle Selçuklular adına bölgeyi idare etmek üzere kurulmuşlardır (Özaydın, 2002: 883–885). Harezmîlerin bulundukları bölge önceleri Sâmânîler’in ve daha sonra Gazneliler’in elinde olması-na rağmen sonraları Selçuklular’ın eline geçmiştir. Harezm merkezli ilk devlet 1097’de Ketbuddin/Ketbeddin Muhammed tarafından temelleri atılırken, ilk başta Selçuklu İmparatorluğu’na bağlı bulunmuştur. 1157’de Selçuklu Sultanı Sencer’in vefatıyla bağımsızlığını kazanan Harezmşâhlar Devleti, başta Harezm olmak üzere, Horasan, Mâverâunnehir ve Irak–ı Acem bölgelerini içine alan bir sahada hükümran olmuşlardır (Usta, 2002: 897).

1.1.2. Selçuklu–Abbasi Dönemi

Selçuklu İmparatorluğu tarihi üzerine bir araştırmada bulunmak, başta Türkle-rin tarihine olduğu kadar, Fars, Arap Kürt ve diğer bölge halklarının da tarihleTürkle-rini araştırmak olacaktır. Bu bağlamda düşünüldüğünde, giriştikleri futûhat hareketleriyle tarih sahnesine çıkan, fethettikleri coğrafyanın kültür ve medeniyet özelliklerini mi-ras alan Selçuklular, önceden var olan Müslüman toplumu bir Türkmen çerçevesi içinde yeniden tarihe sunmuşlardır (Cahen, 1979: 49–53). Bu çerçeve eski Türkmen geleneklerini ve yaşam biçimlerini de kapsamakla birlikte, fethedilen coğrafyanın dil, kültür ve medeniyet karakteristiklerini ihtiva etmiştir. Selçuklularda, sosyal hayatta Türkmen gelenekleri sürdürülürken, idare alanında genellikle kuzey İran

(25)

gelenekleri-ne bağlı kalınarak hagelenekleri-nedan sistemigelenekleri-ne yer verilmiştir. En güçlü mekanizma konumun-da bulunan askeriyede ise başlangıçta Türklerin ağırlığı hissedilmesine rağmen, konumun-daha sonra eski Arap ve İran ordularının sahip oldukları gelenekleri ve özellikleri ihtiva ederek etnik özellikleri çeşitliliğe uğramış; on ikinci yüzyıla gelindiğinde de bu yapı zayıflamaya yüz tutmuştur. İran coğrafyasında kurulan ve sınırları Anadolu’ya kadar uzanan Selçuklular bir İslam–Türk devletidir. Harzem unsuru, devlet içi iktidar mü-cadeleleri, Abbasi Hilafeti ile yaşanan sürtüşme, Karahitaylılar ile çatışma ve Moğol istila hareketlerinin etkisiyle ve özellikle, 1229/30 yılında Harzem Sultanı Celaleddin Harzemşah’ın Ahlat Kalesi’ni kuşatması üzerine Anadolu Selçukluları ile Hâr-zemşâhlar Devleti arasında meydana gelen Yassı Çemen Savaşı’nda Selçuklular’ın galip gelmesi, yukarıda tarihine kısaca değinilen Hârzemşâhlar Devleti’nin sonunu hazırlamıştır. Bu mağlubiyetle yaklaşık iki asır hüküm süren Hârzemşâhlar tarihe karışırken, Anadolu Selçukluları ile Moğollar arasında yer alan bu “tampon” yıkıldı-ğından Selçuklular ile Moğollar karşı karşıya gelmiştir. Sonucunda Anadolu Selçuk-lular’ının Tiflis’e kadar yayılmalarını Moğolların Selçuklulara akınları takip etmiş ve Anadolu Selçukluları’nın çöküşüne zemin hazırlayan Kösedağ Savaşı/Yassı Çemen Savaşı (1243) ile Moğolların Selçuklular üzerinde galip olmaları Anadolu’da Moğol egemenliğini tesis etmiştir. Ayrıca Yassı Çemen Savaşı, Moğollar karşısında Selçuk-lular ile Harzemler’in oluşturacağı muhtemel bir ittifakı suya düşürdüğünden, Türk direnişini Moğollar lehine zayıflatmıştır (Çakmak, 2002: 904–907).

