• Sonuç bulunamadı

Yazar ve Eylem Özgürlüğü

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 76-85)

5.2. Özgürlük Nedir?

5.2.1. Yazar ve Eylem Özgürlüğü

Yazmak, düşünceyi somut bir görünüşe kavuşturmak demektir. Görünüş, yazmanın uzamsal boyutunu oluşturur. Foucault’a göre yazmak ve yazı fiili bir uzamda yer alır. Bu uzam, tekrarlanan ve derin bir uzamdır. Derinlik, yazma eyleminin yapısında bulunan sarsma sonucu düşüncenin genişlemesiyle ilgilidir. Bu yüzden düşüncenin uzamsal bir boyut kazanması açısından yazma, sonsuzluğu keşfettirir, sözü özgürleştirir, dile ontolojik bir statü kazandırır (Foucault, 2014, s.75). Bu ontolojik statü içinde yazma eylemi zamana direnen, kültürel ve görünüş halinde bir varoluştur.

Özgürleştirilmiş bir uzam oluşturan yazma eyleminin, zamansal bir boyutu olduğu da görülür. Çünkü uzam, zamanın dışında düşünülemez ve zamana tabi bir görünüştür. Zaman, uzamı kapsar. Çünkü zamansal varlığın uzama ihtiyacı olmayan koku ve ses gibi bölgeleri vardır (Borges, 2014b, s.81).

Bu durumda yazma eyleminin zamanla ilişkisi nedir? Özgürlük üzerinden yazma-zaman arasında kurulacak ilişki için, ontolojik temelli epistemolojiden beslenen özgürlüğün zamanla ilişkisi ortaya konulmalıdır. Çünkü yazmanın an içinde ortaya çıktığı düşüncesi, epistemolojik temelli ontoloji ortaya koyan Descartes gibi filozofların ileri sürdüğü “an”

65

kavramına benzemez. Çünkü bu düşündeki “an” kavramı için bir belleğe ihtiyaç yoktur. Yazar için belleksiz olmak ontolojik bir kesinti ve epistemolojik bir yoksunluk olacağından, içinde özgürlüğü taşımaz. Yazmanın an içinde olması, şimdi ortaya konuyor olmasıyla ilgilidir. Yazmanın şimdisi, Heidegger’in (2001) ifade ettiği gibi zamansallığın bir ifadesi olarak nasıllığa göndermede bulunan geçmiş; nasıllığa ilişkin çaba ve tasarımların ortaya konduğu şimdi ve nihai sona göndermede bulunan gelecek, bütünsellik içerisinde varolur (s.14). Bu zaman anlayışını benimseyen ve düşüncesini uzam kazandırarak ortaya koyan yazar, özgür bir yazardır. Ancak bu zamansal özgürlüğün sınır, zorunluluk ve olanaklılık dahilinde gerçekleşeceği göz ardı edilmemelidir.

Bu sınır ve olanak durumları düşünüldüğü Levinas’ın (2005) zaman ve özgürlük arasındaki ilişkide geçmiş ve geleceğe karşı şimdiye öncelik verdiği düşüncesi dikkat çekici durmaktadır (s.72-74). Özgürlük, Şimdi’de açığa çıkar. Ancak onun düşüncesinde şimdi kendi içine hapsolmuş durumdadır. Bu hapis olma durumu Şimdi’nin şu andalığı ve onun dışına çıkamayacak durumda olmasıdır. Çünkü bir adım ilerisi gelecek bir adım gerisi geçmiştedir. Hakiki yazma eyleminde bulunan yazar Levinas’ın kendi içine hapsolmuş Şimdisi içinde değildir. Çünkü geçmiş ve gelecek devamlılığını sağlayamayan şimdi içinde ortaya konan yazma eylemi sahteleşmiştir.

Özgür olma fenomenine sahip insan ve yazma eylemini gerçekleştiren insan olarak yazar, bir bedene sahip olmak zorundadır. Camus’un da (2015) dediği düşünce ne kadar soyut olursa olsun kurucusundan ve kurucusunun teninden yani bedeninden ayrılamaz (s.117). Bedeni onun, özgürlük alanı ve eylemlerinin gerçekleştiricisidir. Hakiki yazar için beden onun yalnızlığı aşmasını ve uzamsal üretimde bulunması sağlayan kendiliktir.

