• Sonuç bulunamadı

1.2. Modern Dönem

1.2.3. Musaddık ve Menderes Dönemleri

Türkiye ve İran’ın yirminci yüzyılın ilk yarısında tepeden inmeci tarzda mo- dernleşmesi ve bu dönemdeki siyasi ve ideolojik ortam, ulusal aidiyetlerin yeniden tanımlandığı bir sürece işaret ederken, her iki ülkede de demokratik yönetim felsefesi ve liberal ekonomik modelin temel alındığı bir zaman dilimine rastlamaktadır. Bu dönemde Şah ve Atatürk döneminin ortak karakteristikleri göz önünde bulundurul- duğunda, İran ve Türkiye’nin sahip olduğu siyasi ve tarihsel müşterekler, daha son-

raki yıllarda Menderes ve Musaddık dönemlerinde de aynı şekilde müşahede edil- mektedir. Her iki ülke açısından bu döneme hâkim tema, baskıcı otoriter uygulama- lardan duyulan rahatsızlığın belirmeye başlaması ve bu duruma halkın demokratik- leşme ve özgürlüklere vurguda bulunarak cevap vermesidir. Bu dönemde ekonomi alanında liberal model takip edilmeye çalışılmakla birlikte, ulusal ekonominin ve kamulaştırma hareketlerinin görülmüştür. Her iki ülkeyi de bu dönemde yöneten li- der kadroların düşünce sistemlerinin ve liderlik özelliklerinin hemen hemen aynı çizgide bulunması ve halklar nezdinde özgürlük ve haklara vurgunun yapıldığı bir dönem yaşanmıştır. Türkiye’de Menderes ve arkadaşları tarafından otoriter sistem- den kurtularak özgürlüklerin tekrardan sağlanması arayışı görülürken, İran’da Mu- saddık ve Ulusal Cephe ile siyasi ve ekonomik bağımsızlığa ulaşma arzusunun ortaya çıktığı bir dönem tecrübe edilmiştir.

Time dergisi tarafından 1951 yılında “Yılın Adamı” (Time, 2013) olarak seçi- len Musaddık’ın yıldızı (www.mohammadmossadegh.com, 2013) 1951 yılında Baş- bakan oluşuyla parlamış, ilerleyen yıllarda ülke içinde ve uluslararası arenada büyük bir popülerlik kazanmıştır. Musaddık’ın “İran İranlılarındır” sloganıyla karşılık bulan felsefesi ve 1951’de petrolü millileştirmesi gibi eylemleri, o dönemde petrol gelirlerinden büyük hisse alan devletlerin karşısına çıkarırken, genelde çizgisi Batı karşıtı ve Sovyet yanlısı bir politikada olmuştur (Çağlayan, 2012: 93–94). İran’da ekonominin her geçen gün kötüye gittiği, yoksulluğun ve açlığın ülkeyi zora soktuğu ve politik istikrarsızlık ve dış müdahalelerin olduğu bir zamanda, toplumun çeşitli kesimlerini bir araya getiren ortak bir refleks, her geçen gün İran içinde yabancıların artan nüfuzuna ve ekonominin belkemiği olan petrol imtiyazlarını elinde bulunduran ve ülkenin egemenliğine bir tehdit olarak beliren Anglo–İran petrol şirketine bir tepki ve İran için ortak dava olan petrolü millileştiren şahıs olarak Musaddık (Gürakar, 2012: 263), petrolü millileştirmesi ile İngilizleri karşısına almıştır.

