• Sonuç bulunamadı

Gerçek ve Gerçekliğin İfadesi Olarak Yazma Eylemi

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 95-101)

5.4. Gerçeklik Nedir?

5.4.1. Gerçek ve Gerçekliğin İfadesi Olarak Yazma Eylemi

Yazarın gerçekliğe karşı tutumu, Aristoteles ya da Hegel gibi filozoflarda karşımıza çıkan toplumsal-tarihsel bir dünya gerçeği midir yoksa özellikle Nietzsche’nin anlayışıyla belirginlik kazanmış, varoluş felsefesi filozofları tarafından vurgulanmış ve çağdaş filozoflar tarafından da kabul edilmiş bireysel ontolojik hayata dair bir gerçekliğin içinde midir? Bu soru şu alt soruları doğurur: öncelikle yazar bireysel yaşantısının sınırları içerisinde mi hareket eder? Bu sınırlar içerisinde yazarın kişisel tarihi nasıl oluşmuştur? Olanak ve zorunluluk içerisinde yazma eylemi gerçeklik açısından nasıl değerlendirilir? Bu sorular, yazının ilerleyen bölümlerinde kendi üslubunu oluşturmuş, sorumluluk sahibi ve özgürlük ile karakterize olmuş yazarın gerçeklikle ilişkisi ve gerçekliğe karşı tutumu açısından değerlendirilecek ve cevaplar yazı içerisinde eritilerek verilecektir.

Görünüşün ardındaki gerçekliği görünür hale getiren kurgudur. Bununla beraber yazma görünüş gerçekliği üzerine de olabilir. Bu iki tür yazma eylemi arasındaki bağ incelenmelidir. Yazma eyleminin görünüş-gerçeklik bağlamında değerlendirilmesi için tez ve antitez karşıtlığı içerisinde, bu konu hakkında düşünen filozofların görüşleriyle ortaya konulmalıdır.

Derrida’ya göre gerçeklik, şeyin bizzat kendisidir. Mevcudiyet ya da hakikat ise görünüş, imge, fenomenden yani yenilenebilen ya da bozulabilen herhangi bir şeyden, farklıdır (Derrida, 2010, s.149-150). Bu gerçeklik ve hakikat tanımları içerisinde onun düşüncesine göre yazar bir imge yaratır. İmge bir tür taklittir ve gerçeklikten sonra gelir. Düzen, taklit eden ve taklit edilen arasında kurulur. Bu düzen içerisinde taklit edilen daha gerçektir ve taklit edene karşı önceliği vardır. İmgeyi bir tür kurgu olarak düşünüldüğünde, kurgu yaratıcısına bağlı ortaya çıkarken, görünüş var olana özgüdür.

Okunanlar, yazarın imgelemince kurgulandığından hayatın değil, yazının gerçekleridir (Proust’tan aktaran Gümüş, 2004, s.48). Yazmak da okumak da bir yönüyle bireyseldir. Böylece okunan ve yazılan nesnel dünyanın değil, bireysel dünyanın gerçekleri olacaktır. Gerçek hayattan esinlenilmiş bir kurguda ya da kurgunun gerçekliğe aşırı yaklaşmış durumunda, gerçeklik askıya alınır ve kurgu gerçek kabul edilir. Burada gerçek ve kurgu arasındaki sınırları bilmek ön koşulu vardır.

Bu durumda görünüşün arkasındaki gerçeklik olan kurgu ile görünüşün gerçekliği arasındaki ayrım nasıl yapılır? Mevcut gerçeklik gizlenmemiştir, gerçekliğin arkasında herhangi bir dünya yoktur, fark ancak ortamdaki “görüntüyle” ortaya konur (Derrida, 2010,

84

s.175). Diğer taraftan Blanchot’a (1993) göre yazma eyleminde görünüş ve kurgu gerçekliği arasında ayrım yapılamaz. Çünkü yazar, eylemi sırasında tek başınadır ve gerçekliğin değil dilin düzleminde yer almaktadır. Oysa yazarın varlığı bile onun gerçeklik içerisinde olduğu gösterir. Gerçeklik yazarın hiçbir zaman kaçamayacağı ontolojik bir varoluştur. Bu durumda görünüş kurgunun ortaya çıkmasında ilk basamaktır. Kurgu, görünüşün arkasında yatar.