Oğuzlardan ayrılan Selçuklular, Oğuz Devleti’nin hâkimiyet sahası içinde ol-makla beraber Oğuz ülkesinde Müslümanlar tarafından kurulan ve İslam devleti ile Müslüman olmayan Türklerin yaşadığı bir uç bölgesi olan Cend Şehri (Kazakistan) yakınlarına gelmişlerdir. İslam Devleti bu dönemde cihad alanı olarak Mâverâunne-hir bölgesine yoğunlaştığından, Cend’e göç eden Selçuklular da doğal olarak İslam devletinin cihad alanının içine girmiştir. Selçuklular’ın kurucusu Selçuk’un ve halkı-nın bu bölgeye gelmesi, Turan’dan İran’a, dolayısıyla İslam’a geçme anlamı taşımış-tır (Köymen, 1993: 14–19). Mayıs 1040’ta Gazneliler ile Selçuklular arasında ger-çekleşen “Dandanakan Savaşı” ile Gazneli Ordusu, Selçuklu Ordusu’na karşı büyük bir mağlubiyet yaşamış ve Savaş’ın Selçuklular lehine sonuçlanmasıyla da Selçuklu Beyleri, Tuğrul Bey’i Horasan Emiri ilan etmişlerdir. Böylece Selçuklular bağımsız-lıklarını ilan ederlerken, ileride kuracakları bir dünya imparatorluğu için ilk adımı

(26)

atmışlardır (Merçil, 2002: 601). Dandanakan (Türkmenistan) galibiyeti, kapalı kıtada bulunan Türklere açık denizlere ulaşma fırsatı sunarken, Osmanlının kuruluşuna gi-den yolda öncü bir adım oldu ve ayrıca Anadolu coğrafyasına düzenlenen Haçlı Se-ferleri’nin gerçekleşmesine yol açan bir gelişme olmuştur (Öztuna, 1964: 30).

Selçuklular, bağımsızlık ilanını izleyen süreçte bir fermanla Abbasi Hilafetine Selçuklu Devleti’nin bağımsızlığını bildirmişler ve yine aynı yıl içinde Hilafete itaat ve sadakatlerini gösteren bir mektup ulaştırarak, Horasan diyarında adaleti temsil ve tesis edeceklerini beyan ve ilan etmişlerdir. Abbasi Hilafetinin o dönemde siyasi bir güç olmaktan öte dini bir otorite olduğu varsayıldığında, Abbasi halifeliğinin Selçuk-lular gibi büyük bir siyasi güce ihtiyaçları olduğu ortadadır. İslam tarihinde ilk defa Tuğrul Bey zamanında halifenin yetkileri sultana devredilirken, kendisi sadece İslam ümmetinin dinî lideri olarak kabul edilmeye başlamıştır (Aktaran; Özdemir, 2008: 323).

Abbasi–Selçuklu işbirliği, Halife’nin Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile izdivacı ve Halife’nin Selçuklu Sultanına damat oluşuyla taçlandırılmıştır. Halife Kâim Biemrillah (1031–1075), Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile evlenirken, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey de Halife’nin kızı Seyyide Fatıma el–Betül’e talip ol-muştur. Bu durumun Hilafet tarihinde bir örneği yoktur ve Abbasiler ve Abbasi Hila-feti açısından yepyeni bir gelişmedir. Çok zorlu uğraşlar sonucunda gerçekleşen ve İslam tarihinde çok önemli gelişmelerin doğmasına yol açan bu evlilik vesilesiyle ilk kez Arap olmayan bir hükümdar halifeliğe akraba olmuştur. Tuğrul Bey’in bu politi-kasının altında yatan etmen, Şiiliğe karşı Sünni doktrinini bir devlet politikası haline getirmek, Selçuklu Hanedanını Abbasi Hilafeti ile kaynaştırmak dolayısıyla siyasi iktidarı elinde tutan Selçuklu Saltanatı ile dini gücü temsil eden Abbasi Hilafetini birleştirmek ve böylece geleneksel Türk askeri aristokrasisine müstenit yeni ve güçlü bir imparatorluk kurmak olmuştur (Kitapçı, 1994: 13–14).