Kendilik olarak uzam sahibi yazar ve düşüncesinin uzamı olarak yazı, zamanın açılımını sağlar. Deleuze (2004) bu zamana Proust’un etkisiyle “yakalanan zaman” der (s.54). Fakat bu zaman duyumsanabilir göstergelerin zamanıyla aynı değildir. Göstergelerin zamanı henüz dünya üzerine düşünmemiş, ona okumak için teşebbüste bulunmamış, onu görmemiş insanın içinde bulunduğu zamandır. Bu görülmemiş dünya olarak göstergelerin zamanı, Deleuze tarafından “kayıp zaman” olarak adlandırır. Kayıp zaman, yazar açısında bakılan fakat henüz görülmemiş dünyanın, okuyucu açısından ise okunmamış yazının zamanındır. Yakalanan zaman ise yazarın zamanıdır ve yazma eylemiyle ortaya çıkar.

Yakalanan zaman nesnel zamanın dışında, Bergson’un süre kavramıyla açıklanabilir bir düşüncedir. Bergson’a göre süre dilin ve aklın kurallarına uygun olarak, içsel hayatın

66

gerçek zamanını ortadan kaldırır. Geçmiş-şimdi ve gelecek bağlamında süre bir anın diğer anın yerine geçmesi demek değildir (Bergson, 1947, s.16). Süre, geçmişin daima geleceğe doğru ilerlemesidir. Bu anlayışta geçmiş, bellekte saklı tutulurken, “şimdi” yakalanmıştır. Gelecek, sonsuza açılmaya; geçmiş ise kapanmaya neden olurken şimdi gerçek bir şey gibi görünür (Bergson, 2007, s.108). Nesnel zaman içerisinde şimdinin yakalanması ya da kayıp zamanın ortaya çıkarılması, bireyin özgürlük alanı ve tecrübesiyle ilgilidir. Özgürlük ve tecrübe bireyin yazar olabilmesindeki en önemli etmenlerdendir.

Bununla beraber Zizek, zamana ve zamanın içinde Şimdi’ye farklı bir açıdan yaklaşır. Ona göre şimdi iki şekilde karakterize olur. İlk olarak şimdi, halihazıraki eğilimlerin fiiliyata geçmesi olarak yani geleceğe doğru Şimdi’dir; diğer taraftan da radikal bir kopuşun meydana geldiği gelecek olan, olarak vardır (Zizek, 2015, s.264). Şimdi’nin ilk karakteri yazarın zamansallığına uygunken, ikinci karakteri bir anidenliği ve birdenliği çağrıştıran olağandışılık ve kopuşu ifade eder gibi görünmektedir. Zamansal olarak bu kopuş yazarın bakılan dünyayı görülen dünya haline çevirmesi ve reflektif düşünmeyle dünyaya ve düşüncesine farklı bir boyut kazandırması olarak açıklanabilir. Ancak bu kopuş zamanın sürekli zamansallığına zarar vermemelidir. Eylemin bitimindeki yazının gelecekte tekrar ortaya çıkacağı ve geçmişin nasılı olarak var olacağı unutulmamalıdır.

Yazarın zamansal özgürlüğünün bu kopuşla zarar görmemesi, sınır problemiyle beraber açıklanabilir. Bu açıklamada cevap aranması gereken sorular şunlardır: Bir şeyi özgürleştirmekle, o şeyi sınıra taşımak arasında ne fark vardır? Sınıra taşıma gerçekle, gerçek olmayan arasında boşluk yaratır mı? Karşıtlıklar ve ayrımlar açısından sınırın ve özgürlüğün durumu nedir? Yazarın özgürlüğü, sahip olduğu çağrışımlar ve etkiler açısından ne durumdadır?