Bu düşünce Heidegger tarafından daha da ileri götürülür. Onun için kurgu sadece gerçekliği vermez. Bunun yanında, kurgusal gerçekliğin hakikate ulaştırma yolunda bir açılım olduğu düşüncesi, vardır. Onun için, eser bir simgedir, başka olanı ifşa eder, nesneldir ve nesnelliği onun gerçekliğidir (Heidegger, 2007, s.11). Yaratım ve üretimle hakikate (asıl gerçekliğe), öze ulaşılır. Sadece görünüşe yönelmek, gerçekliğin kendini ve özünü dağıtmasına neden olur. Gerçeklik gizli ve açıklanamaz kaldığı sürece kendini gösterir (Heidegger, 2007, s.41). Yazma eylemindeki gerçeklik öğeleri, düşünme ve henüz işlenmemiş ham maddenin varlığıdır. Bu ham madde yazma eyleminin konusu olabilecek düşünce, nesne ya da eylemin temelinde bulunan dil olabilir.

Gerçekliliğin başka hayatlarla var olan insan hayatında olduğunu düşünen Camus, insan hayatının sürekli bir varoluş içerisinde olmasından dolayı gerçekliğin kaypak ve bilinemez olduğunu söyler. Yazar gerçekliği yeniden yaratmaya çalışır. Bunu yaparken dünyayı yadsır ama gerçeksiz ve dünyasızda yapamaz (Camus, 2004, s.243). Çünkü dünya hiçbir zaman sessiz değildir (Camus, 2004, s.245). Bu yüzden yazar sürekli gerçekliği yakalamaya çalışan ancak ona bir türlü ulaşamayan kişidir. Ona göre yazarın görevi, gerçeklikten ne ölçüde vazgeçeceğine karar vermesi gerektiğini seçerek, ona biçim vermektir (Camus, 1965, s.44). Karar vermiş yazarın gerçekliğe karşı, yaratım mücadelesi yarattığı gerçekliğe bürünmesiyle sonuçlanır (Camus, 2015, s.112). Onun bu düşüncelerinden yola çıkarak, yazarın kurgusal gerçeğinin görünüş gerçekliğinin önünde olduğu söylenebilir.

Lukacs gerçekliğin kaypak bir durumda olmaması görüşüyle Camus’un karşısında yer alır ancak ulaştığı sonuç onunla aynıdır. Lukacs göre hayatta gizillik her zaman gerçekliğe dönüşebilir durumdadır (Lukacs, 1986, s.27). Gizillik, somut ya da gerçek ve soyut olabilir ancak somut gizillik ve soyut gizillik arasında fark vardır. Somut gizillik bireysel ve nesnel gerçeklik arasındaki diyalektik ilişkinin bir parçasıyken, soyut gizillik sadece bireysel gerçekliğin parçasıdır (Lukacs, 1986, s.28). Nesnel gerçeklikle kastedilen toplumsal-

85

tarihsel gerçekliktir. Lukacs’ın bu görüşleriyle kurgu ve görünüş gerçekliği arasına toplumsal ve tarihsel gerçeklik de girmiş olur.

Bu konudaki diğer bir düşünce ise kurgu ve gerçekliğin iç içe olduğu söyleyen Brecht aittir. Ona göre yazar, her açıdan gerçekliğe bağımlıdır. Görünüşün arkasında toplumsal gerçekliğinde dahil olduğu gerçeklik gizlidir. Gerçekçi yazmak gerçeklikten bilinçli olarak etkilenmek, gerçekliği bilinçli olarak etkilemek demektir (Brech’ten aktaran Kula, 2014, s.42).

Gerçekliğe bilinçli olarak yaklaşmak, yazarın bireysel gerçeğine karşı yaklaşımını belirler. Bir tarafıyla toplumsal-tarihsel gerçeklik içinde olduğunu unutmaması gereken yazar, ayrıca bireysel gerçekliğinin toplumsal gerçeklik karşısında dağılmamasını da sağlamalıdır. Çünkü böyle bir dağılma gerçekliği ve dış dünyayı dağıtır. Oysa gerçekliği belirleyen, dünya ve birey arasındaki çatışmadır. Çatışmanın dağılması, perspektifi yok etmek demektir. Yazar için perspektif, sınırı oluşturmak ve çerçeve içinde düşünebilmek adına önemlidir. Perspektif yoksunluğu yazma eylemi sırasında görmeyi ve keşfetmeyi engeller.