Musaddık dönemine hâkim unsur, İran’a duyulan milliyetçi bağlılığın ilkelerin başında yer almasıdır. Bu dönemde olgunlaşan İran ulusal kimliği Musaddık hükü- metlerinin temel referans noktası olurken, yukarıdaki bölümde ifade edilen moderni- zasyon hareketleri Musaddık dönemi hükümetlerinin uygulamaları arasında da yer almıştır. Bu dönemde demokratik unsurlara ağırlık verilirken, ulusalcı söylem gün- demde kalmaya devam etmiştir. Şehir yaşamının düzenlenmesine yönelik yeni adım-

lar atılırken, vergi sistemi düşük gelir gruplarının lehine olacak şekilde yeniden tan- zim edilmiştir. Siyasal katılım teşvik edilirken, siyasal katılımı artırmaya yönelik yasal girişimlerde ve düzenlemelerde bulunulmuştur. Üniversiteler daha özerk bir yapıya kavuşturulmaya ve yargısal bağımsızlık sağlanmaya çalışılırken, özel sektör desteklenmiş ve yerel yönetimler güçlendirilmiştir (Ahmedi, 2009: 150–151). Bu dönemde devlet, yapısal ve yasal olarak büyük dönüşümler yaşarken, ülke içinde ise siyasal kargaşanın ve ideolojik çatışmaların önüne geçilememiştir. Ulusal ekonomi çabalarına karşılık İran’ın ve özelde Musaddık’ın maruz kaldığı baskı, yirminci yüz- yılın ikinci yarısı ile İran’da başlayan yeni dönemde büyük sancıların yaşanmasına yol açmıştır (Bk. McCarthy ve Tusa, 2012: IV. Bölüm).

İran milliyetçiliği, 1951’de Muhammed Musaddık’ın şahsında iktidara geldi- ğinde, iktisadi ve siyasi yönden tam bağımsızlığı ve “negatif denge doktrini”ni sa- vunmuştur. Bu şekilde mutlak tarafsızlık sağlanmaya çalışılmıştır (Türkeş ve Uzgel, 2002: 294–295). Böylece İran, ABD ile SSCB arasında kıyasıya cereyan eden Soğuk Savaş’ta Sovyetler tehdidi karşısında ABD desteğine ve yardımına bağımlı hale ge- lirken, Musaddık iktidarının İran için temel hedef olarak gördüğü bağımsızlık politi- kasından İran’ın aleyhine, Amerika’nın lehine vazgeçmiştir. 1950 genel seçimlerin- den Milli Cephe’nin galibiyetle çıkması 1951’de Musaddık’ı Başbakanlığa taşırken, 1952’de Musaddık’ın Şah’tan yetkilerini artırmasını talep etmesi ve Şah’ın buna olumsuz yanıt vermesi ile Başbakanlık’tan istifası İran içinde büyük siyasi bunalım- ların doğmasına kapı aralamıştır. Bu dönemde yaşanan siyasi karışıklığın maliyeti İran açısından oldukça ağır olmuştur. Olayların dinmemesi üzerine Şah, çok geçme- den Başbakanlığa tekrardan Musaddık’ı atamak zorunda kalmış ve Musaddık, 1953’te Amerikan istihbarat ajansı CIA ve İngiliz istihbarat servisi MI6 ortaklığında yapılan bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıncaya kadar Başbakanlık görevini sür- dürmüştür.

İran ve Türkiye ortak tarihsel deneyimlerine örnek olması açısından önemli bir başka örnek de Menderes dönemidir. Adnan Menderes, 1899 yılında Aydın’da dün- yaya gelen, Musaddık gibi, hukukçu bir siyaset adamıdır. 1930 yılında Aydın’da Serbest Fırka (Avşar, 1998) teşkilatını kurarak ilk kez siyasete girmiş; 1931’de parti- nin kapatılmasıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) Aydın’dan Milletvekili se- çilmiştir. 1945’te CHP’den ayrılarak, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’la

