• Sonuç bulunamadı

Gerçeklik, Dil, Düşünce ve Yazı İlişkisi

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 101-108)

5.4. Gerçeklik Nedir?

5.4.2. Gerçeklik, Dil, Düşünce ve Yazı İlişkisi

Yazar, eylemiyle gerçekliği anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Anlama yaratmaya yönelmiştir. Asıl olan gerçekliği, anlamaktır (Camus, 1998, s.14). Bunun yanında yazmak, eylemsel olarak bir yargıda bulunmayı da gerektirir. Ama anlama her zaman yargının önünde yer almalıdır. Yargıda bulunmak, değerlendirme etkinliğini gerçekleştirmek demektir. İnsan anlayabildiği ve değerlendirebildiği gerçeklik üzerine yargıda bulunabilir. Anlama ve değerlendirme dil sayesinde olur. Çünkü dil hem anlamı taşır hem de değerlendirmeye dayalıdır (Murdoch, 2015, s.304). Dilin bu özelliği yazarın yazma teşebbüsüne hazırlığıdır.

Anlam dildedir fakat nihai anlama olamayacağından anlamın ortaya çıkması için dil yorumlanmalıdır (Arslan, 2015, s.xv). Yorum anlamadan sonra gelerek, anlaşılacak olanın içeriğine katılır (Gadamer, 2009, s.190). Anlam, rasyonaliteye karşı savaşım veren gelenekle ilgilidir. Dil ise geleneğin geleneğidir (Arslan, 2002). Bu yüzden anlamın ortaya çıkabilmesi için, geleneğin dolayısıyla dilin yorumlanması gerekir. Dilin gelenek ve kültürle olan bu ilişkisinden dolayı yorum da gelenekle, hayatla ve dil tarafından yaratılan dünyayla ilgilidir. Dilin yorumlanması bir bakıma tercüme edilmesi demektir. Okuyucu yazarın dilini tercüme ederken; yazar gerçekliği anlamlandırarak, yorumlayarak ve tercüme ederek, dile döken kişidir. Tercüme bir vurgudur, dikkat çekmedir (Gadamer, 2009, s.173). Yazar, eylemine ilişkin çerçevesini bu vurgu etrafında oluşturur. Okuyucunun yazarın dilini anlaması, onu yorumlaması ve kendi diline tercüme etmesiyle olacaktır. Gadamer (2009) bu ilişkiyi “ufukların kaynaşması” olarak adlandırır (s.176).

Anlama, yorumlama, tercüme etme ve betimleme süreçlerinde yazar hermenötik bir süreç içinde yazma eyleminde bulunur. Hermenötik süreç içindeki yazar, dünyaya ve varlığa ait gerçekliği ortaya koyar. Bu anlamda dil, Dilthey’e göre tecrübelerin paylaşımını sağlarken, Gadamer’e göre anlaşmaya varılmasını sağlar. Bu yüzden dil, anlamanın ve uzlaşmanın iki insan arasında gerçekleştiği ortam, aynı zamanda hayatın icrası olarak yorumlanır (Gadamer, 2009, s.170).

Gerçekliği ortaya koyma biçimlerinden biri de dil eylemleriyle olduğuna göre, yazarın gerçeği bağlı olduğu dille oluşmuştur. Dil-düşünme ve gerçeklik ilişkisi Parmenides’ten beri hakim olan bir düşüncedir. Antik Yunan’da düşünme, bir şeyin düşünülmesi; dil de düşüncenin yansımasıdır. Bu anlayışta dil-düşünce-dünya ilişkisi özdeşlik içinde ele alınır. Platon’a göre dil, her zaman var olanı işaret eder ve düşünceyle iç içedir (Gündoğan,