Abbasi–Selçuklu ilişkileri Sünnilik–Şiilik çizgisinde büyük dönüşümlerin ya-şanmasına ve İslam yönetim düşüncesi bakımından yeni bir dönemin başlamasına kaynaklık ederken, siyasi ve dini otorite ve yönetim anlayışı için yeni bir sayfa oluş-turmuştur. Selçuklular ile Abbasi işbirliğiyle bu dönemde bölgede yürütülen bütün-leşme çabaları çalışma açısından dikkate değer bir konudur. Bu çerçevede Türk hü-kümdarları, İslamiyeti kabulden önce olduğu gibi sonra da din–siyaset ekseninde

(27)

genellikle hassas bir denge takip etmeye çalışmışlardır. Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulması ve Abbasi Halifeliği ile yoğun temasların başlaması İslam ve Türk tarihi açısından çok önemli bir başlangıç olurken, bu dönemde Türk sultanları geleneksel örfi hukukla birlikte şer’i hukuku da dikkate almaya çaba göstermişlerdir. Çakmak’a göre ilk devirlerde halife ile sultan arasındaki uyumlu siyaset Türk idare anlayışının yok oluşu gibi algılanmıyorsa, ilerleyen dönemlerde sultanların halifelerle gittikçe güçlenen mücadeleleri de İslamiyet’e karşı olanların bir cephe alma harekâtı olarak algılanmaması gerekmektedir. Bu durum, Abbasi Halifeliği ve Selçuklu Sultanlığı arasında cereyan eden olaylar ve dini otorite olarak Halifelik ile siyasi otorite olan Sultanlık arasındaki ilişkiler, ilgili zaman diliminin kendi koşulları ve dinamikleri açısından tecrübe edilen politik ve askeri olaylar olarak mülahaza edilebilir. (Çak-mak, 2007: 16).

Selçukluların bölge devletinden imparatorluk olmalarına giden yolda Anado-lu’ya düzenlenen fetih hareketlerinin ve bu hareketlerin İran merkezli olarak idare edilmesi oldukça önemi haizdir. On birinci ve on dördüncü yüzyıllar arasında düzen-lenen Selçuklu fetih hareketleri, Şii ve Sünni toplumları ortak bir potada ve idare altında bir araya getirmiş; ortak idealler, hedefler, amaçlar ve hayaller zemininde, Türk ve İran halklarını bir noktada birleştirebilmiştir. Selçuklu İmparatorluğu döne-minde Türk–Fars, Türkmenistan–İran ve Şia–Sünni (idari) sistemi gibi pek çok önemli öğe bir bütün haline gelerek Orta Asya–Anadolu kültür ve medeniyet havza-sında ve Selçuklu şemsiyesi altında Türk–Fars–İran–Asya–Anadolu sentezini oluş-turmuştur. Selçuklular döneminde dağınık olan İslami anlayışlar tekrardan toparlan-ma eğilimi göstermiş; Hindistan’dan Bizans sınırına kadar olan bölge Selçuklular eliyle İslamlaşmıştır. Bu süreçte en etkili unsur ise Selçuklular tarafından düzenlenen Anadolu fetih akınları olmuştur (Merçil, 2002: 601–604).