beraber Demokrat Parti’yi (DP) kuran Menderes, 1950–60 döneminde beş kez hü- kümet kurmuş ve başbakanlık yapmış bir siyasetçidir. İktidarı döneminde Kore Sava- şı, NATO üyeliği, 6–7 Eylül olayları, Bağdat Paktı’nın kurulması, Einsenhower Doktrininin ilanı, Kıbrıs Sorunu ve 1958 Devalüasyonu gibi çok önemli olaylarda aktör olarak yer almıştır. Çok çekişmeli başlayan siyasi hayatı 1960 Mayıs’ında or- dunun yönetimi el koyması ve açılan davalar sonucunda idama mahkûm edilerek Yassıada’da infazı son bulmuştur. Daha çok siyasal ve ekonomik liberalizm taraftar- larınca desteklenen DP ve Menderes, iktidarları döneminde siyaseti seçkinlerin ilgi alanından çıkararak geniş halk kitlelerinin katılımına açmış; Türkiye’de bürokratik– baskıcı devlet geleneğinin yumuşamasına kaynaklık etmiştir. Pek çok alanda giriştiği reformlarla siyasal ve ekonomik yapıyı dönüştürürken, ulusal ticaret burjuvazisinin doğmasına yol açmıştır. Menderes ve arkadaşları liderliğindeki DP, Cumhuriyetin ilanıyla gelen Tek Parti Dönemi’nin otokratik, baskıcı ve elit yönetim sistemini, halk kitlelerine açık ve liberal bir tarzda dönüştürmüştür (Yücel, 2001: 242–243).

DP iktidarı ile fikir ve uyanma akımı devletten millete doğru olmaktan çıkmış; milletten devlete doğru, milletin kendisini idare edeceği bir yapıya evirilmiştir. Bu minvalde kurulan ve on yıl boyunca iktidarda kalan ve Türk siyasi tarihinde önemli bir kırılma noktasının kapısını aralayan DP, devlet yönetimini tabana yayarak, aşağı- dan yukarıya doğru işleyen bir yapıya dönüştürmüş; siyasal katılımı teşvik ederek siyasaların belirlenmesinde geniş kamuoyu desteğini yanına almıştır. 1946’da CHP’den ayrılan bir grup milletvekili tarafından kurulun DP, Tek Parti döneminin ve özellikle “Milli Şef” döneminin eleştirisini (Durç, 2010) temel politik eksen olarak belirlemiş ve kısa bir zaman içinde yönetimden hoşnut olmayan kesimlerden destek görmüştür. 1950’de barışçıl yollarla ve müdahale olmaksızın DP’nin iktidar olması, dönemin koşulları açısından gelişmekte olan ülkeler içinde benzersiz bir deneyim olduğundan, “kansız” veya “beyaz” ihtilal olarak tarif edilmektedir (İnan, 2007: 117).

27 Mayıs 1960’ta Menderes ve DP için yolun sonu görünmüştür. “TSK’nın hi- yerarşik yapısının dışından yapılan ilk ve son başarılı askeri müdahale” (Ahmad, 1994: 147) ile ordu güçleri yönetime el koyarken ve DP iktidarına son verilirken, Menderes idam sehpasına çıkarılmıştır. 27 Mayıs askeri müdahalesi ile Türkiye’de yeşermeye başlayan sivil ve demokratik irade sekteye uğrarken, Menderes ve arka-

daşlarının DP ile Türkiye’yi daha ileri bir seviyeye ve konuma yükseltme girişimleri askeri müdahale yoluyla engellenmeye çalışılmıştır.