90

2002). Aristoteles’e göre konuşma, düşüncenin; dil, duygu ve düşüncenin objesini yansıtan bir araç olarak iş görür (Aster’den aktaran Coşkun, 2014). Aristoteles’te varlığın yasaları, düşüncenin yasalarıyla uygunluk taşır. Dil, varlık ve düşünce arasındaki ilişkinin doğru bir şekilde iletilmesini sağlar. Ona göre Varlığa ait kategoriler aynı zamanda dilin de kategorileridir. Varlığa ait on kategori olduğuna göre, dil eylemi varlıkla ilgili on yargıda bulunabilir (Gündoğan, 2002). Antik Yunan filozoflarının dilin, düşünce ve varlıkla olan ilişkisini bu kadar yoğun vurgulamalarının nedeni, dili sadece bir alet olarak görmemeleridir. Dünya tecrübeleri, kültürleri ve hayatları konuştukları dille şekillendirmiştir (Gadamer’den aktaran Kearney, 2010, s.203). Yine de dilin varlıktan bağımsız, hatta yerine göre varlığı bize keşfettiren değil de varlığı inşa eden bir tarafı yok mudur?

Platon için gerçek ve hakikat olan idealar saftır ve bu saf oluşun dille ilişkisi olup olmadığını Deleuze’ye (2015) göre Kratylos Diyaloğunda sorgulanmıştır. Diyalogda dilin iki tarafı vurgulanır: birincisi, görünüş, hareket ve oluş halindeki dil; ikincisiyse ideaların etkisinde durağanlık ve duraklamanın hüküm sürdüğü dildir. Dil bu yönüyle hem sınır çizer hem de sınırların ötesinde sonsuz özdeşlikler oluşturur (s.18-19). Dile ait sınır, ideal düzlemdeki gerçek söz ile insanların bulunduğu dünyanın bazen çağrışımlara bağlı bazen özenle akılsal olarak oluşturulmuş söz, arasında çizilmiştir (Eflatun, 1960, s.306-307). Platon’a göre adlandırmak bir eylemdir. Bu eylem bağlantı kurma ve soyutlamayla gerçekleşir (Akarsu, 2001, s.104). Başka bir deyişle dil, gerçeklikle ilişkisinde hem araçsal olarak kullanılarak uzlaşım sağlar hem de yaratıcı ve biçimlendirici olarak varolur (Coşkun, 2014).

Diğer taraftan Kant’a göre dilin formları düşünceyi doğru yansıtır. Ancak dilin düşünceyi yansıtması, düşünce objesinin kopyasını çıkarması demek değildir. Obje, düşünme formlarının duyu gereçlerine biçim kazandırmasıyla, düşünme etkinliğinin sonucunda oluşur (Aster’den aktaran Coşkun, 2014). Kant, fenomen-numen ayrımıyla düşünceye bir sınır çizer (Gündoğan, 2002). Böylece dili sadece fenomen alanına bağlar. Bu durum dilin yaratıcı özelliğinden çok keşfettirici özelliğini ön plana çıkar. Kant’ın bu düşüncesinden yola çıkıldığında yazma eyleminde dil, sadece görünüş gerçekliğini aktarmak için kullanılabilir.

Bu çıkarım yazmanın kurgusal tarafını yok sayar gibi görünmektedir. Gerçeklik açısından bakıldığında Deleuze’nin Platon okumasında da olduğu gibi dil davranışlarıyla düşünme iç

91

içedir (Sözer, 1981, s.56). Böylece dil eylemi ve düşünme eyleminin beraberliği süreklilikle karakterize olur. Fakat bu aralarında bir özdeşlik olduğunu mu gösterir? Dilin düşünmeden, düşünmenin de dilden bağımsız bir tarafı yok mudur? Çotuksöken, Benveniste ve Saussure’den beri insanın varlığı, düşünmesi aracılığıyla değil, dili aracılığıyla kavrandığını, söyler (Çotuksöken, 1994, s.238). Dil, düşünmenin kaynağıdır ve infansın insana geçmesini sağlar. Düşünce, en yüce dilin keşfedilmesini sağlar. Bu anlamda düşünme de bir tür yazıdır. Düşünme evsiz bir eylem olduğundan, düşüncenin yazısı da “fısıltısız bir yazmadır”. Yine de bu düşüncenin yüksek sesle söylenmesine engel değildir (Blanchot, 1993, s.35). Konuşmanın hemen ardından düşünmenin yüksek sesle söylenmesi ve insanın tarihsel-özne olarak ortaya çıkışı yazma eylemiyle alakalıdır (Çotuksöken, 2002, s.238).

