• Sonuç bulunamadı

Yazma-Okuma İlişkisi

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 46-51)

Düşünme, yazma eylemi için ön koşuldur. Yazmanın ikinci koşulu ise yazarın düşünen insandan okuyan insan haline gelmesiyle gerçekleşir. Okuma eylemine yol açan, yazma eylemidir (Derrida, 2010, s.2). Derrida için bu iki eylem yaratıcısıyla yüz yüze gelmeden, yaratıcının yokluğunda bıraktığı boşluğun anlamlandırılmasıyla ilgilidir (Derrida, 2014, s.11). Fakat bu iki eylemin bir arada anılması birbirine özdeş olduğu anlamına gelmez. Yazmanın okumayla olan ilişkisi şu üç bağlamda ele alınabilir: ilk bağlam, yazarın yazma eylemine başlamadan önce yaptığı okuma ve okumanın yazma eylemini nasıl etkilediği konusudur. İkinci bağlam, yazarın kendi yazısını okuma durumunun ne olduğu üzerinedir. Üçüncü bağlam ise yazma eylemi sonunda ortaya çıkan yazının, yazar olmayan okuyucu tarafından okunması durumudur.

Bu üç bağlam değerlendirilmeden önce okuma eyleminin ne’liği üzerinde durulmalıdır. Okuma, henüz keşfedilmemiş ve görülmemiş olanın kapısını açar. Okuma eylemiyle seslendirilen kelimeler bir şekle girer (Wittgenstein, 2006, s.90). Kelimenin şekle girmesi onun anlaşılması ve yorumlanmasıyla olur. Demek ki okumak yorumsal bir eylem, felsefi bir deneyim ve içsel bir görevdir. Okumanın felsefi bir deneyim olarak kabul edilmesi şu üç varsayıma dayanır. İlk varsayıma göre okumak, öznel bir eylemdir. Bu öznelliğin içerisinde Öteki’yle temas kurmanın ve bireysel dönüşümün yolunu açar (Piercey, 2011). İkinci varsayıma göre okumak, Ben’in ve Öteki’nin içinde bulunduğu gerçeğe dair bir tavır alıştır. Gerçeğe dair tavır, zamanın algılanmasıyla ilgilidir. Şimdi ve geçmişe dair eş zamanlılık içerisinde geçmişe ait olanı korumayı ve geleceğe dair öngörüyü beraberinde getirir. İlk iki varsayıma bağlı olarak üçüncü varsayım, okuma sırasında Ben’den farklı var olan olarak nesne ve nesnenin bambaşka yüzünün ortaya çıkmasıdır. Tavır alınan gerçeklik bu nokta da gerçekleşme olanağı olan olarak görünür. Bu kişinin kendisiyle yüzleşmesini sağlar. Okuma eyleminde bulunan birey gözünü açar, duruşunu değiştirir (Gümüş, 2004, s.38).

Bu durumda okuma sadece yazılı bir metin üzerinden mi yapılır? Gerek felsefi alanda gerek sanatsal alanda okumanın nasıl olacağına ilişkin yapısalcılık, göstergebilim, dilbilim

35

ve hermenötik gibi akımlar tarafından birçok yöntem ileri sürülmüştür. Bu yöntemlerin ortak özelliği okumanın anlama ve yorumlama faaliyeti olmasıdır.

Örneğin, Derrida’nın ileri sürdüğü yapısöküm yorumsal bir okuma biçimi olarak, gerçeğin arkasındaki gerçek olmayana ve okunanın ötesinde okunmayana odaklanır. Bu türden bir okuma aynı zamanda meydan okuma özelliğine sahiptir. Çünkü yazarın bilgeliğinin bittiği yerde okuyucunun bilgeliği başlar (Proust’tan aktaran, Gümüş, 2004, s.48).