Bu arada İran’da Komünist Tudeh Partisi’nden destek alan Ulusal Cephe’nin Musaddık liderliğinde iktidara gelişi Türk–İran ilişkilerini geçici bir süre kriz orta- mına sokarken, Türkiye açısından İran’da bir kaos ortamının yaşanabileceği algısını oluşturmuştur (Sancaktar, 2011: 58–59). İran milliyetçiliğinin ve bunun dış politika- da yansıması olan tam tarafsızlık siyasetinin İran’da hâkim olmaya başlaması, öte yandan Sovyet yanlısı Tudeh Partisi’nin güç kazanması ve aynı dönemde Türki- ye’nin Batı Blok’u içinde sağlam bir yer edinmeye ve aktif bir rol almaya çalışması, bu dönemde Türk–İran ilişkilerinde gerginliklerin yaşanmasına yol açmıştır. Bu dö- nem, Türk–İran ilişkilerinin kopma noktasına geldiği bir evre olmuştur. İran’da Mu- saddık’ın petrolü millileştirme girişimlerine karşı Birleşik Krallık tarafından uygula- nan ambargoya Türkiye destek verirken, İran’a Batı tarafından yapılması düşünülen siyasi müdahalelere üstü örtülü yeşil ışık yakmıştır. İran petrollerinin millileştirilmesi konusunda ortaya çıkan anlaşmazlıkta Türkiye’nin açığa vurulmuş bir görüşü olma- makla birlikte, doğal zenginliklerini kullanmada İran’ın asıl istifadeye hakkı olduğu ifade edilmiştir (Gürün, 1983: 347).) Buna karşılık Musaddık yönetimi de Türkiye’yi emperyalizme maşalık yapmakla suçlarken, Türkiye’ye karşı genelde bir şüphe için- de olmuştur. Musaddık’ın devrilmesini ve Şah’ın tekrar İran’a dönmesini müteakip Celal Bayar, “menfi kuvvetleri yıkmak” suretiyle kazandığı başarıdan dolayı Şah’ı tebrik ederken, Şah 29 Ekim’de resmigeçit törenine katılan Türk sporculara, “Türk ve İran milletleri arasındaki dostluk babadan bana intikal eden bir mirastır. Bu dost- luk ebediyen payidar kalacaktır” mesajı vermiştir (Çetinsaya, 2001: 138–140).

Menderes ve Musaddık dönemlerine rastgelen 1951–53 yılları, Türkiye–İran ilişkilerinin krize girdiği döneme işaret etmektedir. İran’a yapılan İngiliz–ABD ope- rasyonuna destek veren Türkiye, İran tarafından “emperyalizmin maşası” olarak nite- lenmiştir (Oran, 2004: 649–650). Demokrat Parti iktidarlarınca belirlenen bu dönem- deki Türk dış politikası, Sovyet istekleri ve tehditleri karşısında Batı’yla sıkı ittifak ilişkileri kurmayı ve Avrupa Konseyi, NATO ve Balkan Paktı gibi Batılı kurum ve kuruluşlara katılmayı hedeflerken, NATO ile imzalanan Atlantik Anlaşması, Türkiye açısından bir ulusal politika olmuştur. Bu dönemde itibar görmeye başlayan “Bağlan- tısızlık” politikası ise Türkiye tarafından pek de muteber görülmezken, Batı’yla iliş-

kiler Türkiye açısından ulusal çıkarların gerçekleşmesinde en iyi yol olarak görül- müştür (Gönlübol ve diğerleri, 1996: 311–313).

1.2.4. 1979 Devrimi ve 12 Eylül İhtilali Dönemleri

Türk–İran ilişkileri açısından bir kırılma noktası oluşturan ve iki ülke ilişkileri- nin genel tarihi seyri içinde yeni bir dönem olarak yorumlanabilecek gelişmeler, iki ülkede eş zamanlı gerçekleşen iki darbe teşebbüsü ve izleyen zamanda bu ülkelerin siyasi, idari, iktisadi ve hukuki sistemlerinde yaşanan değişim ve dönüşümlerdir. Türkiye ve İran açısından bu dönem, devletlerin siyasal yönden model değiştirdiği, ülke içinde yaşanan kriz ve buhran ikliminin son bulup, siyasi ve ideolojik taleplerin daha çok siyasal ve hukuki kanallarla aktarılmaya başladığı bir evreye işaret etmek- tedir. Her iki ülkede de darbe ve ihtilal girişimlerinin yaşandığı bu dönem, Türkiye ve İran açısından ortak özellikler taşımakla birlikte, bazı yönlerden farklılıklar arz etmektedir. Modern dönem Türk–İran ilişkilerinde olduğu gibi, darbe girişimleriyle başlayan bu evrede de Türkiye–İran işbirliğinin nasıl gerçekleştirilebileceğine yöne- lik tarihsel veriler sunmaktadır.