Diğer taraftan Barthes (2007) yazma eyleminde dile farklı bir açıdan yaklaşır. Ona göre iletişimin temelinde bulunan ses olarak dil ile yazı arasında insanlık tarihinin başından beri karanlık bir ilişki vardır. Çünkü yazma, işitsel seslenmeden kopuk bir şekilde var olur. Böylece yazı, söz ve tarihsel özne arasında bedensel ve toplumsal bir kopukluk oluşur (s.45). Barthes’in ses ve yazı arasında yaptığı bu ayrım Gadamer’in düşünceleriyle değerlendirilebilir. Gadamer’e göre dilin işitsel seslenmeden koparılabilmesi, yazılabilmesinden kaynaklanmaktadır. Bununla beraber yazıda yorumlanan ya da anlaşılmaya çalışılan, konuşmadan farklı olarak dilin temeli olan kelimelerdir. Gadamer dili, yönelimine sahip olunan dünya ile şeyler arasında mesafeyi sağlaması olarak, dünyayı aşan ve ortaya koyan bir etkinlik olarak görür (Gadamer, 2009, s.253-254).

Dilin sahip olunan dünyayı aşması ya da oluşturması, bir hafıza yaratmasından gelir. Çünkü dil bireysel, toplumsal ve tarihsel hafızayı oluşturur. Hafıza, düşüncenin muhafazasını sağlar. Düşüncenin saklandığı yer dildir. Çünkü düşünce ve dil arasında döngüsel bir ilişki vardır. Düşünce bir döngüye girdiğinde kökensel bir şeyle ilgileniyor ve ilgilendiği kökenin devinimsel yapısına yaklaşıyor demektir (Blachot, 1993, s.86).

Düşünce ve dil arasındaki bu döngüsel ilişkiyi anlamak için dilin mahiyetini sorgulamak gerekir. Dilin düşünceye karşı önceliği, düşüncenin en büyük yaratımı olan kültürün yapısıyla ilgidir. Kültür, insanın doğuştan getirmediği fakat doğaya ilave ettiği her şeydir (Bayraktar, 2013, s.13). Doğaya ek olan kültür, insan doğasında bulunan dil sayesinde oluşacaktır. Bu görüş ilk başta J. G. Herder tarafından ortaya konmuş ve ardından Nietzsche, Heidegger ve Humboldt tarafından sürdürülmüş bir düşüncedir. Humboldt, dil

92

ve düşüncenin karşılıklı etkileşim içinde olduğunu söyleyerek, dilin düşünceyi biçimlendirdiğini vurgular. Dolayısıyla Humboldt’a göre dil, insanı var eder (Humboldt, 2011, s. 159). Çünkü düşüncenin kökeni, dildir. Dilin kökeni ise kelimedir. Düşüncedeki kelime önce dilde ortaya çıkar. Hegel’in de dediği gibi dilin yapı taşı olan kelime, tasavvurun göstergesidir (Hegel, 1982, s.44).

Kelime, dilin her türlü kullanımını gösteren ve dille karşılıklı belirlenim içerisinde yer alan, insanın davranış biçimlerini ortaya koyan bir dil eylemidir. Barthes’e göre kullanımla somutlaşmamış hiçbir kelime dile bağlanmazken, dilden alınmamış kelimede olanaklı değildir (Göktürk, 1997, s.33). Yazar, kelimeyi eyleme dönüştürürken yani yazarken dönüştürmeyi amaçladığı var olanı işaret eder (Çotuksöken, 2002, s.82). Var olan görünüştür; görünüşü dönüştürmekse bir bakıma, arkasında yatan gerçeği görünür kılmaktır.