Öncelikle yazarın özgürlüğünü koruması için Taşdelen’inde (2013) belirttiği gibi her varoluş durumunu yazıya taşımaması gereklidir. Aksi durumda yazma, eylemsel özelliğinden uzaklaşır ve sahteleşir. Bunun için yazarın yazıya aktaracağı varoluş durumları arasında tercih yapması beklenir (s.30). Bu tercih, yazmanın ilk çerçevesidir. Yazarın içinde bulunduğu tercih etme durumu onun özgürlüğüyle ilgilidir. Yazarın tercihi bilinçli bir şekilde yapılmıştır ve onun özgürlüğünü kısıtlamaz. Çünkü Sartre’nin de dediği gibi yazar yanlı olmak zorundadır. Yanlılık, seçim sonucunda yazarın ele aldığı konunun, çevrelenmiş alanıdır (Bloch’tan aktaran Kula, 2014, s.517). Bu çerçeveleme olmak zorundadır. Aksi halde yazar, çerçevesinin odak noktasını kaybedebilir.

67

Çerçeveleme, düşünce ve zamanın sınırını oluşturur. Özgürlük, bir bakıma yazarın oluşturduğu çerçevesinin sınırlarını belirleyebilme özgürlüğüdür. Bu anlamda yazar düşüncesine ve hayata ilişkin bir sınır çizmiş olur. Sınır, varoluşsal duruma ve dünyaya karşı bir boşluk oluşturmaz. Aksine hakiki yazmanın konusu olamayacak varoluş durumlarına üstü kapalı göndermede bulunur. Dile getirilemeyecek olanın gerçekliğini yadsınmaz fakat gerçek olmayana ilişkin bir reddedişte bulunur.

Baudrillard’a göre özgürlük keşfetmenin çekiciliğiyle ilgilidir (Baudrillard, 2011, s.171). Çünkü gerçek ve gerçek olmayan arasındaki fark yazar tarafından Dünyaya ilişkin keşfetme ve deneme süreçlerinde ortaya konur. Yazarın kalkışması, denemesi, keşfetmesi durumu Eco’nun (1992) belirttiği gibi, buluş ile oluş arasında biçimsel kısıtlamaların, özgürlükle diyalektik bir ilişki içerisinde olduğu şeklinde yorumlanabilir (s.177).

Yazarın özgürlüğüne ilişkin sınırlar, karşıtlık problemini de beraberinde getirir. Çünkü özgürlüğün ortaya konulması karşıtlık içerisinde bulunanlar arasındaki sınırlardan etkilenir. Bu sınırları çizen karşıtlıklardan biri gerçek ve gerçek olmayan arasındaki sınırdan hareketle, yazma-konuşma ilişkisinin de temelinde bulunan duyu karşıtlıklarıyla ilgilidir. Bu türden karşıtlık ve ayrımların boşluk yarattığı düşüncesi Mc Luhan tarafında görme ve duyma arasındaki sınır üzerinden ele alınır. Yazma eylemi bu iki duyu arasında boşluk oluşturmuştur. Ona göre yazıya geçişle beraber duyular arasında bir kopuş yaşanmış, uyum bozulmuştur ve özgürlük sınırlandırılmıştır. Uyumun bozulması Mc Luhan tarafından; “Anestezi koşulları dışında, duyularımız arasında sürekli bir etkileşim vardır. Ama herhangi bir duyu, yüksek bir yoğunluk düzeyine çıkarıldığında, öteki duyular üstünde anestetik bir etki yapar” şekilde açıklanır (Mc Luhan’dan aktaran Rigel, 2005, s.50). Ona göre, yazma, görme duyusuna ağırlık veren bir eylem olduğundan, yazıyla beraber gören fakat duyamayan insan ortaya çıkmıştır. Oysa göz, kulağın hassasiyetlerinden hiçbirine sahip değildir. Yazmak okuyucuya sınırsız özgürlük veren ve kendiliğinden oluşan öznel bir evrene yerleştirme gücüdür. Mc Luhan’a göre bu güç özneyi görmenin egemen olduğu dışsal bir yaşama itecektir (Mc Luhan’dan aktaran Rigel, 2005, s. 59).