Bu evrede ilk olarak İran’da yaşanan devrim ele alındığında; İran Devrimi ve Devrimin kurucu aklı Humeyni hakkında çok şey söylenebilir; fakat çalışmanın kap- samı açısından burada bazı noktalara temasla yetinilecektir. 1979’da gerçekleştirilen Devrim, İran’da yıllarca sürüp gitmekte olan pek çok sorunun yol açtığı, toplumun hemen hemen her kesiminden, bizatihi de bağımsızlık yanlılarının ve Şah ile Batı karşıtı kesimlerin örgütlenmesiyle oluşan toplumsal ve sosyal bir hareket olarak or- taya çıkmıştır. 1979 Devrimi’nin hedefi, Şahlık rejiminin ve monarşinin yıkılması ve İran’ın her alanda egemenliğinin ve bağımsızlığının geri alınmasıdır. Devrim ile bir- likte dış politikasında Batı’yla ilişkilerini tekrardan gözden geçiren İran, Devrim son- rasında uluslararası ilişkilerde bağlantısızlık yanlısı bir siyaset izlemeye başlamıştır. Devrimin davet ve tebliğ yöntemiyle diğer ülkelere ihraç edilmesi ve tüm dünyada İslami bir düzenin kurulması fikri ve ideali Devrim sonrası İran dış politikasının baş- lıca unsurları arasında yer alırken, Şia İslam felsefesini takip etmek, dış politikayı dini esaslara ve ideolojik yaklaşımlara göre belirlemek, ezilenlerin ve sömürülenlerin koruyucusu olmak, tüm dünyanın İslamileştirilmesi uğrunda çalışmak ve bu uğurda mütemadiyen mücadele vermek, Devrim sonrası İran dış politikasında hâkim vizyon- lar olmuştur.

Devrimin kurucu aklı olarak mücadelesini Müslümanlar arasında gittikçe yayı- lan seküler anlayış karşıtlığı ve Şii din adamları arasında bir birliğin olmaması eleşti- risi üzerine dayandıran Humeyni, bu karşıtlığa İslami Hükümet Risalesi ile cevap verirken, mücadelesinin ikinci alanını oluşturan birlik meselesine velâyet–i fakih teorisi ile cevap vermiştir. Musaddık dönemi olayları ve Beyaz Devrim gibi İran si- yasi tarihinde bazı olaylarda etkili ve aktör olan Humeyni, savaşımını, genellikle Şah karşıtlığı, seküler akımlara karşı koyma ve din adamları arasında işbirliğini sağlama üzerine vermiştir. 1964 yılına gelindiğinde iktidara muhalifliği dolayısıyla tutuklan- mış ve 1979’a kadar ülke dışında sürgünde kalmıştır. 1 Şubat 1979’da ise İran’a dö- nen Humeyni, İran Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Devrim’den sonraki on yıl boyunca İran’da Rehberlik ve İmamlık görevlerini sürdüren Humeyni, 3 Haziran 1989’da İran’da vefat etmiştir (Taflıoğlu, 2010: 95–104, 115–138). Bu noktada altı çizilebile- cek bir husus, bir ülkenin nasıl inşa edildiği o ülkenin yaşadığı darbe, devrim, ihtilal gibi siyasi deneyimler göz ardı edilerek anlaşılamaması, politik tecrübeler ve siyasi eylemler de eylemi gerçekleştiren kurucu akıllar ve süreçte rol oynayan önemli ak- törler dikkate alınmadan idrak edilememesidir. Bu noktada modern İran siyasi tari- hinde 1979 Devrimi’nin yeri ne kadar kritik ise, bu Devrim’i gerçekleştirenler ve temelde Devrim’in kurucu aklı Humeyni’nin konumu da oldukça hayati bir noktada bulunmaktadır.