Dünya ve bölge tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak, 1071’de cere-yan eden Malazgirt Savaşı’yla Bizanslıların yenilgiye uğratılmasıyla Anadolu’nun kapıları ardına kadar Selçuklulara açılmış ve Anadolu coğrafyasının İslamlaşma sü-reci bu galibiyetin ardından hız kazanmıştır. Bu savaşla birlikte çok önemli tarihsel sonuçlar ortaya çıkmış ve Selçuklu tarihi özelde olmak üzere, İslam tarihi açısından bir dönüm noktası yaşanmıştır. Bu savaşta elde edilen başarılar, Doğu Roma İmpara-torluğu sınırlarında daralma yaşamasına sebep olurken, Bizans’ın yıkılmasına yol

(28)

açacak sürecin kilometre taşlarını hazırlamıştır (Turan, 1999: 178–188). Malazgirt Savaşı’nı müteakip Selçukluların Anadolu’ya düzenledikleri akınların ardı arkası kesilmemiştir. Sultan Alp Arslan döneminde en yoğun dönemini yaşayan Anadolu fütuhat hareketleri Alp Arslan’dan sonra diğer sultanlar döneminde de devam etmiş-tir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşuyla Anadolu’nun İslamlaşma süreci hızla-nırken, Asya kıtasından Avrupa kıtasına kadarki bölge Türk ve İranlı halkların kur-dukları bir imparatorluk olarak Selçukluların hâkimiyeti altına girmiştir. Batı’da bü-yük başarılar elde eden Selçuklular, bu arada Doğu kanadında Moğol saldırıları ne-deniyle büyük bir sorunla karşı karşıya kalırken, Moğol istilaları Selçukluların böl-gede tesis ettikleri barış ve huzur ortamını sekteye uğratmıştır (Turan, 1999: 300– 301).

Asya’da ve Avrupa’da yaşayan halklar arasında toplumsal ayrışmayı körükle-yen Moğol saldırıları, bölgede manevi değerlere sahip kitleleri ve şehirleri yok etmiş, tarihleri altüst ederek asırlarca süregelen İslam kültür ve medeniyetini fesada uğrat-mıştır. İslam dünyasının tarihte başına gelen “en büyük felaket” olarak değerlendiri-len Moğol saldırıları (Tekin, 2012), yüzlerce yılda tesis edilmeye çalışılan barış ve kardeşlik ortamını ifsat etmiştir. Buna ilave olarak, istilaların bunca yıkıcılığının ya-nında istilalardan kaçarak Anadolu’ya sığınan Türkmenler ve Acemler, Anadolu’nun kültür hayatını zenginleştirmişler; Moğolların yol açtığı tahribatın ve zayiatın gide-rilmesinde büyük çabalar sarf etmişlerdir (Turan, 2011).

Türklerin İran’a göç ettikleri ve İslam dinine girdikleri dönemde Sünni İslam davetçileri yanında Şii İslam bilgeleri ve düşünürleri de bulunmuştur. Bu durum Sünniliğin ve Şiiliğin bir potada buluşmasına zemin hazırlarken, Türk ve Fars halkla-rı arasında Sünnilik kadar Şiiliğinin de benimsenmesine yol açmıştır. Moğol saldıhalkla-rı- saldırı-larından olumsuz yönde daha çok Sünnilik etkilenirken, on dördüncü yüzyılda Moğol yönetimi ve hükümdarları genelde Şiiliğe meyilli olmuşlardır. Bu durum Anadolu coğrafyasında Şiiliğin daha çok gelişmesine kapı aralayan bir etken olurken, Şiiliğin Anadolu’da Moğol istilalarıyla yayılma ve propaganda imkânı bulmasına yardım etmiştir (Bozkuş, 2001: 5–6).