Yazarın toplumsal gerçeklik ile bireysel gerçekliği arasındaki gerilim Russell’in (2017) Hamlet oyunundan hareketle gösterdiği şu örnekle daha anlaşılır hale gelir: Russell’e göre çok az kişi Hamlet oyunundaki Birinci Denizci karakterini hatırlar. Çünkü bu karakter oyun içerisinde sadece dört kelimelik bir yere sahiptir ve söylenen bu dört kelime oyunun gelişimini ya da gidişatını etkilemez. Bu benzetimden yola çıkarak Russell, insanoğlunun evrendeki yerinin Birinci Denizciyle aynı olduğunu ve insanın genellikle Birinci Denizcinin ötesindeki Hamlet’i göremediğini söyler. Bu durumda insanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok Ben düşünülür (s.32-33). Oysa insan Gerçeklikle ilişkisinde arkada yatan, mitleri, sembolleri, alegorileri görebilmeli, aradaki bağları anlayabilmelidir. Ben’in ya da yazarın gerçeklikle ilişkisi tam olarak böyle ifade edilebilir.

Bu düşünceleri değerlendirmek için yazma eyleminin eylemsel yapısına ilişkin söylenen bakma ve görme arasındaki farka ve hayat sahibi, dünya içinde bulunan yazara geri dönülmelidir. Öncelikle bakmak, dünyanın uzantısı haline gelmek demektir. Fakat bakmak sadece görünüş gerçekliğini ortaya çıkarır. Bakmanın bir sonraki aşamasındaki Görme, Gerçekliğe ulaşmada önemli bir yere sahiptir. Çünkü görmeyle imajların bir araya gelmesi, bireyin yaşadığı ve onu kuşatan dünyayı gösterir. Böylece yazar bu dünyayı “benim-için- evren” yapar (Ellul, 2012, s.7-14). Benim-için-evren, tartışmaya açık bir dünya değildir.

86

Yazar, gerçeklik içerisinde ve dünyada yazma eyleminde bulunur, kendini eylemine adar. Bundan dolayı yazmak, gerçekliğin bir parçasıdır.

Yazma eyleminin yaratıcı doğası ya da düşünsel kurgusu, yazılanların gerçeğe aykırı olması demek değildir. Çünkü kurgusal gerçeklik görünüşten hareket eder. İkinci olarak yazılanlar kurgu ve görünüş arasında ilişkiyi yok saymaz hatta bu ilişkiyi sağlamlaştırır. Bu sağlamlaştırmanın en büyük nedeni düşünsel kurgunun da bir tür gerçeklik olmasıdır. Bu düşünceleri somutlaştırmak için Camus’un yazarlığını yaptığı şu iki metin incelenebilir:

1.Metin:

Az sonra patron beni çağırttı. O an canım sıkıldı. Bana “Az telefon et de daha iyi çalış,” diyeceğini sandım. Bu değilmiş söyleyeceği meğer. Bana henüz bir tasarı halinde olan bir işten söz edeceğini açıkladı. Konu hakkında yalnız düşüncelerimi almak istiyormuş. Paris’te büyük kumpanyalarla doğrudan doğruya ve yerinde işlerini görebilecek bir büro açmayı düşünüyormuş. Oraya gitmek ister miyim, istemez miyim, onu öğrenmek niyetindeymiş. Bu, bana, Paris’te yaşamak, yılın bir kısmını da gezide geçirmek olanağı verecekmiş. “Daha gençsiniz sanırım böyle bir hayat hoşunuza gider,” dedi. “Evet” diye karşılık verdim. “Ama doğrusu isterseniz, bence bir,” diye karşılık ekledim. O zaman, “Hayatınızda bir değişiklik hoşunuza gitmez mi?” diye sordu. “İnsan hayatını hiç değiştirmez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır. Burada ki hayatımı da hiç beğenmiyor da değilim” diye karşılık verdim. Pek hoşnut kalmış görünmedi (Camus, 2012, s.45-46).

