• Sonuç bulunamadı

Varlığın Devamlılığının Görünen Yüzü Olarak Rutinler

Bireyde ve devlette ortaya çıkan kaygının, düşünümsel gözetim vasıtasıyla hayata dair düzenlilik ve sürekliliklere ilişkin bir farkındalık oluşturularak kontrol altına alınmaya çalışıldığı yukarıda ifade edildi. Bireyin kaygısını kontrol altına alarak yönetilebilir bir seviye çekmesi, hayata ilişkin süreklilik ve düzenliliklerin en önemli göstergesi olan rutinler vasıtasıyla mümkün olur. Bu nedenle birey, ilk görünüşte kaos yumağı olan gündelik hayatın genel manzarasından dolayı ortaya çıkan kaygısını, o karmaşanın içinde var olan rutinleri düşünümsel olarak fark edip devam ettirerek

gerektirirken, düşünümsellik de son tahlilde eylemleri zaman-uzam içinde aynı kılan etkinliklerin devamlılığıyla mümkündür (Giddens, 1999: 43). Bu bağlamda düşünümsellik ve rutinler hem iç içe geçmiş biçimde hem de karşılıklı olarak bir arada bulunurlar.

İnsanlar, gerçekleştirdikleri eylemlerin şartlarını, o eylemlerin birer özelliği olarak düşünümsel biçimde gözetirler ve bu gözetim çoğunlukla sözel özellikler barındırır. Bireyler eylemlerinin gerekçeleri hakkında talep edilmesi durumunda sözel açıklamalar getirebilirler (Giddens, 2014: 53). Diğer bir deyişle, insanlar gerçekleştirdikleri eyleme ilişkin sözel bir bilince yaslanan bilgililiğe sahiptirler. Fakat insanın bir fail olarak bilgililiği sadece söylemsel bilinciyle sınırlı değildir. Hayatın genel akışı içinde bireyler, eylemlerini çoğunlukla yaslandıkları rutinlere dâhil olan pratik bilinç düzeyinde ortaya koyarlar (Giddens, 2014: 54). Kişinin rutine ilişkin bilgililiği anlamına gelen pratik bilinç, düşünümsel dikkatin bir unsurudur. Pratik bilinç vasıtasıyla insanlar, gerçekleştirdikleri rutin eylemin doğasına ilişkin bir kaygı hissetmeden hareket ederler.

Bireyin hayatın karmaşık ve kaotik yapısı içinde gündelik hayatta daimi ve ardışık bir eylem rutinine sahip olduğu bilgisini sunan pratik bilinç, ontolojik güvenlik duygusunun bilişsel ve duygusal dayanak noktasıdır. Bu noktada rutin, hayatın akışında karşılaşılan uyaranlara karşı sergilenen otomatik ve alışılageldik yanıtlar şeklinde ortaya çıkar (Mitzen, 2006a: 273). İnsanlar, gündelik hayatta en basit bir soruya cevap vermek veya sıradan bir eylemi gerçekleştirmek için sınırsız sayıdaki alternatif cevap veya eylemi parantez içine almak zorunda kalırlar (Giddens, 2014: 54-55). Gündelik hayat, bireylere herhangi bir eylem veya söz söylemek için bile sayısız alternatif imkanı sunduğu için kaygı üreten bir kaos durumundadır. Birey, sınırsız alternatif arasından bir veya birkaçını seçerek eylem veya söz ortaya koyabilmek için pratik bilincinin kendisine yol göstericiliğinde, düşünümsel olarak, geri kalan bütün seçenekleri

parantezin içinde bırakır. Böylece birey, hayatın dağınık ve karmaşık doğasında kendi bireysel yolu anlamına gelen rutinlerini oluşturur. Düzenli şekilde bazı soruların masadan kaldırılması neticesinde oluşan rutin sayesinde birey, etrafındaki tehdit çevresini de bilişsel bir kontrole tabi tutar (Mitzen, 2006a: 273). Ayrıca oluşan rutinler, zaman içinde, bireyin daimi olarak göz önünde bulundurmadığı ve fakat eylem esnasında bireyi sürekli yönlendiren pratik bir bilincin gelişmesine vesile olmaktadır.

Rutinler bir yandan ortaya konulan eylemlerin ardışıklığıyla oluşurken, diğer yandan da düşünümsel gözetim ve pratik bilinç sayesinde ileride ortaya çıkacak eylemlerin de nedeni olmaktadır.