(29)

1.2. Modern Dönem

Türkiye ve İran’ın sahip olduğu jeopolitik özellikler, Anadolu ile İran’ı birbiri-ne stratejik olarak yaklaştırırken, bu iki ülke arasında bir karşılıklı bağımlılığın doğu-şuna kaynaklık etmiştir. Anadolu’nun Balkanlar’la olan bağlantısı göz önüne alındı-ğında, Avrasya kıtasının güney kuşağını harmanlayan büyük ölçekli siyasi yapılar, söz konusu bağımlılığı bir stratejik bütünlüğe dönüştürebildikleri ölçüde başarılı ol-muşlardır. Persler’den Büyük İskender’e, Bizans’tan Sâsanilere ve Selçuklulara, Os-manlı’dan Safevîlere kadar uzanan bölge tarihi Balkanlar–Anadolu–İran hattının karşılıklı etkileşiminin bir eseridir. Yukarı bölümde zikredilen, Orta Asya’daki di-namik ve hareketli göçebe geleneğinden yerleşik devlet geleneğine geçiş sürecinde devletin çekirdeğini oluşturan Selçuklular, güç merkezlerini İran’da sağladıktan son-ra stson-ratejik açılımlarını Anadolu’ya yapmışlardır. 16. yüzyıldan sonson-ra oluşan Osman-lı–Safevî dengesi ise hem söz konusu jeopolitik bağımlılıktan kaynaklanan zorunlu-lukların hem de tarihsel siyasal dönüşümlerin izlerini taşımaktadır. Orta Asya’dan gelen hareketli ve dinamik kültürü İran yerleşik kültür süzgecinden geçirerek lu’ya taşıyan Selçuklu birikimi üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, temelini Anado-lu’da atarken, merkezini Balkanlar’a taşımış; stratejik açılımını Batı istikametinde Orta Avrupa’ya, Doğu’da İran’a, Kuzey istikametinde steplere ve güney istikametin-de ise Mısır ve Hint coğrafyasına taşımıştır. Tarihi ve coğrafi faktörler açısından ba-kıldığında Osmanlı/Türkiye–Safevî/İran ilişkisi, bir açıdan Almanya–Fransa ilişkisi-ne benzemekte (Davutoğlu, 2001: 427–429), çalışmada işbirliği düşüncesiilişkisi-ne model olarak sunulan örneklerden birisi olarak Avrupa kıtasında bir işbirliği çabası şeklinde ortaya çıkan Avrupa Birliği’ni hatırlatmaktadır. Bu bölümde, tarihsel, stratejik ve jeopolitik karşılıklı bağımlılık ilişkisi olarak gelişen Türkiye ile İran ilişkileri, mo-dern dönem bağlamında işbirliği çerçevesinde ele alınmıştır.

1.2.1. Modernizasyon ve Yeniden İnşa

Türkiye ve İran, modernleşme ve ulus–inşa süreçlerinde de olduğu gibi, pek çok açılardan ortak dinamiklere ve farklılıklara sahip iki ülkedir. Her iki ülkenin sa-hip olduğu ortak dinamikler olarak kastedilen; tarihi, kültürel, siyasi, toplumsal ve ticari açılardan birbirlerine benzeyen noktalar iken, farklılıkları, dinamikler yönün-den birbirlerinyönün-den ayrıldıkları hususlara adres vermektedir. Birbirleriyle genelde bir rekabet halinde ve zaman zaman da husumet ikliminde bulunan Türkiye ve İran,

(30)

ara-larındaki İslam bağının tesis etmiş olduğu kardeşlik hukukunu –dönemsel bazda so-runlar yaşasalar da– sürdürmeye gayret göstermişlerdir. Bu bağlamda, Osmanlı’da (Türkiye) ve İran’da, yirminci yüzyılın başlarında gerçekleşen Meşrutiyet hareketleri karşılıklı olarak mukayese edildiğinde, on dokuzuncu yüzyılda hissedilmeye başla-nan Avrupa ve Rusya tehdidinin yol açtığı anti–emperyalist tepkinin ve bu dönemde-ki dış politik ortamın benzer olduğu; buna karşılık tarihsel farklı iç dinamiklerin her iki ülkede yaşanan devrim, modernizm veya reform hareketlerini başka mecralara sevk ettiği görülmüştür (Gürakar, 2012: 334–336).