2. Metin:

Yaşamak hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiç neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir. (Camus, 2015, s.23-24).

Birinci metin “Yabancı” isimli romandan, ikinci metin ise “Sisifos Söyleni” isimli denemeden alınmıştır. Her iki parçada da ele alınan konu “alışkanlık ve monotonluktur”. Her iki parçanın da yazarı Albert Camus olmasına rağmen, yazarın hayata dair bu deneyimin gerçekliğini ele alış biçimi birbirinden farklıdır. Yabancı’dan alınan ilk metin görünüş gerçekliğinin ortaya konduğu örneği sunarken, Sisfos Söyleni’den alınan ikinci metin görünüşün ardındaki gerçekliğe yani düşünsel kurguya örnektir. İlk parça görünen bir olaydan yani görünüşten hareket ederek alışkanlık ve monotonluk deneyimini ortaya koyarken, ikinci metinde kavram ve durumdan bahsedilmiştir. Bu durumda birinci metnin yazılmasına yol açan, ikinci metindeki düşünsel kurgudur.

Deleuze ve Guattari (2001) sadece algılarla, duygulanımlarla ve görüşlerle yazmak mümkün müdür? diye sorarak “hayır” cevabını verir. Onlar için yazmak, bireysel düşüncenin yansımasıdır (s.153). Fakat yazar düşüncesini böler, parçalar ve eriterek tüm bir metne dağıtır. Buna rağmen bazı yazılanlar okuyucuyu gerçekle karşılaştırarak onu

87

sarsarken, bazıları gerçeklik duygusu vermez. Bunun nedeni Bergson’a göre yazarın farklı gerçeklik ifadeleri arasında mekanik bağ kurmaya çalışması ve seçmiş olduğu yaşam düzleminde durmayı becerememiş olmasıdır (Bergson, 2007, s.125).

Daha öncede söylendiği gibi Gerçeklik, bir yönüyle de içinde yaşanılan topluluktan gelir. Yazar, yazma eyleminde tamamen bireysel değildir çünkü salt kendi gerçekliğini anlatmıyordur. Diğer taraftan bireysel gerçekliğin salt olması da mümkün değildir. Bireysel hayat ancak başka hayatlara temas ettiğinde gerçektir. Bu noktada bireysel hayat, toplumsal hayatın içinde birey olarak var olur.

Yazar dünyanın farklı gerçeklerini var olduğu kültürel ve dilsel bağlamda değerlendirir. Bu yüzden yazma eyleminin gerçekliğiyle, içinde bulunduğu toplumsal gerçeklik arasında hep bir ilişki vardır. Çünkü yazarın oluşturduğu gerçeklik, ya toplumsal gerçekliğe direnç gösteriyor, ona antitez oluşturuyordur ya da toplumun gerçeğini güçlendirmeye yönelmiştir. Her iki durumda da, toplumsal gerçeklik yazma eyleminin gerçekliğine yön veren bir unsurdur.

Adorno (2004) sanat dallarındaki yazma eylemini incelerken, sanatçının malzemesini toplumsal gerçeklikten aldığını hem bu gerçekliği işlediğini hem de ona karşı koyduğunu ve yazılı sanat eserinin öneminin buradan geldiğini söyler. Fakat ona göre yazılı sanat eseri tüketim nesnesi haline geldiğinden beri bu özelliğini kaybetmiştir (s.87). Onun bu yargısında “tüketim” ve “nesne” kavramları önemlidir. Bu soruşturmanın daha ilk başlarında yazının okuyucu için, dünyanın da yazar için nesne olması durumundan bahsedilmiştir. Nesne, öznenin bakma ve görme eylemlerinin temelinde yer aldığı için olması gereken bir pozisyondur. Ancak burada okuyucu ya da yazar tüketimi değil, üretimi amaçlayan bir öznedir. Adorno’nun düşüncesinde tüketim nesnesi olmak “şeyleşme” olarak belirir. Bu özün kaybolması, belirsiz olması anlamına gelir. Oysa yazma, özü ortaya çıkarmaya yönelmiştir. Bu öz, mutlak ve belirlenmiş olmadığı için, hep bir esneklik ve yeniden üretime dayalıdır.