Rutinler ayrıca, pratik bilinç sayesinde her gün yeniden ürettiğimiz bir çerçevede bütünlüklü ve istikrarlı –dolayısıyla öngörülebilir- bir dünya içinde var olma duygumuzu güvenceye alır. Gündelik hayatın akışında ötekiler ve maddi dünya ile ilgili ortaya çıkan sorular, doğrulukları sorgulanmadan paranteze alınır. Bu sorgulamayı gündelik hayatta bilinçli olarak yapanlar ya felsefi analizciler ya da psikolojik sorunları olanlardır (Giddens, 2014: 55). Rutinler bu anlamda, gündelik hayatta karşılaşılan olağan-dışılıkların bilinç düzeyinde varoluşsal kaygılara dönüşmesini, onları parantez içine alarak engeller. Dolayısıyla rutin, var-oluşsal anlamda ortaya çıkabilecek sorulara pratik düzeyde “cevaplar sunan” bir zemini temin etmektedir (Giddens, 2014: 56).

Bu nedenle rutinler, sadece gündelik pratiklerin istikrarı anlamına gelmezler.

Bireyin dünya-içindeki varlığıyla ilgili kendisini kaygıya sevk eden birçok varoluşsal sorunun cevabı da rutinler sayesinde elde edilir. Bireyin kim olduğu, nereye ait olduğu, nereden gelip nereye gittiğine dair zihninde sürekli kendisini hissettiren sorular, rutinler sayesinde sürekli cevaplandığı için birey, varoluşsal kaygılarını da kontrol etme fırsatı elde eder. Gündelik hayatın her bir rutini, bireye kim olduğunu sürekli hissettirir.

Gündelik hayatın giyinme, yeme-içme, konuşma, inanış, evlilik ve benzeri çok farklı alanlarına ait rutinleri takip eden birey, bu sayede kendisinin dünya-içindeki yerini de

bilişsel ve duygusal olarak kavrayabilir. Bu nedenle de birey, rutinlerine kendisini hayatın karmaşasından kurtardığına inanarak güvenir.

Bireyde rutinlere yönelik oluşan bu inancın kaynağında ne yatmaktadır? Bireyin ontolojik güvenliğinin önemli bir kısmını oluşturan ve benliğin sürekliliği ile dışarıdaki sosyal ve maddi dünyanın düzenliliğine işaret eden rutin, hangi süreçlerin neticesi olarak bireye güven veren bir anlam kazanmaktadır? Bu soruların cevapları, bireyin hayata ilk adımını attığı bebeklik dönemine gidilerek verilmektedir. Gerek Laing’in gerekse de birçok sosyal psikoloji uzmanının çalışmalarından hareketle Giddens’ın ortaya koyduğuna göre, bireyin ontolojik güvenlik duygusunun inşa edilmeye başlanması bebeklik dönemine denk gelmektedir. Bebek anne karnından canlı olarak çıktığı anda biyolojik doğum gerçekleşir. Bebeğin biyolojik doğumu, kendisini kısa bir süre zarfında canlı bir organizma olarak “mekanda bir konumu ve zamanda sürekliliği olan bir varlık olma hissine sahip olacağı ve kendini gerçek ve yaşayan olarak duyumsayacağı” bir süreci başlatır (Laing, 2015: 39). Laing bu süreci, biyolojik doğumu takip eden “varoluşsal doğuş” olarak tanımlar. Varoluşsal doğuşunu kısa sürede elde eden birey:

“… kendi varlığını gerçek, yaşayan ve bütün olarak; olağan koşullar içinde kimliği ve özerkliği hiç şüphede olmayacak kadar dünyanın geri kalanından farklılaşmış olarak; zamanda sürekli bir dizi olarak; içsel bir tutarlılığa, tözselliğe, hakikiliğe ve değere sahip olarak; uzamsal olarak bedeniyle eş-kapsamlı olarak; genelde doğumda ya da civarında başlamış ve ölümle yok olmaya tabi olarak yaşantılayabilir. Böylece o sıkı bir ontolojik güvenlik çekirdeğine sahip olur” (Laing, 2015: 39-40).

Rutinlere olan güven de bireyin bebeklik döneminde başlayan varoluşsal doğuşunun en önemli dizgelerinden biri olarak karşımıza çıkar. Rutin bu süreçte, bireyin dış dünya ile olan ilişkilerinin bir yansıması olarak gelişmeye başlar. Birey, hem ileride ortaya çıkacak varoluşsal hem de gündelik hayatın istikrarına ilişkin kaygılara karşı hayatın başında “duygusal bir aşı” elde eder (Giddens, 2014: 59; 2016: 95).