1908’deki genç Türk devrimi ve 1906 yılında İran’daki anayasal devrim, ana-yasal devrimsellik paradigmasının etkisi altında, güçlü ve etkili bir devrimsellikten uzak bir noktada gerçekleşmiştir. Buna ilave olarak Osmanlı ve İran’daki devlet–içi bölünme ve çatlamalar karşısında devrimlerle gelen anayasal rejimleri restore etmek adına askeri desteğin edinilmesine çalışılmıştır. 20. Yüzyılın başlarında anayasacılık dominant bir model olduğundan, 1905 Rus Devrimi’nde olduğu gibi Türk ve İran devrimlerinde de anayasal iktidar sisteminin savunulmasından alınan güçle anayasa-cılık, iddiasını meşrulaştırma imkânı bulmuştur (Sohrabi, 1995: 1383).

Sohrabi’ye göre 18. ve 19. yüzyıllarda devleti ve sosyal yapıları etkileyen dev-rime öncül reformlar, Osmanlı’daki ordu ve bürokrasi ve İran’daki ordu kanadının, neden muhalefetin tarafını tuttuğunu daha açık izah etmektedir. Söz konusu devrime öncül reformlar Osmanlı’da kısmi bir başarı olarak görülse de, İran açısından bir hata olmuş; ilginç bir şekilde bu durum aynı zaman da Türk ve İranlı toplumlar için mo-dernizasyonun ilk dalgasını oluşturmuştur. Ayrıca devrime öncül modernleşme re-formlarının genel başarı derecesi, bu toplumların devrimlere dair istekliliği üzerine doğrusal bir etki oluşturmamıştır (Sohrabi, 1995: 1390–1391).

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar, Osmanlı/Türkiye ve İran için kaderlerinin belirlendiği çok önemli bir dönüm noktası olurken, her iki devletin de önemli dönü-şüm ve değişimler yaşadığı, Batılı tarzda reform ve modernizasyon hareketlerine muhatap kaldığı bir döneme atıf yapar. Bu dönemde, her iki devlet de yoğun bir mo-dernizasyon sürecine muhatap olurken, devlet ve ulus aidiyetleri yeniden şekillen-miş; anayasal hareketler aracılığıyla da siyasi ve idari düzeyde çok önemli gelişmeler yaşamıştır. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti ve İran, sosyal ve ekonomik yapı yönünden azımsanmayacak benzerliklere sahip olmakla birlikte Batı

(31)

da Osmanlı ve İran üzerinde derin bir tesire sahip olmuştur (Milani, 1994: 27). Bu ülkelerin sahip olduğu iç dinamikler ise söz konusu reformasyon hareketle-rinde oldukça etkili olmuştur. Bu dönemde Osmanlı (Türkiye) ve İran’ın batıya duy-dukları gereksinimlerine ve batıyla ilişkileri yönünde benzerlikler bulunmasına rağ-men, yapısal olarak durumları birbirinden farklılık arz etmiştir. Osmanlı, sahip oldu-ğu imparatorluk yapısıyla çözülme içine girerken, imparatorluoldu-ğun içindeki farklı milletler, siyasi ve dini gruplar Osmanlı’dan ayrılma talebinde bulunmuştur. İran’da ise durum Osmanlı’ya kıyasla farklılık gösterdiğinden, Osmanlı’da olduğu gibi top-rak kaybı, parçalanma, ayrılık ve özerklik talepleri gibi durumlarla çok karşılaşılma-mıştır. Çünkü İran, yapısal olarak Osmanlı’ya nazaran daha homojen bir yapı sergi-lemiştir.