Mc Luhan’ın bu düşünceleri şu şekilde değerlendirilebilir: yazmak, muhtevasında aynı zamanda okumayı, konuşmayı ve düşünmeyi barındıran bir eylem olması dolayısıyla sadece görme duyusunun harekete geçtiği bir eylem değildir. Sözü edilen üç eylemi temeline aldığından, hem görme hem de duymayla ilgilidir. Yazma eylemi bu iki duyunun

68

arasında boşluk oluşturmaz. Bundan dolayı yazar hem duyan hem gören kişi olarak özgürdür.

Karşıtlık ve ayrımın oluşturduğu sanılan bir diğer boşluk ise resim ve yazı arasındaki sınırdır. Adorno (2004) nesneyi ele alan yazma dili ile resim dilinin birbirinden farklı olduğunu söyler. Resmin karşısındaki yazma dili, nesneyi olduğunu gibi değil de değiştirerek ve farklılaştırarak ele alır. Bu düşüncede yazarın, yazılan olarak nesneyi farklılaşarak ortaya koyması, yazarın özgürlüğüne zarar veren bir yapıdadır. Ancak Adorno’ya göre bu bir sorun değildir. Balzac’ın, yazarın, yazılanın ölçütü olması gerekmediği tespitinden yola çıkarak yazmanın benliğin dolaysız bir dışavurumu olmadığı söyler (s.21). Bu görüşüyle Platon’un mimesis kavramını hatırlatan Adorno, yazmayı ifadenin ifadesi olarak ikinci dereceden bir varoluş olarak görür. Oysa yazmanın eylemsel yapısında bulunan diyalektik işleyiş sembollerin altında yatan düşünceyi ortaya çıkarmaya yönelmiştir. Adorno bunun için şu soruyu sorar; yazma sırasında nesnel özgürlük mü yoksa bireysel özgürlük mü hakimdir? Yazma eylemini sanat üzerinden ele alan Adorno’ya göre yazmak, özgür olmayışın ortasında özgürlük benzeri bir dile getiriştir. Resim ve yazı arasındaki bu sınır Barthes tarafından yazma ve çizme eylemlerinin sınırı üzerinden ele alınır. İnsanın tarihsel gelişimi düşüldüğünde yazmanın temelinde çizme eylemi vardır. Daha sonra iki farklı eylem olarak sınırlandırılmış olsada, çizmek yazmanın temelidir, sınırı değildir. Bundan dolayı Barthes’e göre yazarın hareketi ile ressamın hareketi arasında bir fark yoktur (Barthes, 2007, s.69). Bu anlamda yazma da çizme de düşünsel özgürlüğün ortaya konuşu demektir. Yazma, çizme eyleminin sınırı değil, onun uzantısı ve yeni formu olarak ortaya çıkmıştır.

Sınır durumlarıyla tartışılan yazar özgürlüğü, yazarın kendi belirlediği sınırlar içerisinde ya da belirlenmiş sınırlara dahil olması sonucunda ortaya çıkan, olanak ve olanaklılık ilişkisiyle tartışılmalıdır. Çünkü sınır, olanaklılık içerisinde olmakla mümkündür. Kierkegaard bu durumu, bireyin değişik biçimlerine olanaklılık kazandırarak özgür olabileceği, şeklinde açıklar.

Sınır içerisindeki yazarın olanaklılık ile bağı, potansiyel ve aktüel, başka bir deyişle zorunluluk ve olanaklılık ilişkisine dayanır. Bu ikili kavram çiftleri içinde yazma eylemi potansiyeli aktüele, olanağı zorunluluğa geçirir. Yazar düşünen kişi olarak, potansiyeli içinde barındıran, onu ortaya çıkarma konusunda olanak sahibi kişidir. Yazı ise eylem sonunda aktüel hale gelmiş düşüncenin, okunana kadar zorunluluk alanı içerisinde