Bireyin henüz daha bebekken hayatın başında elde ettiği bu aşıyı yapan ise -geleneksel

geldikten sonra biyolojik bir organizma olarak yaşayabilmesi, tamamıyla ebeveynlerinin onun fiziksel ihtiyaçlarını karşılamasıyla mümkün olur (Giddens, 1999: 99). Beslenme ve diğer fiziksel (sıcak ve soğuktan korunma, altının temizlenmesi ve nesnelerden korunma) ihtiyaçlar bebeğe ebeveynler tarafından temin edilir. Bütün ihtiyaçları dışarıdan karşılanan ve bu sayede organik yaşantısını sürdüren bebek, dışarıdaki dünyaya karşı bir güven duygusu geliştirmeye başlar.

Giddens (2014: 56-57), Erikson ve Winnicot’ı takip ederek, bebekte ortaya çıkan bu güven duygusunu “temel güven” olarak niteler. Temel güven, bireyde ötekiler, maddi-dünya ve benliğe ilişkin bilişsel ve duygusal yönelimin kendini gösterdiği hayatın ilk ana eksenidir. Bebeğin anne-babası üzerinden diğerlerine ve dış dünyaya karşı geliştirdiği temel güven, sadece ötekine güvenme şeklinde değil, aynı zamanda

“kendine güven” biçiminde de gelişir (Giddens, 2016: 95). Başkalarına duyulan güven, daha sonra istikrarlı bir benlik/kimlik gelişimine zemin oluşturan içsel bir güvenilirlik duygusunun gelişimiyle paralel olarak serpilir. Bu nedenle de güven, bireyin hayatının ilk başlarından itibaren “deneyimlerin karşılıklılığı” şeklinde ortaya çıkar (Giddens, 1999: 99-100; 2016: 96).

Bütün ihtiyaçlarının karşılanması için diğerlerinin rutin ilgisine ihtiyaç duyan bebek, rutinlerin kendisine yönelik bir güvenlik alanı oluşturduğu inancını geliştirmeye başlar. Dışarıda, bebeğin anlam veremediği sınırsız sayıda olay cereyan etmektedir.

Fakat bütün bu karmaşa içinde bebeği hayatta tutan ve ona kendisini güvende hissettiren belirli eylem silsileleri mevcuttur. Rutin bir şekilde beslenmesi, belli ölçü ve şekillerde giydirilmesi, belirli aralıklarla temizlenmesi ve çoğunlukla aynı şekilde dinlendirilmesi şeklinde ortaya çıkan rutinler, bebek için kaotik dış dünyada güvenilmesi ve takip edilmesi gereken birer hayat patikası anlamına gelir. Rutinin güvenilirliğine olan inanç, hayatın ilk aşamasında şekil kazanmaya başlar. Böylece, temel güveni üreten rutinler, sosyal hayatı ve benliği de bilinebilir kılar (Mitzen, 2006b: 346).

Çocuklardaki şizofreni, Erikson’a göre, bebek ile ebeveyni arasında sağlıklı bir temel güven tesis edilemediğinde ortaya çıkar (Giddens, 2016: 96). Bu durumda bebek, nesneler ve ötekilerle ilgili olarak yetersiz bir gerçeklik duygusu geliştirir. Çünkü düzenli ve yeterli bir sevgi ve bakım desteğinden mahrum kalmıştır. Buradan hareketle, ebeveynin sevgi ve ilgisine inanç, gerek temel güvenin gerekse diğer bütün güven türlerinin özünü teşkil etmektedir. Çünkü bebek kendi varlığına ve diğerlerine ilişkin algılarını, ebeveynleriyle kurduğu sevgi bağlarından hareketle inşa etmekte ve dünyayı, ilk olarak, onlar vasıtasıyla deneyimlemektedir (Laing, 2015: 187). Bu nedenle ebeveynin bebeğin ihtiyaçlarını fark etme noktasındaki tam başarısızlığı ile çocuğun dürtüsel doyuma ulaşmadaki tam başarısızlığının bir araya gelmesi, temel güvenden tamamen yoksun şizofrenik bir çocuk profilinin ortaya çıkmasına neden olur (Laing, 2015: 182).

Temel güvenin ana özelliklerinden bir tanesi de bebeğin, ebeveyninin yokluğunda, döneceğine olan inançtır. Bebek hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu ebeveynlerinin ortamdaki yokluklarına karşı kaygı geliştirir (Giddens, 2014: 63). Fakat ebeveynin yokluğunun sürekli olmaması ve kısa süre içinde geri dönmesi, rutin bir şekilde tecrübe edildikçe söz konusu kaygılar kontrol altına alınır. Ötekinin güvenilir olduğu duygusu, annenin orada-bulunmayışının bir sevgi ve ilgi azalması anlamına gelmediği inancına dayanır. Orada-bulunmayan ebeveynin geri dönmesi ve bebeğin ihtiyaçlarını kaldığı yerden rutin şekilde temin etmesiyle oluşan güven, bebeğin dünyasında mesafeyi zaman ve uzam içinde paranteze alarak yaşam boyu ortaya çıkabilecek var-oluşsal kaygılara karşı paratoner görevi görür (Giddens, 1999: 99; 2016:

98).