Orta Doğu modernizasyon sürecinin genellikle savunmacı bir muhtevada ger-çekleştiği göz önüne alındığında, Türkiye ve İran’ın modernizasyon, değişim ve re-form deneyimleri de iki yüz yıllık süre zarfında cereyan eden savaşlar ve bu savaşlar sonucunda imzalanan anlaşmalara tepki olarak geliştiği görülür. Modernizasyon sü-recinde bu ülkelerdeki reform hareketlerinin kaynağı Avrupai tarzda ordular kurul-ması olsa da reform hareketleri kısa bir süre içinde askeri alanın dışına, toplumsal ve sosyal alana da teşmil edilmiştir. İran ve Türkiye’de aşağıdan değişimlerin ve reform girişimlerinin ülkenin bütünlüğü ve egemenliğine yönelik bir tehdit olarak algılandı-ğını not edersek; her iki komşu ülkede de –ister aşağıdan olsun isterse yukarıdan– daha önce bu ülkelerdeki modernizasyon çabalarının başarısız olduğuna yönelik algı, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ve İran’daki otoriter modernizasyon uygu-lamalarının ortaya çıkışına zemin hazırladığı görülür. Bu durum, doğal olarak bir “güvensizlik” ortamının doğmasına kaynaklık etmiştir. Kalabalıklara veya kitlelere duyulan bu güvensizlik Osmanlı ve İran reformcularının düşüncelerinin bir parçası haline geldiğinden, modernizasyon projelerini yürütürlerken haliyle bu kitlelerin tep-kisiyle karşılaşmışlardır (Atabaki ve Zürcher, 2012: 3–5).

Her iki devlet de merkezi yönetim yapılarını, devlet bürokrasisi mekanizmasını ve hükümet sistemini, üzerlerine kuruldukları devletlerden (Türkiye Osmanlı’dan; İran, Kaçar Hanedanlığı’ndan) miras alırken, yeni bir devlet ve ulus kimliği inşa et-mede hayli itirazlar, eleştiriler, siyasi çatışmalar, başkaldırı hareketleri, isyanlar ve halk gösterileri ile karşı karşıya gelmişlerdir. 1909’da İstanbul’da meydana gelen

(32)

karşı devrim hareketi, 1924 yılında Tahran’daki cumhuriyet karşıtı ayaklanma, 1925’te Türkiye’de “Kürt İsyanı” olarak anılan Şeyh Said Ayaklanması1 ve 1930’daki Menemen hadisesi2, bu tepkiselliğin göstergeleri arasındadır. İran’ın Ku-zey bölgelerinde Rıza Han’ın merkezîleştirme politikalarına tepki olarak 1921–25 arasında yaşanan isyan hareketleri, 1925 yılının sonunda; Türkmen ayaklanmaları ise 1926’nın sonu, 1927’nin başlarında bastırılabilmiştir. İran’da 1924’te Burucerd böl-gesinde Kürtler ayaklanmışlardır. Yine 1926 yılında Kuzistan bölböl-gesinde Arap isyanı baş gösterirken, Sistan’daki Beluçlar da bu isyan hareketine katılmışlardır (Yenisey, 2008: 113). 1927–28 yıllarında ise yönetimin baskıcı ve tepeden inmeci reform ve modernizasyon hareketlerine tepki olarak gelişen isyan hareketlerinin merkezi güney bölgelerine ve merkezde bölgelere kaymıştır. “Meşrutiyet” olarak adlandırılan bu dönemde ayrıca Hıyabani (1920), Mirza Küçük Cengeli (1914–21), Gilan (1920) ve Hüdaverdi (1920) isyan hareketleri görülmüştür (Karadeniz, 2013: 194–212).