Devrime giden süreçte, 9 Ocak 1979 tarihinde Azhari hükümetinin yerine Şah- pur Bahtiyar hükümeti işbaşına geçti. 12 Ocak’ta Humeyni, Devrim Konseyi’nin kurulduğunu açıkladı. 16 Ocak’ta Şah İran’ı terk etti. 1 Şubat’ta Humeyni İran’a döndü ve büyük bir halk gösterisiyle karşılandı. 6 Şubat’ta Mehdi Bazargan Humey- ni tarafından geçici olarak Başbakanlık görevine getirildi. 11 Şubat’ta Humeyni ya- yınladığı bir bildiriyle askeri devletin geçersiz olduğunu ilan etti. Ordu’nun halk sa- fına katılmasıyla Bahtiyar düştü ve Devrim zafere ulaştı. 30–31 Mart’ta İran ilk ger- çek referandumuna gitti ve % 98,5 oran ile halk, şahlık rejiminin sonunu getirdi (İİC, 200: 13).

1978 Ocak ayında hükümetin Humeyni karşıtı açıklamalar yapması ve bunun üzerine halk kitlelerinin tepkilerini ortaya koymaları ile başladı. Halk gösterilerine karşın hükümet bazı reform çabalarında bulunmasına rağmen yeterli olamadı. 16 Ocak’ta Şah’ın (tatil gerekçesiyle) İran’dan ayrılması, 1 Şubat’ta ise Humeyni’nin

Paris’ten İran’a dönmesiyle Pehlevi Hanedanlığını ve monarşiyi sona erdiren Devrim gerçekleşmiştir. 1979 Mart’ında İran İslam Cumhuriyeti (İİC) kuruluşu ilan edilir- ken, 15 Kasım 1979 (24 Âbanmah 1358) tarihinde de yeni anayasa (Bk. Hatemi, 1980) kabul edilerek, imamet düşüncesinde köklü bir reform anlamına gelen Vela- yet–i Fakih sisteminin yorumu yapıldı. 1983’e kadar Devrim yanlısı gruplar arasın- daki görüş ayrılıkları devam ederken, Humeyni yanlısı gruplar üstünlüğü zamanla ele aldığından, diğer muhalif oluşumlar gittikçe bastırıldı (Arı, 2005: 526–549).

Humeyni, İran Devrimi’ni bir ütopik İslam imparatorluğu inşa etmenin ilk adımı ve mükemmeliyet, sonsuz onur ve güzellik olarak görmüştür. Müslümanların artık ayağa kalkmaları ve süper güçlerin propagandalarından korkmamaları gerekti- ğini ifade eden Humeyni, Müslümanların işbirliği yapması halinde yeryüzünün en güçlüleri olacağını öne sürmüştür (Rubin, 2006). Şahin’e göre İran Devrimi, oluşu itibariyle “devrim” olmasına rağmen son yıllarda da müşahede edildiği üzere “darbe” olarak tanımlanabilir. Zira Devrim, başlangıçta radikaller, solcular, liberaller ve ka- dınlar gibi toplumun hemen hemen her kesiminden destek alırken, ilerleyen zaman- larda belli bir grubun, bir başka ifadeyle, muhafazakârların eline geçtiği görülmekte- dir (Şahin, 2013). Bu noktada geniş halk kitlelerinin desteğini alan İran Devrimi’nin daha sonra devletçi–seçkinci bir grup tarafından bir karşı devrim hareketiyle şekil- lendirilmeye çalışıldığını söylemek ve Devrim’in kurucu aklı Humeyni’nin Devrimin ideali dışına çıkarılmak istendiğini ifade etmek yanlış olmayabilir.