Bireyin daha bebekken duygusal bir aşı olarak elde ettiği temel güven, bireye hayatın farklı alanlarında karşılaşacağı risklere karşı paniklemeden ve korkuya kapılmadan hareket etmesini sağlayan “koruyucu bir koza” görevi görür (Giddens,

2014: 59). Temel güvenden elde edilen koruyucu koza, daimi bir güvende olma duygusundan ziyade, hayatın akışında ortaya çıkan ve bireyin bedensel ve psikolojik bütünlüğünü tehdit eden rutin-dışı hadiselere “gerçek-dışı” duygusu ile yaklaşılmasını sağlayan ve riskleri parantez içine alan bir duygudur (Giddens, 2014: 59).

Bu doğrultuda rutinler, zaman-uzam içinde öngörülebilirliği varsaydığı için psikolojik güvenlik duygusuyla doğrudan ilintilidir. Rutinler bir şekilde kesintiye uğradığında kaygı yükselmeye başlar ve bireyin kişiliğinin en güçlü yanlarını dahi yerle bir edebilir (Giddens, 2016: 99). Rutinlerin kesintiye uğramasıyla bireyin pratik bilinciyle olan bağı kopar. Pratik bilinci işleyemez hale gelen birey düşünümsel dikkatini odaklayacak zemini kaybeder. Düşünümsel gözetim eksikliği de bireyin eylem ortaya koyma kapasitesini düşürür. Böylece bireyin sosyal eylem döngüsü kırılır ve failliği zedelenir. Bu nedenle rutin, bireyin failliğine öncül olan ve ontolojik güvenliğine zemin oluşturan bir unsurdur (Mitzen, 2006a: 273).

Rutinlere bağlılık ile ontolojik güvenlik arasındaki karşılıklı ilişkinin, öte yandan, “her şeyde bir hayır vardır” şeklinde bir sonucu doğurduğunu ifade etmek doğru değildir (Giddens, 2014: 59). Zira rutinlere katı bağlılık, her ne şekilde ortaya çıkarsa çıksın, nevrotik/kompülsif bir ruhsal bozukluğa işaret eder (Giddens, 2014: 59-60).Bu nedenle rutinlere körü körüne katı bir bağlılık, temel güveni sağlıklı bir zeminde gelişememiş olan bireylerde ortaya çıkar. Temel güveni sağlıklı bir şekilde oluşmuş olan birey, diğerleriyle olan ilişkisinde doygunluk hissederken, bunu temin edememiş birey, doygunluk sağlamaktan ziyade sürekli kendini korumakla meşgul olur (Laing, 2105: 40). Gündelik hayatın en sıradan aksaklıkları dahi temel güvenden yoksun bireyin düşük güvenlik eşiğine tehdit oluşturur. Bu nedenle de bu tarz bireyler, gündelik hayatlarında hiçbir aksaklığın çıkmasını istemezler ve rutinlere körü körüne bağlı kalmayı tercih ederler.

Bebeklik döneminde ihtiyaç duydukları ilgi ve bakımı rutin bir şekilde elde edemedikleri için temel güveni sağlıklı bir şekilde gelişemeyen bireyler, rutinlere körü körüne bağlı kalmaya yönelirler. Bu noktada temel güveni “sağlıklı” ve “katı/uyumsuz”

şeklinde ikiye ayıran Mitzen (2006a: 274; 2006b: 350), katı/uyumsuz temel güvene sahip kişilerin bütün enerjilerini rutinleri korumaya harcadıklarını, bu nedenle de

“deneyim, öğrenme ve gelişim”den mahrum kaldıklarını ifade eder. Öte yandan, sağlıklı temel güvene sahip bireyler için rutinler, “ortalama beklenebilir bir çevre” sunarlar (Giddens, 2014: 60). Bu nedenle temel güveni sağlıklı oluşmuş bireyler, sahip oldukları var-oluşsal koruyucu koza sayesinde rutinleri ile aralarına esnek bir mesafe koyabilirler.

Bu esnek mesafe, rutinden kopma anlamı taşımaz.

