• Sonuç bulunamadı

2 3 YAZILI KAYNAKLARA DAYALI TARİH YAZIMININ GELİŞİM SÜRECİ

Tarih yazının icadıyla başlamıştır. Yazı öncesi toplumlarda ise sözlü tarihin kullanıldığına rastlanmaktadır. Antik Yunan’a bakıldığında İlyada’nın ilk yazılı versiyonu görülebilir (Thompson, 1999:23). Yazının icadıyla birlikte sözlü kaynakların kullanılmasına devam edilmiştir. Günümüzde ilk tarihçiler olarak bilinen Herodot ve Thukydides’in tarih kitapları da ilk yazılı tarih kitabı/kaynağı niteliği

taşır. Örneğin M.Ö. Pers savaşları sonunda yapılan anlaşmalarda yer alan kişilere Herodot sorularını yöneltmiştir (Hoover, 1978:391). Herodot’un yaptığı görüşmeler sonucu yazdığı tarihtir.

Ortaçağ tarih yazımına genel olarak bakıldığında da Yunan ve Roma tarih yazımının bir devamı olduğu görülmektedir. Rivayetçi yöntem değişmeden kalır. Ortaçağ tarihçisi hâlâ olgular konusunda rivayete bağımlıdır. Kendisine ulaşmış olan rivayetlerin gelişmesini incelemek ya da onları oluşturucu öğelerine ayırmak için elinde hiçbir araç yoktur (Collingwood, 1996: 85).

Ortaçağın kapanışıyla, Avrupa düşüncesinin başlıca işlerinden biri tarihsel incelemenin yeniden yönlendirilmesi olmuştur. Rönesans’la birlikte yazılı kaynaklar, sözlü kaynakların yanı sıra kullanılmaya başlanmıştır (Somersan, 1998; Akt. Sarı, 2007:15).

Rönesans’tan itibaren yazılı kaynaklar gitgide çoğalmışsa da, belge araştırması için değerli bir yardımcı olarak eski teknikler kullanımda kalmıştır. Tarih metodu olarak belge kullanımı matbaanın yaygınlaşması ve basılı eserlerin çoğalması ile önem kazanmıştır. Fransız ihtilali sonucunda özel arşivlerin açılması ile tarihçiler arşivlere yönelmişlerdir. Belge metodu XIX. yüzyılda yeni akademik tarih mesleğinin temeli olarak ortaya çıkmıştır (Tuncay, 1993; Akt. Sarı, 2007:18).

XVIII. yüzyıl Aydınlanma tarihçileri arasında, yer alan Voltaire, uzak geçmişten nesilden nesile aktarılmış, tarihin ilk temellerini oluşturan sözlü geleneğe kuşkuyla yaklaşıyordu. Kökenleri ne kadar uzağa giderse değerlerinin o kadar azaldığını, her aktarımda olabilirliklerinden biraz daha kaybettiklerini ve kehanetlerin, mucizelerin, hayaletlerin artık masal diyarına gönderilmesini, tarihin felsefe tarafından aydınlatılması gerektiğini savunuyordu. Dönemin tarihçilerinden daha çok ayrıntı, daha kesinleştirilmiş bilgi talep ediyordu. Örneğin XII. Charles’ın

tarihi (1731) adlı eserinde “teknik bir noktayı bile doğruluğu şüphe götürmeyecek

tanıklıklara başvurmadan sunmayışıyla” övünmektedir. Yayımlanmasının ardından eserin güvenilirliğinin bir göstergesi olarak, anlatılan olayların bazıları için “görgü

tanıklığı” yapan Polonya Kralının kendisine yazdığı takdir mektubunu da kitabına eklemiştir (Thompson, 1999: 25).

Basılı malzemenin XVIII. yüzyıl’da da devam eden muazzam çoğalışının ilk etkisi tarih yazıcılığının olumlu açıdan zenginleşmesi olmuştu. Aynı zamanda XVIII. yüzyıl sonlarında bağımsız sosyal tarih araştırmaları da başlamıştı.

Yine Aydınlanma çağı ile birlikte Batıda (özellikle İngiltere’de) yaşadıkları coğrafyayı tanımak isteyen seyyahların hatıralarında duyduklarını bol bol kaydetmeleri, XIX. yüzyılın ortalarında şekillenen nesnelliği ön plana çıkaran ve “yazılı belge yoksa tarih de yok” anlayışındaki modern tarih yazıcılığına kadar varlığını sürdürmüştür (Langlois ve Seignobos, 1937:15–16).

19. yüzyıl başında Almanya’da Leopold von Ranke, akademik tarih eğitimi, sistematik tarihsel metot eğitimiyle tarih alanına ağırlığını koymuş ve modern akademik tarihin kurucusu olmuştu. Ranke’nin mesleki tarih eğitimi, önce Fransa’ya sonra Avrupa ve Amerika’ya yayılmıştı. Sorbon’da Langlois ve Seignobos “Tarih Çalışmalarına Giriş” el kitapında (1898) “Tarihçi belgelerle çalışır. Belgelerin yerini hiçbir şey tutmaz. Belge yoksa tarih yoktur.” diyerek yaklaşmışlardı. Bu süreçte tarih biliminde sözlü malzemenin kullanımı 19. yüzyılda modern akademik tarihin ortaya çıkması ile hemen tamamen ortadan kalktı ve yerini tamamen yazılı tarih verilerine dayandırdı (Tunçay, 1993:2; Somersan, 1998: 369).