İran Devrimi, –Türkiye’nin temel ilgi alanları olan– ABD, Batı ve modernizm karşıtı bir hareket olmasına rağmen Türkiye, barış içinde bir arada yaşama (peaceful coexistence) politikası ve iradesi gösterebilmiştir. İran ise içinde bulunduğu bunalım- lı durum ve (Irak ile) savaş hali nedeniyle Türkiye’ye yönelik pragmatik bir tutum izlemiştir (Gundogan, 2003: 10). İran Devrimi’nin gerçekleştiği zaman dilimi, Tür- kiye’nin çok ciddi siyasi ve ekonomik problemler içinde bulunduğu bir dönemdir. Gerek Türkiye içindeki kargaşa durumu gerekse ABD ambargosunun yol açtığı eko- nomik sorunlara bir de sınır komşusu İran’dan gelen Devrim’in yol açtığı endişeler eklenince Türkiye bütün bu sorunlara bir çözüm bulmak adına Batı ve hassaten ABD ile işbirliğine yönelmiştir. Türkiye’de 12 Eylül Darbesi’ni hazırlayan koşullar içinde bu noktada İran Devrimi önemli bir rol üstlenmiştir. Zira laik–olmayan Orta Doğu karşısında laik Batı’nın desteği Türkiye için daha faydalı görülmüş; ABD ile işbirliği

Türkiye açısından içinde bulunduğu kötü durumdan çıkmak için bir ümit kaynağı olmuştur (TBMM, 2012 I. Cilt: 667–668).

1970 ve 80’li yıllarda Türkiye, siyasal istikrarsızlığın getirdiği ekonomik istik- rarsızlıkla ve çok büyük sosyal ve toplumsal sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalmıştır (Tutar, 2006:147–148). 1970 ila 80 arasındaki bunalımlar ve karmaşa, büyük mali- yetlere yol açan bir darbeyle sonuçlanırken, Türkiye açısından yeni bir dönemin ha- bercisi olmuştur. Türkiye açısından 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin mirası ve sonu- cu olarak değerlendirilen bu kriz döneminde askeri bir darbeyle durdurulmaya çalışı- lan sivil irade, hem 1960–80 arası dönemde büyük çatışma ve bunalımlara kapı ara- lamış hem de benzer bir başka askeri müdahalenin zeminini hazırlamıştır. 27 Mayıs, sonuçları ve ilan ettiği anayasal sistemiyle, yine askeri rejimlerin hâkim olduğu 12 Mart ve 12 Eylül Türkiye askeri ihtilallerine giden yolu açmıştır. Feroz Ahmad’a göre, sürüp gitmekte olan siyasi şiddet ve kan, darbeci generalleri müdahaleyi dü- şünmeye sevk etmemiştir. Eğer öyle olsaydı, daha önce müdahale edebilirlerdi ve etmeleri de gerekirdi. Bu açıdan bakıldığında, generallerin müdahalesinin asıl nede- ni, İran Devrimi’nden sonra Batı için bir anda stratejik önemini artıran “Türkiye’nin istikrarı ile ilgili kaygı ve tazyik durumlarıydı” (Ahmad, 1994: 355).

TSK’nın 12 Eylül’de olduğu gibi yönetime zaman zaman müdahale etmesinin altında bazı nedenler yatmakta ve müdahale gerekçeleri açıklanırken de bazı analiz- ler yapılmaktadır. Örs’ün analizine göre, Türkiye’de askeri yapının özellikleri müda- halelerde etkili olmakla birlikte, siyasal kültür, siyasal yönetimin başarısızlıkları ve ekonomik bozulma, meşruiyet yitimi gibi çevresel faktörler de müdahalelerde önemli unsurlardır. Türkiye’de Ordu’yu müdahaleye sevk eden ve kolaylaştıran faktörler, genellikle siyasal yönetimin başarısızlığı ve ekonomik kötüye gidiştir (Örs, 1996: 31–71, 148–174).

12 Eylül gerçekleştikten sonra yönetimi ele alan TSK, kendisine yöneltilen