Sağlıklı temel güvenin sağladığı koruyucu kozaya olan inanç, bebeklikten itibaren bireyde yaratıcılığın önünü açar. Bu sayede birey, hayatın akışı içinde sahip olduğu rutinleri de geliştirebilir ve fakat bu rutinleri dışlamayan yeni deneyimleri test etme yoluna gidebilir (Giddens, 2014: 60-61). Bu noktada Browning ve Joenniemi (2017: 35-36), eylem sistematiğini istikrarlı bir şekilde devam ettirmekten ziyade değişim dönemlerinde bu değişimle başa çıkabilecek bir düşünümsel gözetimin daha önemli olduğunu ileri sürerler. Böylece birey, rutinlerinden kopmadan, düşünümsel bir kabiliyetle, araya koyduğu mesafe ile hayata dair yeni tecrübeler edinip gelişimini sürdürebilir.

Güvenin ortaya çıktığı ilksel zemin olan öngörülebilirlik ve dış dünyanın sürekliliği, toplumsal hayatın ana sütunlarının rutin işleyişte olmasına dair bir beklentiyi de beraberinde getirir. Fail/Birey, toplumsal hayata, bedeni ve düşünümsel gözetimi vasıtasıyla katılırken benzeri kolektif katılımlarla sürekli olarak üretilip –daha sonra yeniden-üretilen- toplumsal rutinler sayesinde de güvenlik duygusunu pekiştirir. Bu manada rutin, hem failin toplumsal hayatta varlığının/kişiliğinin sürekliliğinin hem de genel olarak toplumsal kurumların ayrılmaz bir parçasıdır (Giddens, 1999: 108). Fail

olan birey, rutinin varsaydığı istikrarlı gelişimi ve öğrenmeyi sadece kendisi için istemez, içinde eylem ortaya koyduğu ve etkileşimde bulunduğu toplumsal yapılarda da benzer bir rutin talebinde olur. Bireylerin farklı bağlamlarda bir arada oldukları ve düşünümsel dikkat sayesinde süreç içinde aynı olan eylemler ürettikleri toplumsal rutinler, birey(ler)in düşünümselliğini ve rutini devam ettirecek eylemlerini etkiler ve böylece Giddens’ın (1999) “yapılaşma” dediği durum ortaya çıkar.

Rutinin birey ve toplumsal hayat açısından önemi, sıradan ve beklenilen hayat akışının travmatik bir şekilde sekteye uğradığı olağanüstü durumlar ele alındığında daha iyi anlaşılır. Burada olağanüstü durumlar, Giddens’ın (1999: 108) tarifiyle, “çok sayıda bireyi etkileyen, öngörülemez nitelikte olan kökten kopuş durumlarına, kurumlaşmış rutinlerin kesinliklerini tehdit eden ya da yok eden durumlara” karşılık gelmektedir.

Olağanüstü durumlar, her ne kadar çok sayıda kişiyi kapsayacak şekilde ortaya çıksa da bireyin eylem sürekliliği, içinde bulunduğu toplumsal yapıyla bir anlam kazandığından, her bir birey üzerinde doğrudan yıkıcı etkilere yol açarlar. Bu nedenle, rutinden kopuş, hayatın gündelik akışı içinde ortaya çıkabilecek herhangi anlık bir olumsuz durumdan çok daha ötesini ifade eder. Bireyin veya topluluğun yaşadığı herhangi sıradan bir yenilgi, beceriksizlik, hedefe ulaşamama, mağdur olma gibi durumlar rutinin bozulması ve dolayısıyla ontolojik güvenliğin zedelenmesi anlamına gelmez. Bireyin ve topluluğun kendileri olduklarına dair inanç ve duygularını yerle bir edecek tarzdaki köklü değişimler, rutinin kırılmasını ve benliğin/kimliğin zarar görmesini ifade eder.

Zira Laing’in (2015: 48) de belirttiği gibi “yenilmek zorunlu olarak kimliğin yitirilmesi anlamına gelmez. Yunus balinanın karnındayken bile tamamıyla kendisiydi.” Kimliğin kaybına ve kendilik inancının yitimine neden olacak şekilde rutinin kırılması, hayatın genel akışının kökten zedelenmesi anlamına gelir. Bu duruma en iyi örneklerden bir tanesi, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki toplama kamplarıdır. Giddens’ın (1999: 109-112) Bruno Bettelheim’dan aktardıklarına göre kamplar birçok kişiyi aynı anda

etkileyen, gündelik hayata dair kökten kopuş durumları olması nedeniyle, bireylerin ontolojik güvenliklerini yerle bir edecek bir rutin kırılmasına neden olmuştur.