69

bulunduğu alandadır. Bu durumda yazı, okunmaya başlanmasıyla tekrar olanaklılık alanına geçer. Yazının tanınması ve bilinmesi onu tekrar potansiyel hale getirir. Okuyucunun yazı karşısındaki aksi tutumu Sartre’ye (2008) göre yazarın özgürlüğüne de zarar verir (s.65). Yazar da okuyucunun yazıya yönelmesi gibi dünyaya yönelir. Bu yönelimiyle onu zorunluluk alanının dışına çeker. Özgürlük; yazarın, okuyucunun ve dünyanın olanaklılık kazanması ve potansiyel olarak yeniden sunumuna izin vermesinden kaynaklanır. Fakat Heidegger’e (2008) göre insan (Dasein) olanaklarını dünyaya borçluyken, dünyanın olanakları tarafından da sıkıştırılmıştır (s.206). Zizek, Heidegger’in bu düşüncesini “Ben’in özgür seçimi yerine, kaderin kendi gücünü özgürleştirme” şeklinde yorumlar ve ona göre birey kaderinden kaçabilme, onu aşabilme ve değiştirebilme özgürlüğü sahiptir (Zizek, 2014, s.206). Zizek’in kader belirlemesini dünya olarak okursak, onun insan tasavvuru Heidegger’in tasavvuruna göre daha aktif görünmektedir.

Hakiki bir yazar Zizek ve Heidegger’in aslında birbirine tamamen zıt olmayan bu görüşleri içerisinde daha ılımlı ve özgür olarak nitelendirilebilecek Camus’un dünyasında yaşayabilir. Çünkü Camus’a (2015) göre düşünme, kendine yeni bir dünya yaratmak aynı zamanda kendi dünyasını sınırlandırmak ister (s.116-117). Bu durum da yazar dünyayı zorunluluk alanında çekmesiyle yeniden yaratırken, aynı zamanda dünyayı zorunluluk alanında bulunan kendisi üzerinden sınırlandırır. Böylece yazma eyleminde özgürlük biçimsel bir özgürlük değil, ontolojik özgürlük olarak varolur. J. Lacan’ın dediği gibi özgürlük çeşitli alanlara yayılmış türlerden oluşmaz. Böyle bir özgürlük edimi potansiyel özgürlüğü tam zıttıdır (Lacan’dan aktaran Rigel, 2005, s.308).

Yazmak, olanaksızı olanaklıymış gibi göstermek değildir (Nietzsche, 2015, s. 143). Yazmak, zorunlu olanı olanaklılık düzlemine çekmek demektir. Bu da yazarın sahip olduğu olanaklar tarafından ortaya konur. Bu olanaklar, Deleuze’nin söylediği gibi bireyin haline-geldikçe ve bu haline gelme sırasında dünyayı tanıdıkça, görmeye, anlamaya, keşfetmeye ve konuşmaya başladıkça özgürleşecek ve yazma eyleminin oluşturucusu olacaklardır.

Bu durumda özgürlüğün birleşenleri eylem, düşünme, ifade ve istektir. Sınır içindeki olanaklılıkla, yazarın eylemi bilinçli bir eylem olarak karakterize olur. Bu durumda yazma eyleminin özgürlükle diğer bir ilişki noktası, bilinç ve sürekli sözü edilen özne-yazardır. Bilinç, ben-olmayan şeyi ele geçirme ve içselleştirmenin bilincine vardığım düzeyde doğmaktadır (Sartre, 2008, s.69). Sartre’ye göre bu türden bir bilinç dünyayı durumsal

70

olarak kavramaz. Bu durum yazarın bulunduğu zamanın, sürekli ve kesintisiz olmasıyla ilgilidir.

Özne-yazar, kendilik ve kimliği ile insandan bireye, şahıstan şahsiyete geçmiş olmalıdır. O, kimlik sahibidir ve kimliğinin yaratıcısı olarak özgürdür. Sartre’ye (2008) göre düşünür-yazar, öznellik ile özgürlük arasında dolaysız bir bağ oluşturarak, başkalarının da özgürlüğüne çağrıda bulunan kişidir (s.55). Bununla beraber yazarın içinde bulunduğu özgürlüğün kötüye kullanımı yazma eyleminin sahteleşmesine neden olabilir. Yazar, özgürlüğünü Camus’un (1965) belirttiği şu iki uç durum arasında orta yolu bulmakla dengeleyebilir. Öncelikle yazarın, herhangi bir ideolojiye ve düşünceye salt bağlılık göstermesi, özgürlüğün epistemolojik olarak esir edilmesi demektir. Bu tür bağlılık yan tutan, tavır sahibi yazarın varlığından farklı bir durumdur. Diğer taraftan yazarın kendi içine kapanması ve dünyadan kesilmesi de beklenmez. Çünkü bu da özgürlüğün ontolojik boyutunu gözden kaçırmak anlamına gelir. Bu yazma eyleminin başında bulunan okumaya zarar verecek bir tavırdır (s.15-20).