Okuma, Derrida’ya göre düşünce için ön harekettir ve felsefi söylemi yazma eylemine döken bir eylemdir (Derrida, 2010, s.10). Okumayla söylem kendini okuyucuya ödünç verir. Bu ödünç vermede söyleme ilişkin genel kabuller askıya alınır ve söyleme karşı yeni kabuller ortaya konur (Derrida, 2010, s.46). Okumanın düşünmeye alan açması bu şekilde açıklanır. Okuma sürekli anlam üreten bir eylem ve yazının tekrar yazılması olarak, yazma eylemini yeniden gerçekleştirir. Çünkü söylem, uzlaşım içindeki yazan ve okuyanın eyleminde güncel, canlı, bilinçli bir tasarımdır (Derrida, 2011, s.156).

Derrida bir okuma biçimi olarak geliştirdiği yapısökümün tüm yazılı metinlere uygulanabileceğini ifade eder. Diğer taraftan hermenötik kutsal metinlerin anlaşılması için yöntem arayışları sonucunda, 19. yüzyılda Schleiermacher ve Dilthey’le bir kırılma yaşayarak yeni bir okuma biçimi olarak ortaya çıkar. Kutsal metinlerin yanında diğer yazılı metin ve ifadelerin ve buna ek olarak sözlü ifadelerin de anlaşılmasını sağlayacak bir okuma biçimi olarak yeniden tasarlanır. 20. yüzyıla gelindiğinde Heidegger ve Gadamer’le birlikte bu yorum ve anlaşılma tüm hayatın ve yaşamın anlaşılması şeklinde yeniden tanımlanır. Bir okuma yöntemi olarak hermenötiğin geçirdiği bu evrim, yazmanın okumayla olan ilişkisi çerçevesinde değerlendirildiğinde, okumanın sadece yazılı bir metin üzerinden olmadığı ve yazmanın konusu olan dünyanın, hayatın, insanın kısacası tüm var olanların da okunabildiği düşüncesine ulaşılabilir.

Bu durumda yazar yazmaya başlamadan önce iki tür okuma gerçekleştirir. İlk tür okuma klasik anlamda okumadır. Yazar yazacağı şeyle ilgili diğer yazılı eserleri okur. İkinci tür okuma ise, yazarın yeniden anlamlandırma, keşif ve deneme süreçlerine tabi tuttuğu içinde yaşadığı dünyanın okumasıdır. Bu iki okuma türü arasında hiyerarşik bir sıra yoktur. Yazılı bir eserin okunmasıyla elde edilen bakış açısı ile dünyanın okunması mümkünken, dünyanın okunmasından sonra hangi yazılı eserin okunacağına karar vermek de mümkündür.

36

İlk olarak klasik okuma ele alınırsa, yazar neden başka yazılı eserleri okumak ve onlarla karşı karşıya gelmek istemektedir? Bu isteğin temel sebebi bilgiye ya da duyguya ulaşmaktır. Fakat bu istekteki kilit nokta, okuyan özne olarak yazarın bilgiye ya da duyguya ulaşmasını sağlayan Öteki’yle ve onun bilinciyle karşılaşmasıdır. Bu karşılaşma yazarın bir başka yazarla karşılaştığı an olarak da önemlidir. Böylece okuyucu olarak yazar özne pozisyonundayken, yazma eylemini sonlandırmış bir başka yazarın metni onun için nesne pozisyonundadır. Okuma yoluyla yazılı eseri her defasında tekrar anlamlandıracağı için aslında pasif anlamda yazarlık yapmaya devam etmektedir. Derrida’nın deyişiyle okuyan yazar, diğer yazarın yazılı eserine attığı imzanın üzerine bir karşı-imza atıyordur. Okuyan yazar karşı-imza atarken önemli olan, metin içindeki düşüncelerin takip edilmesi, diğer yazarın yönteminin ve bakış açısının anlaşılması ve tekrar yorumlanmasıdır. Bu ilk durumda okuma, Gümüş’ün de (2004) dediği gibi yazarın gölgesini takip etmeyi gerektirir (s.28). Okuyucu olarak yazarın keşfettiği yeni düşünceler, yorumlar ya da yeni alanlar; yazma eylemi sırasında yeni bir düşünce oluşturabilmesinin, keşfettiği düşünceyi farklı bir bakış açısı oluşturarak aşmasının yolunu açar. Böylece her okuma farklı bir bakış açısı, kişisel bir algı ve görmeyi beraberinde getirdiği düşüncesine ulaşılır.