Toplama kampları sadece bir cezaevi değil, aynı zamanda yeme-içme, tuvalet, uyku ve dinlenme gibi en basit gündelik ihtiyaçların dahi karşılanmadığı, fiziksel şiddetin mutat bir hadiseye dönüştüğü, acımasız var-olma koşulları olarak “günlük yaşamın alışılmış biçimlerinin aşırı derecede” bozulduğu bir rutin kırılması anlamına gelir. Özellikle daha önce hiç polis ile başı derde girmemiş ve hapis tecrübesi olmamış olanlar ya da profesyonel bir hayattan gelenler, kampların rutin-dışı koşullarında kopuşu ilk yaşayanlar olmuştur. İlk intihar vakaları da bu grupta yaşanmıştır. Gündelik hayatın olağan akışındaki rutinlerin sağladığı eylemin özerkliği duygusu kamplarda hiçbir birey tarafından hissedilemez hale gelmiştir. Olağan koşullarda, rutinlerin sağladığı öngörülebilirlik sayesinde muhtemel geleceğe dair anlamlı beklentiler, kamplarda yerini bir saniye sonra öldürülme belirsizliğinin yarattığı kaygıya bırakmıştır. Kamp koşullarında kökten bir ontolojik güvensizlik durumuna düşen bireyler, dünya-içinde yaşayan olma hislerini kaybederek “yürüyen cesetler” haline gelmişler ve failliklerini yitirmişlerdir. Büyük çoğunluğu kamp koşullarında ölen bu kişiler içinden gündelik hayatın içinde kendilerinin olduklarını düşündükleri küçük bir özerk alanı koruyabilenler sadece hayatta kalabilmiştir.

Toplama kamplarındakine benzer şekilde hayatın sıradan rutinlerine yönelik kökten saldırı durumlarında ortaya çıkan bedene/fiziksel alana yönelik tehditler ve toplumsal yaşamın öngörülebilirliğinin kırılması, birey(ler)deki toplumsallaşmış tepkilerin ortadan kalkmasına neden olur (Giddens, 1999: 111). Bu durumda ortaya çıkan yüksek kaygı, bireyin bebekliğinden itibaren geliştirmekte olduğu ve başkalarına olan güvenle paralel ilerleyen ana güvenlik sarmalının kırılmasına yol açar. Temel güveni yetersiz olduğundan rutinlere daha sıkı bağlı kalmak durumunda olanlar için bu durum, daha yıkıcı ve geri döndürülemez hale gelmektedir. Öte yandan sağlıklı bir

temel güvene sahip olan bireyler, az da olsa olağanüstü durumlarda kendilerine ait özerk bir alanı koruyarak daha sonra yeniden toplumsallaşmalarını sağlayacak rutinleri en baştan üretmeye başlarlar. Yeniden üretilen rutinler, geleceğe dair öngörülebilirliğin önünü açtığı için bireyin ve toplumun kendini güvende hissetmesine ve failliğini fark etmesine vesile olur. Travmatik tecrübelerden sonra rutinlere dönülmesi (eski rutinlere dönmek ya da yeni rutinler oluşturmak şeklinde) bireyin ve toplumun onarımı açısından önem taşır (Mitzen, 2006b: 348).

Devletler de öngörülebilirliği temin eden bir “düzen” arayışında oldukları (Bull, 1977) için bireyler gibi içinde yer aldıkları dünyanın kaotik yapısının ortaya çıkardığı belirsizlikleri ve bu belirsizliklerin neden olduğu kaygı durumunu aşmak için birtakım düzenliliklere gereksinim duyarlar. Bu bağlamda rutinler, devletler için de var-olmanın en önemli araçlarından bir tanesi olarak karşımıza çıkar. Mitzen (2006a: 271)’e göre devletlerin kimliğinin asıl belirleyeni maddi kapasiteler değil, alışkanlıklardır. Bu nedenle, devlet, geçmişten itibaren gerek kendisini meydana getiren toplumun gerekse de kurumsal yapılanmasının istikrarlı bir şekilde ürettiği ve eyleme döktüğü alışkanlıkları/rutinleri iç ve dış politikada devam ettirmek ve böylece geleceğe yönelik belirsizlikleri ortadan kaldırmak ister. Belirsizliğe karşı bilinebilir/öngörülebilir bir dünyayı mümkün kılan rutinlere ilişkin devletin bilgililiği, bireydekine benzer şekilde pratik bilinç sayesinde olanaklı hale gelir.

Pratik bilincin devlet ve toplumdaki karşılığı çoğunlukla geleneklerdir.