Görünüş gerçekliğinde de kurgusal gerçeklikte de yazmanın mekanı dildir, dilin mekanı ise yazıdır. Yazmak, yazarın dilde mesken tutmasıdır. Yazarın meskeni ise, doğumundan itibaren barındığı ana dilidir. Çünkü düşünme eyleminin ilk gerçekleştiği yer ana dildir (Arslan, 2002). Yazar ana diliyle oynayan, onu süsleyen, sınırlara taşıyan ve tanıtan kişidir (Barthes, 2007, s.121). Ellul’un bahsettiği gerçeklik anlayışıyla Uygur, Karasu ve Foucault’un ana dil vurgusu, yazarın eylemi sırasında, içinde bulunduğu gerçekliğin niteliğini vurgular. Ana dil, hayatın hangi eksende döndüğünü, kültürün hangi alanlarda geliştiğini, yazarın hangi coğrafyada yaşadığını gösterir. Çünkü dil, hayata kültür ve düşünce ile bağlantılıdır, süreklidir, sürekliliği içerisinde dile dair her buluş yeni bir olanağın keşfedilmesini sağlar (Karasu, 1994, s.29). Özgürce düşünme, özgür bir ana dile bağlıdır. Düşünme dil yoluyla, insana özgür olma olanağı sunar (Akarsu, 2001, s.116). Yazarın ana dili dışında başka bir dille karşılaşması, Foucault’un (2016) aktarımıyla, dilde daha önce görülmemiş bakış açılarının fark edilmesini demektir (s.29). Çünkü tecrübeler dile bağlıdır ve ana dil dışında öğrenilen her yabancı dil, yeni tecrübeler sunar ancak yazarın nihai olarak döneceği dil yine kendi ana dilidir (Gadamer, 2009, s.260).

Dilde kullanılmaya başlayan kelime eğer dışarıdan yani başka bir dilden alınmışsa etimolojisi ve yaşantısıyla düşünceyi etkiler. Çünkü dil ve dilin birimi olan kelime dilin hayat verdiği dünyanın hem devamlılığını sağlar hem de bu dünyaya dair değişimleri gösterir (Gadamer, 2009, s.262). Bu yüzden dışarıdan alınan kelimenin, kültürel hayatta bir karşılığı yoksa ontolojik bir boşluğa ya da anlamsızlığa yol açabilir. Bu boşluk yazarın

93

üslubuna yansıyacağı gibi, sorumluluktan uzak bir yazma eylemine ve özgürlüğünü kötüye kullanımına yol açar. Yazarın dili işlemesi, Karasu’nun dediği gibi, dil kurallarının ötesine geçmeyi; Gökberk’in belirttiği gibi, dile egemen olmayı ve dilin ruhuyla beraber yürümeyi gerektiren bir yaratıcılıktır (Gökberk, 1997, s.71; Karasu, 1994, s.27). Bundan dolayı düşüncenin ontolojik temellere dayanan dille beslenmesi yazma eyleminin kültürel ve toplumsal tarafını oluşturur.

Dile ilişkin her şeyin kaynağını “insanlık ve toplumsallık” oluşturur. Barthes böylece insanın ve toplumun her an her yerde kendisinin göstergesine dönüşebileceğini söyler. Bu düşünce Lukacs’ın dilin tüketilemez olduğu düşüncesiyle paralel işler. Dil bir gösterge olarak anlatım düzlemini oluşturur (Barthes, 1979, s.31). Anlam üreten ve anlamlı olan dilin tarihi Lofmann’a göre insanlığın tarihidir. İnsanlık tarihi ise gerçek anlamda felsefe tarihidir (Sözer, 1981, s.53).

Düşünce olarak felsefe, yaşantı olarak kültür yaratan dil ve dil eylemleri; mitler, semboller, alegoriler, metaforlar ve tarih içerisinde bulunur. Dili sembolik formlar felsefesinin içinde değerlendiren Cassirer’e göre dil, Ben’i temsil eden farklı ifade araçları olarak ele alınır (Coşkun, 2014). Ben’in gerçekleşmesi özne ve eyleme bağlıdır. Bu anlamda dil bir eylemdir ve dilin eylemselliği yaşamdan etkilendiği gibi yaşamın içerisinde yer bulur. Yazar dili kullanırken ana dilinden, kendinin kültüründen ve kültüründeki dilsel sembollerden etkilenecektir. Çünkü sembolik dil insanın dünyaya yönelimini belirler, diğer sembolleri anlama ve tekrar sembol yaratma imkanı verir. Sembolik dille paylaşılan anlam değil, anlam inşasıdır (Çebi, 2008). Anlamı inşa eden yazar sembollerden ne kadar etkilendiğinin ve etkilenimini nasıl ortaya koyduğunun ve bu sembolleri nasıl kullandığının bilincinde olmalıdır. Böylece yeniden kurguladığı ve yeni bir gerçeklik kazandırdığı dilin sorumluluğu alabilir.