Bundan dolayı yazar, eylemini ortaya koyarken özgürlük çağrısında bulunduğu, okuyan öznenin de özgür karar verebilmesini sağlayacak bir alan bırakmalıdır. Sartre’a göre bu süreç okurla yazar arasında karar verme yolundaki diyalektik süreçtir. Sartre’de yazarın özgürlük vaadi Eco için okuyucuyu iten, yerinden oynatan, düşünsel ve ruhsal açılım yaşatan bir özgürlük sunar (Eco, 1992, s.178). Yazarın özgürlüğünden çok okuyucunun özgürlüğü üzerinde duran Eco yorumun “şimdi-ve-burada- olup biten şey” olarak eylemin özgürlük ile ortaya konan yaratıcı bir girişim olduğunu, söyler (Eco, 1992, s.149). Bu düşünce aynı zamanda dünyayı okuyan yazarın, dünyayla ilişkisinde de ortaya çıkan bir özgürlük ilişkisidir. Yazma eyleminin gerçekleşmesini sağlayan, yazarın okuyucu olarak düşünsel hareketlenme ile eyleme teşebbüsü olarak açıklanabilir.

Yazarın gerçekliğe ve dünyaya karşı, özgürlüğü kazanma ve ortaya koyma yolundaki bu teşebbüsünde eylemini ortaya koyarken birey olarak kimliğini yansıtmalı mıdır, sorusu özgürlük-yazma ilişkisinde değinilmesi gereken önemli bir noktadır. Birey olarak yazar, yazma eyleminin gerçekleştiricisiyken; eylem olarak yazma, eyleyene bağlı olarak ortaya çıkar. Bu durumda yazarın yazarlığı eyleminden gelirken; eylem yazara bağlı ortaya konulur. Bu basit döngüsel bir ilişkidir. Bu durumda yazarın yazarken kimliğinden sıyrılması beklenemeyeceği gibi, yazma eyleminin değeri de kimlik sahibi bir eyleyen tarafından ortaya konur.

71

Nitekim Nietzsche’nin de dediği gibi önemli olan kendisiyle birlikte şair değil, eseriyle birlikte şairdir (Nietzsche, 2002a, s.116). Çünkü yazar kesintisiz zaman içerisinde oluşturduğu devamlılığa sahip kimliğini, belleğiyle ortaya koyar. Bellek, eylem özgürlüğünün garantisidir. Özgürlük yazarın dünyaya karşı tavır alışının ve zaman içinde biriktiği yaşantılar olarak anılarının yeri olan bellekle ortaya konur. Bellek, özgürlüğün epistemolojik sınırıdır. Yazmak, özgürlük ile anı arasındaki anlaşmadır (Barthes, 1987, s.21).

Bu anlamda Foucault’un özgürlük konusunda “önemli olanın öznenin ne tür değişik ve karmaşık söylemlerde bulunduğunun analiz edilmesi olduğu” ifadesi önemlidir (Foucault, 2014, s.248). Analiz, parçalayan ve özü gözden kaçıran bir inceleme biçimi gibi görünebilir. Bu yüzden analiz yerine sınır, çerçeve ve olanak etrafında yazar söyleminin irdelenmesi demek daha yerinde bir ifade olabilir. Yazarın söylemi, yazma ile ortaya konan bir dil eylemidir. Bu durumda yazar, özgürlüğünü ve özgürlüğe çağrısı ile dili ne için ve nasıl kullanmıştır? sorusu yazma eyleminin hakiki bir değere mi yoksa sahte bir değere mi sahip olduğunu ortaya koyar.