Gelenekler aslî olarak belirli eylemlerin belirli düzenlilikler bağlamında devamı niteliğinde olduğundan, devlet ve toplum için önemli bir rutinleştirme aracıdır. Lakin gelenek, Giddens’ın (2016: 105) da işaret ettiği gibi “yalnızca öylesine sürdürülen boş bir alışkanlık olmasından çok, asli olarak anlamlı olan bir rutindir.” Bu bağlamda geleneği anlamlı kılan özelliği, onu hem sürdüren hem de ondan etkilenen topluluğun ve devletin dünya-içindeki konumunu işaret eden bir rutin olmasından kaynaklanır. Bir

rutin olarak gelenek, topluma ve devlete kim olduklarını, nereden gelip nereye gittiklerini, bir sonraki adımda neyin gerekli olduğunu zihinlere sürekli olarak fısıldayan bir pratik bilinç yansımasıdır. Böylece de devlet ve onu meydana getiren toplum, rutin olarak devam ettirilen anlamlı gelenekler vasıtasıyla nereye ait olduklarını fark ederek var-oldukları duygusunu taşırlar.

Devlet ve toplum, gelenek sayesinde hem var-ve-yaşayan olduklarını, hem de ortaya koyacakları eylemlerin alelâde bir özellik taşımaktansa anlamlı bir içeriğe sahip olduğunu hissederler. Şöyle ki gelenek, o toplumun geçmişte yaşadıklarının ardışık bir birikimi olmaktan çok bugününü belirleyip yarınını inşa eden bir özellik taşır. Toplumu geçmiş ve gelecek kuşaklar arasında bağlayan ve bunu yaparken de topluma yön veren normatif bir karaktere sahiptir (Shils, 1981: 25). Bu yüzden gelenek, devletin ve toplumun geçmişte ne yaptığını betimlemekten ziyade, bugün ve gelecekte ne yapılması gerektiğini işaret eden pratik bilinç halidir. Gelenek sayesinde geçmiş, geleceği belirlemenin bir yolu haline gelir (Giddens, 2016: 105). Geçmişten bugüne devam eden rutinlerin doğruluğuna olan güven, bu rutinlere bağlı kalınarak gelecekte atılacak adımlarla ilgili kaygı duyulmamasına neden olur. Dolayısıyla “gelenek, güveni, geçmiş, şimdi ve geleceğin sürekliliği içinde sürdürdüğü ve bu tür bir güveni rutinleşmiş toplumsal uygulamalara bağladığı sürece, ontolojik güvenliğe temel bir biçimde katkıda bulunur” (Giddens, 2016: 106). Ayrıca geçmişle bugün arasında süreklilik bağı kuran gelenek, devletin ve toplumun bunalım dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal kırılganlıklara karşı da önemli bir koruyucu vazife görür (Hobsbawm, 1983). Bunalım dönemlerinde ortaya çıkan karmaşada gelenek, yönünü kaybetmiş olan topluma ve devlete yeniden istikametini belirleyebilmesi için yol gösterici olur. Burada bahsi geçen gelenek, sadece folklorik özelliği olan toplumsal bir olgu değil, aynı zamanda devletin dış politika geleneği şeklinde de değerlendirilmelidir.

Gelenekle birlikte diğer bütün rutinleşmiş eylemler, devletin ontolojik güvenliği için önem taşır. Devletler, geçmişten bu yana doğruluklarına dair bir sorgulama yapılmadan uygulanan rutinlerin, belirsizlik karşısındaki kesinliğine güvenle bağlı kalmak isterler. Hatta öyle ki, Mitzen’e (2006b: 342-343) göre devletler, belirsizlik karşısında belirliliği temsil ettiği gerekçesiyle içinde yer aldıkları çatışmaları devam ettirerek rutine bağlı kalma eğiliminde dahi olmaktadırlar. Süreç içerisinde rutine dönüşen çatışmalar, devletler açısından öngörülebilirliğin de zeminini oluştururlar. Bu nedenle, her ne kadar ilk bakışta çatışma, doğası gereği belirsizlik kaynağı olarak düşünülse de rutinin parçası olması bakımından devlet açısından öngörülebilirliğin önünü açtığı savunulmaktadır. Bu bağlamda devlet, bir dış politika geleneği haline gelmiş çatışma ve gerilimlere, öngörülebilirliği temin eden rutinlerin bir parçası olarak yaklaşıp devam ettirme eğiliminde olabilmektedir.

Çatışmaları birer rutin kaynağı olarak değerlendirip devam ettirme motivasyonunun altında, devletlerin katı/uyumsuz temel güven geçmişleri yatmaktadır.