Yazarın bakış açısı, yazma ve düşünme ilişkisinde ortaya konan ilgi ile belirlenir. Bakış açısı, bir yerden bakmanın açısıdır. Bakan, yazarın kendisiyken; bakılan, dünyadır. Bakmak açıklamak ya da tespitten öteye gidemeyecek bir eylemdir. Bu yüzden bakma, görme ile tamamlanmalıdır. Yazar dünyaya dönmüş ve ona bakan durumundadır. Dünyanın okunması, bakılan dünyanın görülen dünya olmasıdır. Böylece yazma eyleminin konusu olabilir. Bu dönüşüm için dünyanın fark edilmesi gerekir. Fark edilen dünya içerisinde ki benzerlikler saptanır ve bu benzerliklerden hareketle durumun ötesine geçmek için bir oyuk açılır. Dünyaya dair farklı bir bakış oluşturmak düşünmenin genişlemesiyle ilgilidir. Genişleme verilen bilginin ötesine geçmeyi zorunlu kılar (Lipman, 2003, s.249). Dünyanın okunması, göstergebilim, Marksizm, sembolizm ve alımlama estetiğinin obje çözümlemesi düşünceleri ele alınarak açıklanabilir. Yazarın gördüğü dünya bir göstergedir. Gösterge olan dünya başka bir şeyin yerine anlamlı olarak geçebilecek herhangi bir şeydir (Demir, 2016, s.96). Görmek, dünyada yeni bir boyut açmaktır. Bu yeni boyut, sembolizmi teorik hale getiren James Joyce’nin belirttiği ve edebiyatının temelinde bulunan epifanya tezahürüne benzer bir durumdur. Epifanya “ortaya çıkma” anlamına gelir. Dünyanın yazar tarafından okunması; başka-bir-dünyanın ortaya çıkarılması, açılımı ve keşfi demektir.

37

Yeniden kurulan bu dünya ontolojik çözümlemesi yapılmış ve nesnel dünyadan bağımsız olarak oluşturulmuştur. Çünkü yazarın yöneldiği ve kavradığı dünya Marksist estetiğin sanat objesini ele aldığı gibi, doğanın objesi olmaktan kurtulmuştur. Dünya, artık yazarın objesidir. Onun eyleminin ürünü olarak başka bir şekilde var olmuştur. Bundan dolayı yazma eylemi bilgi oluşturma süreci değildir, anlamı yeniden kurma sürecidir.

Yazmayla durum, olay, bağlam, içerik yani tüm var olan yeniden yaratılır. Okuma eylemi derinleştikçe görme artar. Görme arttıkça, yazma eylemi daha sağlam temeller üzerine oturur. Artık görme sayesinde dünyada açılan yeni boyutla anlam tek olmaktan çıkar, sarsılır ve derinlemesine işlenir.

Göstergebilimin üyelerden biri olan Eco (1992), düşüncenin ortaya konulmadan önce yeniden okumayla onaylanması gerektiğini söyler. Çünkü okuma her zaman bir şeyler öğretir ve kelimelere alışık olunmayan bir tarzda, başka bir şekilde yaklaşılmasını sağlar (s.80). Bu düşünce yazma eyleminin gerçekleştiricisi olan yazarın dünyayı okuma durumuna uyarlandığında dünyanın ve hayatın okunması, onların tüketilebileceği anlamına gelmediği sonucuna ulaşılır. Yazar dünyayı okumasıyla onu tekrar yazan ve yorumlayan kişidir.