Bu ayaklanma ve isyan hareketlerinde halk, kendilerine dayatılan reformlara tepkilerini göstermek istemiş; bu ülkelerde modernizasyon sürecini (tekelinde) sür-dürmeye çalışan otoriter yönetimler de bu halk hareketlerini çok katı ve kanlı bir şekilde bastırma yoluna gitmişlerdir. Birçok ortak yöne sahip İran ve Türkiye halkla-rı hemen hemen eş zamanlara rastlayan dönemlerde tepeden inmeci reform ve düzen-lemelere muhatap kaldıklarından, halkların bu yönetimlerin baskıcı ve dayatmacı şekillendirme taleplerine cevapları da aynı tonda gerçekleşmiştir. Bu noktada Yir-minci Yüzyıl siyasi tarihinin Türkiye ile İran açısından ve bu ülke halkları nezdinde hemen hemen aynı şekillerde gerçekleştiği görülür. Her iki ülkede modernizasyon siyaseti, bu ülkelerin geleneksel toplumsal ve sosyal yapısını değiştirirken siyasal yapısını da dönüşüme mecbur etmiştir. Bu ülkelerde “ulusal” düzenli ordular, ulusal para sistemi ve seküler bir eğitim müfredatı gibi yenilikler gerçekleştirilirken, yargı sistemi de sekülerize edilmiştir (Atabaki ve Zürcher, 2012: 9). Ayrıca bir ulus oluştu-rulması ve tüm kesimleri kapsayan bir ulusal işbirliği tesis edilmesi maksadıyla ülke içinde mecburi iskân ve göç hareketleri gerçekleştirilirken, bu ülkelerdeki rejimler

1

“Genç Hadisesi” olarak da bilinen Şeyh Said ayaklanması, Nisan 1925’te Güneydoğu Anadolu bölgesinde yönetim karşıtı olarak ortaya çıkmış ve bölgenin büyük bölümüne tesir etmişti. Yönetimi çok zor durumda bıraktığından, devlet tarafından sert bir şekilde bastırılmıştı. Bk. (Töker, 1994; Mumcu, 1991).

2

“Kubilay Olayı” olarak da adlandırılan “Menemen Hadisesi”, 1930’da İzmir’in Menemen ilçesinde karşıt görüşler arasında ortaya çıkan ve Şeyh Said isyanında da olduğu gibi devlet tarafından sıkıyönetim ilan edilerek sert bir şekilde bastırılan isyan hareketidir.

Şekil

Tablo 2: Türkiye–İran Dış Ticaret Hacmi ve Dengesi (milyon dolar)  TÜRKİYE–İRAN   (Ocak –Ağustos)  HACİM  DENGE  2013  2014  Hacim  Pay (%)  2013  2014  10.357  8.883  3,4  –4.093  –4.725  Kaynak: Ekonomi Bakanlığı, 2014

Referanslar

Benzer Belgeler

Nitekim Vahdeti, aslında İngilizlere duyduğu hayranlığa ve İngiliz yanlısı olan Kıbrıslı Kamil Paşa ve Sait Paşa ile olan yakın ilişkisine rağmen, hürriyetçi

İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Mısır tarafından Akdeniz’de keşfedilmeye başlanılan doğalgaz kaynaklarının, boru hatları ve sıvılaştırılmış doğalgaz

Karar Halife'ye sarayın kütüphanesinde tebliğ edilmişti, Halife'nin o sırada henüz üç yaşında olan torunu Neslişah Sultan tebliğ ânında kütüphanede

Elli üç devlet ve hükümet başkanının katıldığı İstanbul AGİT toplantısını, Türkiye Cumhurbaşka­ nı Süleyman Demirel, senin “Bir ağaç gibi tek.. ve hür

Ve bu tek düzelikte, değişmeyen eş­ yalar, eski ilaç kutuları, kağıtlar, kitap­ lar, sigara izmaritleri ile tepeleme do­ lu kül tablaları (tabladaki küllerin,

Daha sonra araştırmacılar deney tüpünün içine genetik malzemenin yapıtaşı olan nükleotitleri eklemiş ve nükleotitlerin hücre zarından geçip hücrenin içindeki

Mane- viyatı insanları yönetmek için bir araç olarak kullanan diğer yönetim yaklaşımla- rından farkı ise nihai amacın başlangıçta açıkça ifade edilmesidir:

Son Osmanlı Meclisinde İstanbul Milletve­ killiği yapmış olan Ahmet Selahatün Bey’in oğlu Haldun Taner, 1935’de Galatasaray Li­ sesini bitirdikten sonra Hedielberg