Selçuklu ve Osmanlı Tarihçilerinin ilk dönemlerinde yazılan tarih kitapları “İslam Tarihçiliği” geleneğini devam ettirmekteydiler. Yani rivayetçi nakledici bir özellikteydi. Saray görevlisi olarak çalışan vakanuvislerin yazdıkları kitaplar kendi dönemleri öncesini diğer kitaplardan naklederken, bu Osmanlı tarihlerini yazanların veya vakanüvislerin yazdıkları tarihlerin bir kısmı da kendi tanıklıklarına dayanmaktadır. Örneğin Aşık Paşa, yazdığı tarihin bir kısmını başkalarının yazdıklarına dayandırmış; bazı olayları başkalarından dinlemiş ve diğer kısmını da kendi şahitliğine dayandırmıştır (Aşıkpaşaoğlu, 1992:5–6).

Osmanlı tarihine baktığımızda da XVIII. yüzyılda tamamlanan Naima

tanıklıklar önemli yer tutmaktadır. Eyüpoğlu (1991:131), Naima’nın Tarihi’nde Osmanlı İmparatorluğunun belli bir dönemini açıklarken olaylara dayandığını, onları nedenleriyle anlattığını, ayrıca olayların temelinde devleti sarsan, uçları padişahın çevresine değin uzayan yolsuzlukları açıklamakta olduğunu belirtir. Eyüpoğlu, yapıtı bir anılar dergisi niteliğinde görmektedir. Cevdet Paşa bile yazdığı tarihte geniş bir kaynak taramasının yanında yazdığı tarihi dönemin ( 1774–1826) olayları içinde bulunmuş veya tanık olmuş kişilerden de bizzat bilgi almıştır (Yinanç, 1999: 576). Diğer Osmanlı tarihlerinde de bu çeşitliği görmek mümkündür.

Günümüzde yakın tarihle ilgili birçok tarih bilgisi gelişim ve değişimin hızına bağlı olarak ya çabucak uçup gitmekte veya hiç var olmamış gibi hiçbir iz bırakmadan yok olmaktadır. Buna çoğunlukla teknolojik gelişmeler sebep olmaktadır. İletişim teknolojisindeki hızlı değişimin yol açtığı azalan belge sorunu artarak devam etmektedir. Bilgi ve fikirlerin uçucu olduğu; mektubun, telgrafın yerini telefonun; kitap ve gazete gibi yazılı metinlerin yerini tv, sinema, multivizyon, kaset- çalar gibi görmeye ve işitmeye dayalı cihazların; klasör ve dosyaların yerini internet sayfalarının aldığı günümüzde yerel veya genel tarihin azalan kaynaklarını yeni bilgi toplama yolları geliştirerek aşması gerekmektedir. Ancak aynı teknolojik gelişmeler, uzak ve yakın geçmişe ait birçok tarih malzemesini yaşatabilmemize ve koruyabilmemize imkanlar sağlamaktadır (Thompson, 1999: 97).

2. 3. 1. Yirminci Yüzyılda Yazılı Kanıtların Tarih Bilimi Açısından Önemi

Bütün tarih çalışmalarının can damarını belgeler ve diğer yazılı kaynaklar oluşturur. Hiç kuşkusuz makul vakayinamelerden, anıtsal yapılardan ve diğer maddi bir takım izlerden bir çarpışmanın nerede ve ne zaman yapıldığı, çarpışmayı kazanan, iki tarafın kayıpları ve kilit kişilerin adları öğrenilebilir. Ama resmi yazışmalar, mektuplar, görgü tanığı ifadeleri gibi birinci elden kaynak niteliğindeki belgeye dayalı bulgular olmadan ilgili kişilerin davranışlarını, aldıkları kararları, verdikleri emirleri, uyguladıkları taktikleri, akıl yürütme biçimlerini ve güdülerini anlamakta güçlük çekilebilir. Bütün bunlar ancak onlar ya da onların yakın kişiler tarafından o sırada veya kısa bir süre sonra yazıya dökülmüşse bilinebilir.

Çağdaş tarihin birinci elden kaynakları daha önceki çağlara oranla çok daha zengindir. Yazıya dökülmüş sözlerin yanı sıra, filmler, radyo ve televizyon haberleri, belgeseller, ses arşivleri, elektronik kayıtlar, çeşitli eşyalar. Ancak yaşadığımız bu son yüzyılın tarihini iyi anlamada yazılı belgeler hala kritik bir öneme sahiptir. Bunun sebeplerini Stradling şu şekilde açıklamıştır;

Bu yüzyılda merkezi ve yerel yönetimlerin işlevleri çarpıcı boyutlarda artmıştır. Bilgileri toplama, saklama ve yeniden bulma süreçlerinin mekanikleşmesi ve buna bağlı olarak resmi istatistiklerin yayımlanması sayesinde insanların günlük yaşamları hakkında eskisinden daha çok şey bilinmektedir.

Örgün eğitimin yaygın hale gelmesiyle birlikte, bu yüzyılın neredeyse bütün önemli olayları ve sosyal gelişmeleri konusunda sosyal temsil düzeyi yüksek insan gruplarının görüşlerine ve deneyimlerine ulaşmak mümkündür. Basın ve yayın faaliyetlerinin genişlemesi sayesinde artık bir olayla yada gelişmeyle ilgili daha çok perspektife ulaşılabilmektedir (Stradling, 2003:211).

2. 4. TARİH YAZIMINDA KAYNAK BİLGİNİN OLUŞTURULMA SÜRECİ

Benzer Belgeler