Diğer taraftan dilin, ses, hareket ya da harflerden oluşan bir işaret olması onun simgesel tarafını ifade eder. Bu durum daha önce yazılı dilin harf sistemlerini oluşturduğu fakat anlamın ortaya çıkabilmesi için bu işaretlerin diyalektik olarak ortadan kaldırılması gerektiği şeklinde açıklanmıştır. Diğer taraftan dilin simgesel tarafı, yazma eyleminde ve düşünmede, bir örtü olarak ortaya çıkar. Dil, söylenen ve yazılan her ne ise onu örter. Çünkü düşünce ya da yazmada hep sözü edilmeyen gerçekler vardır. Bu sözü edilmeyen gerçekler çoğu zaman söylenen ya da düşünülen gerçekleri sınır durumunda bırakır. Dilin simgesel kullanımında sınıra yaklaşmak ya da sınırı aşmak, özgürleştirici ve yenilikçi

94

şekilde düzenlenmiş bir yaratımdır. Ancak yazar ya da düşünür dilin bu yapısal durumunu bildiği için önceliklidir. Yazar tarafından örtü altındaki gerçeklik hep bilinir ve okuyucu örtünün altındaki gerçekliğe ulaşması için zorlanır. Bu yüzden dil, açığa çıkarıcı bir özelliğe sahiptir.

Sembolik dilin yanında dilin bir de imge olarak kullanımı söz konusudur. Dilin imge kullanımı yazarın sembolleri yorumlamasına, algılamasına, anlamlandırmasına ve biçimlendirmesine bağlıdır. Bergson, gerçekliğin her zaman bilince bağlı olmadığını ve imgelerinde bu yüzden var olduğunu söyler (Bergson, 2007, s.168). Yazarın dili biçimlendirmesi, ona tikellik karakteri kazandırması demektir. Tikelleştirilen ise dünyanın yansıtılan parçasının içeriksel tümlüğüdür (Lukacs, 1978, s.186). Bundan dolayı yazar tarafından ancak gerçekliğe yaklaşma girişimi ya da denemesi olabilir. Çünkü yazılanlar çoğu kez yazılanın ötesinde bir durumu adlandırır (Uygur, 2001, s.58).

Lakoff ve Johnson’da kelimeler kendi başlarına gerçekliği değiştiremeyeceğini ifade eder. Çünkü gerçeklik dilde izole bir halde bulunan kavramlarla anlaşılamaz. Kişi, gerçekliğe tecrübelerinden ve eylemlerinden yola çıkarak ulaşır. Gerçeklik ve eylem doğası itibariyle metaforiktir. Metafor bir tecrübe alanını bir diğerine göre anlamamızı mümkün kılar (Lakoff & Johnson, 2010, s. 176).

Dilin metaforik doğası, onun belirsiz olmasından kaynaklanır. Dilin belirsizliği anlamla, anlamayla ve anlamın açık olmamasıyla ilgilidir (Demir, 2007, s.39). Metafor, dildeki belirsizliği açık kılarak, onun yorumlanmasını sağlar. Metafor, kelimeler arasında anlamsal bağ kurarken, kişi için gerçek olanın belirlenmesini, dünyayı algılama ve tasarlama şeklini belirler. Bu belirleme bağ kurulan iki düşüncenin bilincine erişilmesiyle olur. Böylece düşünce dünyaya dair yeni bir tasarım ortaya koyarken, yazma eylemi sırasında ele alınan gerçeklik bilinçli Ben’in tasarımı olduğu için gerçektir.

Sonuç olarak yazma sırasında dil tüm gücünü ortaya koyar. Bu gücün kaynağı yazarın yalnızlığıdır. Yazar, dilin tüm imkanlarını kullanabilmesi için yeterli düşünme zamanına sahiptir. Düşünme dille temellenir. Düşünmenin ürünü olarak düşüncenin nasıl ortaya çıkarılacağı önemlidir. Düşüncenin doğru bir biçimde ortaya çıkarılması, düşünme eyleminin terbiyesine bağlıdır. Bu terbiyede felsefe eğitimiyle mümkündür.