Iser’in kurucu olduğu ve Sartre’nin benimsediği bir okuma biçimi olan “alımlama estetiğine” göre alımlamanın anlamı karşılama, alma ya da bir eserin etkisi, olarak tanımlanabilir. Bu çağrılma ve karşılanma, değerlendirmenin tamamlayıcı bir öğesidir (Demir, 2016, s.272). Çağıran dünya ile dünyayı okuyan yazar arasında fenomonolojik bir etkileşim vardır. Bu etkileşim sırasında dünya anlamlandırılırken, anlamda bulunan boşluklar, yazma eyleminde ortaya çıkar. Belirsizlikler daha açık hale gelir. Yazmak eğitir, dünyaya son halini verir veya onu kurar. Yazar, dünyayı başka-bir-dünya olarak yaratırken gelişigüzel veya rastgele bir biçimde değil de düzen içinde tasarlar.

Yazma eylemiyle anlamı, dünyayı, düşüncesini ve kendinden başka yazarlar tarafından ortaya konan düşünceleri tekrar kuran yazar, kendi yazısını okuyabilir mi? Okumak, Antik Yunan’da tanımak ve gerektiği gibi düzenlemek anlamlarına gelir. Tanıma ve düzenleme esnasında düşünceler korunur. Düşünceleri korumak için yazıya dökülmesi ve yazar tarafından okunması gerekir (Foucault, 2015, s.302).

Yazma eylemi sırasında ya da sonrasında yazının kendi yazarı tarafından okunması özne problemiyle ele alınmalıdır. Kişinin kendini ve düşüncelerini yazılı olarak ifade etmesi, kendini Öteki bilinç veya kendisi için nesne yapabilmesi demektir (Bahtin, 2016, s.114).

38

Fakat özne ile nesne arasındaki ilişki araya mesafe konabilmesinden kaynaklanmaktadır. Yazma eylemi sırasında yazarın ortaya koyduğu her şey kendine aittir. Aidiyet düşünceye, bakış açısına ve keşfe dairdir. Bundan dolayı yazar yazısıyla arasına bir mesafe koyamaz. Yazar için var olan yazı değil, yazma eylemidir. Yazma eylemi oluşmakta olan düşüncenin tamamlayıcısıyken; eylemin sonunda ortaya çıkan yazı yazarın düşüncesini çerçevelemiş ve yorumsal açılım için okuyucuyu bekler hale gelmiştir.

Bu noktada okuma yazılı nesneyi ortaya çıkaran bir eylemdir. Sartre okumanın bir tür varsayımdan ibaret olduğunu söyler. Ona göre yazmak bir tür yarı-okumadır ama okumadan farklıdır. Okuyucular hep okudukları cümlenin ilerisinde, olası bir gelecek içerisindedirler (Sartre, 2008, s.49). Sartre’nin bu düşüncesi, özne-nesne ilişkisi yazar ve yazısı arasındaki gerilime uyarlandığında oldukça makul görünmektedir. Yazar da sözcükleri görür ama onun görmesi okuyucudan farklı bir görmedir. Okuma eylemi bir ön görüyü gerektirirken; yazma eylemi dilin, dünyanın, düşüncenin düzenlenmesi ve tasarımı olarak ortaya çıkar. Bu yüzden yazar kendi eserini aradan yıllar geçinceye, onu unutuncaya kadar belki de hiçbir zaman okuyamayacaktır. Çünkü ona nesne gibi davranamayacak, araya mesafe koyamayacaktır. Her seferinde kendi öznelliğiyle karşılaşacaktır, bu öznelliğin sınırlarına kadar gidecek fakat onu aşamayacak kişidir o. Blanchot bu durumu “giz” olarak nitelendirir. Yazı, yazara ait fakat ondan ayrılmış bir gizdir. Bu sebeple yazar yazısını asla okuyamayacaktır (Blanchot, 1993, s.192).

Bu durumda yazma eylemi bitiminde, yazarın imzasını taşıyan fakat yazarın okuyamayacağı ve düzeltemeyeceği yazı, okuyucunun dünyası haline gelmiştir. Yazma eylemiyle dünyanın yeniden yorumlanması, yorumun kendisi ve yorumlayan okurun yorumu arasında diyalektik bir ilişki vardır. Çünkü yazma eylemi sırasında, yazarın kurduğu dünya betimlenir. Yazar betimlenen dünya içinde bir iz ve gölge gibidir. Fakat eylem sonunda bu dünyanın okuyucuya açılması, tekrar yorumlamaya tabi tutularak başka bir dünya haline gelmesi demektir.