Birçok filozofun vurgusu gerçekliğin tüketilemez yapısı üzerinedir. Gerçekliğin ölçütü genel-geçer-evrensel, herkes tarafından kabul edilen bir şey olması değildir. Nihayetinde bugün Aristoteles’in yazılarındaki evren tasarımının büyük bir bölümünün doğru olmadığı bilinmektedir. Ancak bu onu hala okumamamız ya da filozof olarak reddetmemizi gerektirmez. Bunun sebeplerinden biri, gerçekliğe dair salt doğru ya da salt yanlış yargısında bulunamamamızdır. İkincisiyse Aristoteles’in yazma eyleminde bulunurken

88

gerçekliği sahteleştirmek için yazmamış olmasıdır. Bu onun kurgusudur ve bu kurgusunda samimidir.

Felsefe tarihi içerisinde tüm filozoflar yazma eylemiyle kendilerine ait düşünsel kurguları sunar. Kant’ın ahlak hakkındaki düşünceleri, Platon’un idealar kuramı, Rousseau’nun eğitim tasarımı, Hume’nin bilim, Foucault’un siyaset hakkında görüşleri, hepsi birer kurgudur. Hepsi gerçekliğe ilişkin, toplum içinde yaşayan birey olarak kendilerinin düşünsel tasarımı, yaratımı ya da belirlenimi şeklinde yazı ve yazma eylemiyle var olur. Çünkü filozof bir hayat ve hayatının içinde kendine özgü dünya gerçeğini, düşünmenin ve yazmanın konusu yapan kişidir.

Her düşünsel kurgu bir önceki düşünsel kurgudan etkilenmiştir. Bu anlamda düşüncede, kurgusal yazımın tarihselliği söz konusudur. Ancak Rus biçimcilerinin yeni bir yazın kuramı oluşturduklarında, bu kurama dair ortaya koydukları yöntem içerisinde “tarih ile tarihselliğin farklı olduğu” belirlenimi bu konu açısından oldukça önemlidir. Rus biçimcilerine göre “tarih” yazıyı incelemek için belirsiz bir kavramdır. Bu belirsizliğin giderilmesi için tarihsel bağlamda yazının doğuşu ve evrimi incelenmelidir (Todorov, 2005, s.113). Bu fark konuyla ilişkilendirilerek şu şekilde yorumlanabilir: yazar bir tarihin içerisindedir. Yazarın tarihi, yazmanın tarihi ya da yazma eyleminin tarihi ancak epistemolojik açıdan bilgi ortaya koyar. Ancak tarihsellik eylem içerisinde, ontolojik olarak vardır. Tarihsel olarak düşünmek, geçmişteki düşüncelerle, bireyin kendi düşünceleri arasında bir ilişki kurmayı gerektirir (Gadamer, 2009, s.189). Yazma eyleminde bulunan birey bütünlüklü varlığı içerisinde kurgu ve görünüş arasındaki gerçekliğe tarihsellik bağlamında yaklaşır. O dil, düşünce, kültür ve toplum kısacası aşkın ya da içkin tüm gerçekliklerin bütünlüklü beraberliği içerisindedir.

Belli bir tarihe ait yaşam, tarihsellik içinde bir oluşun ve farklı oluşun birliğidir (Kula, 2014, s.303). Yazar, tümelin içinde saklanmış tikelliği, tekillik üzerinde ortaya çıkarmaya çalışır. Onlar, yazma eyleminde bulunurken tümele değil insan hayatına bakar. Ancak bunun yaparken Russell’in dediği gibi insanlığı Ben üzerinden ele alma girişimi, yazma eyleminin sahteleşmesine yol açabilir. Yazar bireysel gerçeklik köklerinin topluma, topluluğa, kültüre ve dile bağlı olduğunu unutmadan yazma eylemini ortaya koymalıdır. Bu durumda yazarın gerçeklikle ilişki bakımından dille olan ilişkisi sorgulanmalıdır.

89

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 95-101)