95

BÖLÜM VI

FELSEFE EĞİTİMİ VE YAZMA EYLEMİ

Dil ve eyleme fenomenine sahip, düşünebilen bir varlık olarak insan, sahip olduğu fenomenleri geliştirmek için çabalamalıdır. Bu çaba, insanın eğiten ve eğitebilen bir varlık olma fenomeniyle garanti altına alınır. Böylece insan fenomenlerine bir form kazandırabilir (Mengüşoğlu, 1988, s.173).

Eğiten ve eğitilebilen insanın ilişkisi, insanın eğitilirken tek başına olmadığını, başkalarıyla beraber olduğunu işaret eder. Bu beraberlik hayatın içinde ve deneyimin birçok alanında ortaya çıkar. Bu deneyim alanlarından biri de okul eğitimidir. Ancak okul sadece kişinin kendini geliştirmesinin yolunu açar (Mengüşoğlu, 1988, s.178). Bununla beraber eğitimin kazandırdığı form statik değildir, onu değiştirmek için her daim çaba gösterilmesi gerekir (Mengüşoğlu, 1988, s.179). Çünkü insan bir olanak varlığıdır. İnsanın olanaklarını genişletmesine imkan veren onun başarıları ve başarılarının ürünleridir (Kuçuradi, 2013, s.97). Bilgi, bilim, sanat, felsefe, kültür, değer, teknik, bunların hepsi birer insan başarısıdır (Kuçuradi, 2013, s.40).

İnsanın ortaya koyduğu her ürün, alan ya da değer aynı zamanda eğitimin de ürünüdür. Bu durumda eğitim, insanın sahip olduğu fenomenleri işletmesi sonunda ortaya koyduğu başarıların ve başarının sonunda kazandığı olanakların ürünüdür. Aynı zamanda olanak ve başarının yolunu açar. Bundan dolayı olanak ve imkan sahibi bireyin eğitiminin gerçekleştiği en güçlü mekanlardan biri olan okul, insan başarılarının devamını sağlamak için temele insanı ve insan hayatını almalıdır.

Hayat Ortega’nın da ifade ettiği gibi “tek kökten gerçeklik alanıdır”. Kökten gerçeklik alanı, bireysel yaşantılardır ve diğer hayatlar da bu alan içerisinde değerlendirilir.

96

Ortega’ya göre eğitimde kökten gerçeklik alanının ürünü ve kültürle ilgili olan yaşamsal akıl temele alınmalıdır (Karaca, 2016). Yaşamsal akıl, modernitenin yücelttiği fiziksel akıldan farklı bir yapıdadır. Soyut aklın yerine, bireyin hayatındaki eylemlerini ve Öteki’yle olan ilişkilerini temele alır. Kant’ın (2013) vurguladığı gibi insan ancak eğitimle insan olabilir (s.35). Yaşamsal aklı temel alan eğitim, eğitilen bireyin eylemlerine yön veren ilişkilerini inceleyerek insanı birey olma yolunda eğitmek amacında olmalıdır. Bu yüzden eğitim insanı, fenomenleri, başarıları ve olanaklarıyla değerlendirmelidir.

Eğitim insanla ilgili olan ve birey için gerekli bir etkinliktir. Doğrudan insana yönelir, onu geliştirir, değiştirir ve dönüştürür (Bayraktar, 2013, s.9-10). Kişinin potansiyelini fark etmesi, açığa çıkarması ve ürüne dönüştürmesini sağlarken, yeteneklerini geliştirme imkanı verir.

Bundan dolayı eğitim ile pathos, ethos ve logos arasında sıkı bir ilişki vardır. Latince kökenli bu üç kelime de insanla ilgilidir. Pathos, insan ruhunun edilgin olduğu durumu ifade ederken; Ethos, insanın ahlaki yönünü; dil, akıl, düşünme, söz anlamlarına gelen Logos ise akılsal yönünü işaret eder. Bu durumda eğitimle amaçlanan öğrenen ve edilgin durumunda olan bireyin, etkin hale getirilmesi, eylem alanına çekilmesi ve zihinsel olarak güçlendirilmesidir.

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 101-108)