Yukarıda ifade edildiği üzere, bireyler henüz daha bebekken ebeveynlerinin sevgi ve bakımı neticesinde elde ettikleri sağlıklı temel güven sayesinde ileride ortaya çıkabilecek olağan-dışı durumlarda rutinleri ile aralarına mesafe koyabilirler. Fakat devlet, gerek ortaya çıktığı kuruluş aşamasında gerekse bağımsız bir fail olarak varlığını devam ettirme sürecinde tamamıyla kendi başına hareket etmektedir. Devleti, ebeveyne benzer şekilde, koruyup kollayan, ilgi ve şefkat göstererek ihtiyaçlarını karşılayan başka bir aktörün varlığı söz konusu değildir. Bu nedenle de devletin temel güveni, rutinle araya mesafe koyabilecek kadar sağlıklı bir zemine sahip değildir. Devlet, güvenli olduğunu düşündüğü bir eylemi rutin haline dönüştürdüğünde kökten bir kırılma olmadığı müddetçe o rutinin kendisine sağladığı güvenli limandan ayrılmama ve yeni maceraları deneyimlememe eğilimindedir. Temel güvenin sağlıksız bir zeminde gelişmesinden dolayı herhangi bir aksilikte devreye girecek bir koruyucu koza söz

konusu olmadığı için devlet, rutinin kendisine sağladığı belirlilik ve öngörülebilirlik limanını terk etme eğiliminde değildir.

Rutine katı bağlılık eğiliminde olan devlet, Giddens’ın olağanüstü durumlar olarak nitelediği çok sayıda kişiyi etkileyen, öngörülemez olan ve sonuçları itibariyle katlanılamaz nitelikteki rutinden kopuş durumlarında travmatik bir noktaya savrulur.

Rutinin sağladığı bir sonraki adımın kesinliği ve güvenilirliği ortadan kalkınca devletin sağlıklı ve etkili bir eylem ortaya koyma yeteneği zayıflar. Ortaya çıkan yeni durum, devlet için bir belirsizlik yumağı şeklinde algılanır. Her yeni adımını kendisinin üretip şekil kazandırdığı rutin içinden türeten devlet, rutinin besleyiciliğinden mahrum kaldığında ortaya koyduğu eylemlerin kendisinden kaynaklandığı hissiyatından da uzaklaşır. Bu nedenle devlet, eylemlerine dışarıdan yön verildiğini düşünür ve böylece eylem özerkliğini kaybeder. Bu durum devletin uluslararası sistemin yapısı içindeki failliğine zarar verir.

Rutinin güvenirliliğinden kopan devlet, dünyanın kaotik yapısına gömülür ve belirsizliğin neden olduğu kaygılar üst seviyeye çıkar. Bu noktada belirtilmesi gereken önemli bir husus, devlet için rutin kopuşunun herhangi bir yenilgi, yetersizlik veya ilk defa tecrübe edilen bir yenilikle muhatap olmaktan çok daha ötesi olduğudur. Devleti ve toplumu meydana getiren ana dizgelerde meydana gelen ve dış politikada doğrudan yansımaları olan siyasi, sosyal ve ekonomik kökten kopuş durumlarında devletin rutini zedelenir. Başka bir deyişle, devletin sıradan bir ekonomik krize maruz kalması, lider değişikliği, sınırlı bir askeri yenilgi, herhangi dış politik bir başarısızlık tarzında ortaya çıkan sorunlar devletin ontolojik güvenliğini zedeleyecek rutin kırılmaları olarak değerlendirilmemelidir.

Devlet, bunalım dönemlerinden sıyrılarak yeniden kendisini güvende hissedeceği bir alana çekebilmek için ya eski rutinlerine geri dönecek bir süreci yürütmek ya da yeni rutinler üretmek durumundadır. Travmatik yıkıcı dönemlerden

sıyrılıp yeniden istikrarlı ve öngörülebilir bir toplum ve devlet yapısına kavuşmak, toplumsal onarım için önem taşır. Bu dönemde kendi var-oluşunu, imkân ve kabiliyetlerini düşünümsel gözetimin odağına yerleştiren devlet, toplum ve onların sözcüleri konumundaki stratejik aktörler, rutinlerin (yeniden) inşasını sağlamaya çalışırlar. Bu noktada devletin ve toplumun düşünümsel kapasitesi önem arz eder.

Devletin ve toplumun maruz kaldığı travmanın nedenleri ve sonuçları üzerine gerçekleşecek düşünümsel sorgulamanın derinliği, travmadan çıkışın ve yeniden istikrara dönüşün imkânını sağlar. Yaşanan köklü sorunun nedenleri, gelişimi ve etkileri ile bu sorundan çıkış için gerekli olan karşı-olgusal alternatifleri masaya koyma ve değerlendirme kabiliyetinden yoksun olan bir devlet ve toplum için yeniden istikrar üretecek rutinlere dönüş daha zor olur.