Bu anlayış yazma-okuma ilişkisinin değerlendirilmesinde bu bölümün başına dönmeyi salık verir. Bu salık verme ile yeniden “okuma nedir?” sorusu gündeme gelir. Bilgi edinmek için okumakla, anlamak için okumak farklı şeylerdir (Russo, 2012, s.27). Bilgi için okuma işlevsel özelliğe sahiptir, sonuç odaklıdır. Öğrenme gerçekleştiğinde okuma eylemi işlevini yerine getirmiş olduğu için ortadan kalkar. Anlamak için okumaksa süreci ifade eder. Bu süreçte okuyucuyla-yazar arasındaki ilişki yaşamın anlaşılır kılınması

39

üzerinedir (Kuhn, 2002, s.57). Okuma nesnesi olan yazı, eylem boyunca değerlendirmeye tabi tutulur.

Değerlendirme süreci şu şekilde açıklanabilir: Yazıda ortaya konulanlar yazarın Ben’inin ürünüdür. Yazıyla ilişki kuran okuyucu ise bir başka Ben’dir. İki benliğin buluşma yeri olarak yazı metni bağlayıcı bir özelliğe sahiptir. Bu durum anlamın ertelenmesine ve askıya alınmasına yol açar. Okuyucunun benliği yazının yaratıcı potansiyelini ortaya çıkarır (Ergin, 2017). Okuyucuyu yaratırken keşfeden, keşfederken yaratandır. Çünkü okuma eylemini gerçekleştiren kişi sözcüğün dışındaki anlamı yakalayan, bir yaratıcıdır (Sartre, 2008, s.49).

Okuyucunun bu yaratıcı etkinliğinin altında ilk olarak yazılanların kabul edilmesi, ikinci olaraksa kabulün ötesine geçme ve kabulü aşma çabası vardır. Böylece okuyucunun okuma eylemi sırasında yazı içerisinde bazen aktif bazen pasif rol oynadığı görülür. Yazının aktifliği Sartre’nin dediği gibi okuyucunun karşısına bir ödev gibi çıkmasından kaynaklanır. Yine de okuyucu, okuma eylemini başlatmaya yönelik aktif bir özgürlük içerisindedir. Yazının pasifliği ise okuyan kişi tarafından manipüle edilebilir olması ve yanlış anlaşılabilmesinden gelir (Ergin, 2017). Yazının yanlış anlaşılması, tez, anti-tez, yinelenebilirlik ve tekillik özelliklerine sahip olmasıyla ve bu özelliklerin ancak okuma eylemiyle ortaya çıkarılmasıyla ilgilidir (Derrida, 2010, s.65). Eserin tekil olması ve yinelenebilir olmasının nedeni onun tarihsel bir bağlamda ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yüzden her okuma, yazıya ve yazının ortaya konduğu tarihsel bağlama özgü olmalıdır. Okuma eylemi düşünme eylemini beraberinde getirdiğinden, düşünme eylemiyse bir iç monolog olduğundan, yazı ile okuyucunun karşılaşması karşılıklı bir diyalog başlatır (Ergin, 2017). Okuma eyleminde bulunan kişi, okuduğunu yalnızca kendine katmışsa bu okuyan kişinin okunanı tükettiği anlamına gelir. Oysa anlam tüketilemezdir. Anlamın tüketilememesi, sürekli başka bilinçler tarafından yorumlanmasıyla ilgilidir. Yorumun sürekliliği için okunan başkasına aktarılmalıdır. okuma eylemi ancak bu şekilde yansıtıcı olur (Karasu, 1977, s.22). Bu yansıtma ya tekrar yazma ya da konuşma ile olacaktır.

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 46-51)