Yazma eyleminde dil, yazar tarafında işlenir, içkinleştirilir ve yeniden yaratılır. Böylece dil özgürleştirilir. Çünkü dil bir bakıma özgürlük alanıdır, yaratım özgürlüğün kendisidir. Yazma ise yaratımın özgürlükle mücadelesidir (Murdoch, 2015, s.337). Zizek’e (2015) göre bir yaratım olarak özgürlüğün karşında alışkanlıklar bulunur (s.342). Çünkü alışkanlık, tasarımın, bilincin ve canlılığın olmadığı, mekanikleşmiş yapıdadır. Alışkanlıkta insan seçim ve tercihte bulunmaz. Dilin, günlük kullanımlarında da bu tür alışkanlıklar bulunur. Nasılsın diyen birine iyiyim şeklinde verilen yanıt aslında düşünülmemiş, tasarlanmamış dilin mekanik kullanımıdır. Oysa yazma, dilin alışkanlıklarını kırıp onu yeniden yaratmaya yönelmiştir. Aksi durumda yazma sahteleşmiştir. Buna karşı Wittgenstein dilin gerçek özgürlüğünü, ancak evi olarak nitelediği günlük dilde kazandığını söyler (Wittgenstein, 2006, s.56). Ona göre dilin günlük kullanımı dışındaki tüm kullanımları yanlıştır ve dili hapseden kullanımlardır. Çünkü ona göre dil dünyanın özüne ait olanı ifade edemez (Soykan, 2006, s.119). Bu düşünceden hareketle Wittgenstein’e göre yazma, dilin sahteleşmesine yol açar.

Oysa yazma Sartre’nin de (2008) dediği gibi, adlandırmaktır; adlandırmak göstermek; göstermek de değiştirmek demektir (s.92). Sartre’nin bu düşüncesi bu yazı içerisinde bakmanın görmeye dönüşmesi, görmenin de gerçekliği sarsma ile açması olarak ifade

72

edilir. Sarsmak, Nietzsche, Schopenhauer ve Heidegger’in düşüncelerinde belirttiği gibi örtünün kaldırılması demektir. Görünüşe dair her dile getirme, yeni bir adlandırma, yeni çerçevelemeyle ilgilidir (Tepe, 2008). Yazar bu dünyayı ne kadar değiştirmek isterse onu o oranda canlandıracaktır ve bu canlandırma ya da yeniden açığa çıkarma dil sayesinde olur. Çünkü yazma sırasında, dil işlevselliğinden kurtarılacaktır. İşlevsel iletişimde aslında sessizlik içerisinde ve boşlukta olan dil, yazar tarafından anlamlı hale getirilecektir (Blanchot, 1993, s.11).

Bunun için yazma eylemindeki özgürlüğün açığa çıktığı ilk durak yazar ile dil arasındaki bağlanmadır. Yazar, dili işleyen kişidir ve özgürdür. Fakat yazarın dil alanındaki özgürlüğü dilin sınırları kadardır. Çünkü Uygur’un (1993) dikkat çektiği üzere, yazar özgürce hareket ettiği dile bağlılık gösterendir (s.148). Buna karşılık dili kendi sınırları içerisinde değerlendiren Barthes özgürlüğü dilin tek anlamlı olmaması üzerinden ele alır. Dil, sözcüklerden sözcükler ise simgelerden oluşur. Simge, sabittir; fakat sözcükler çok anlamlıdır (Barthes, 2016, s.46). Dile özgürlüğünü veren bu çok anlamlılıktır. Bu çok anlamlılık içerisinde yazma dilin zorunlu olarak parçalanması demektir. Özgürlük bu parçalanma bilinci ve bu bilinci aşma çabası ile doğar (Barthes, 2007, s.14).

Dil, yazma eyleminde özgürlüğün bir taşıyıcısı olarak ortaya çıkarken, aynı zamanda yazarın tek başına olmadığının da göstergesidir. Çünkü dil, ortaklığın sağlandığı bir köprü olarak Ötekine bağlıdır. Dilin özgür yazar tarafından özgürce kullanılması Öteki’nin

Belgede Felsefi Bir Eylem Olarak Yazmak (sayfa 76-85)