• Sonuç bulunamadı

2.4. Rusya’nın Dış Politikada Yetersiz Kalması ve Ontolojik Çöküş

2.4.4. Batı’dan Kop(ama)ma: 1996-1999

kuruluşuna öncülük etti ve bu taburun tatbikatlarına 1998-2000 arasında düzenli olarak katıldı (Troitskiy, 2007: 419-420). Dahası ABD ordusu, 1997’de Merkezi Asya’yı kendi

“sorumluluk alanı” içine aldığını ilan etti (Berman: 2004: 60). İlaveten Batı, Rusya’yı Bosna’daki iç savaşın çözüm sürecine dahil etmedi. Rusya’nın tüm eleştirilerine rağmen 1995 yılında NATO’nun hava harekatıyla Sırplar Bosna’da barışa zorlandılar ve neticesinde Dayton Anlaşması imzalandı (Mulchinock, 2017: 83).

Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası dönemin ikinci aşamasında da Rusya, dış politikada aradığını bulamadı. Farklı anlatıların ve bu anlatıları temsil eden güç odaklarının arasında sıkışan Yeltsin Yönetimi, “diplomatik alanda uyumsuz, birbiriyle çelişen tavırlar” ortaya koydu (Macit, 2010: 105). Rusya’nın dış politikadaki tutarsız eylemleri, muhataplarının nezdinde Rusya’nın güçsüzlüğü olarak kabul edildi. Bu nedenle de Rusya, Batılılar tarafından ne bir Batılı ne de güçlü bir devlet olarak görüldü.

Böylece Batıcı elitlerin yönetimindeki Rusya’nın inşa etmeye çalıştığı kimliğin bedensel karşılığı, bu dönemde de üretilemedi ve özneler-arası bir anlam kazanamadı.

onu atayarak Amerika’yı değil, Rus milliyetçilerini yatıştırmayı seçtiğini satırlarına taşıdı (Tsygankov, 2016: 100).

Rusya’nın büyük bir güç olarak kendisini uluslararası politikada göstermesi gerektiğine inanan Primakov ve ekibinin önünde iki öncelik bulunmaktaydı: Diğer ülkelerle işbirliği halinde Amerika’nın tek kutup yaratma girişimlerini dengelemek ve eski Sovyet coğrafyasını Rusya’nın sıkı denetimi altına almak (Tsygankov, 2016: 100).

Bu doğrultuda Primakov, aktif bir dış politikanın uygulanması gerektiğini düşünüyordu.

Primakov’a göre Rusya’nın 1990’larda içine düştüğü zor durum, Batı’nın da işine geliyordu. Zira özellikle 1990’ların ilk yarısında medeni dünyaya girmek için Batıcı eksende şekillenen dış politika, Rus milli çıkarlarını göz ardı etmişti. Primakov’un (2010: 18) kendi ifadesiyle Rusya bu dönemde, ABD’nin “siyasi limanında yol alan,

‘güdülen’ bir ülke olmaya başlamıştı.” Primakov’un nazarında Rusya, bir fail olarak özerkliğini kaybetmişti. Bir başka aktör tarafından güdülen bir aktörün özerk ve ontolojik anlamda güvenli bir fail olması mümkün değildi. Birey, çocukluk döneminin ilk yıllarında çeşitli eylemlerini ebeveynlere ihtiyaç duymadan gerçekleştirmeyi öğrenerek özerkliğini elde ederken Rusya, Sovyet sonrası dönemin ilerleyen yıllarına rağmen halen daha ABD’ye olan bağımlılıktan kurtulamamış ve bu nedenle özerkliğini elde edememişti. Bu durum Primakov’un dilinden döküldüğü üzere güdülmeyi beraberinde getirmişti.

Bu durumun yarattığı kaygıdan kurtulmak ve Rusya’nın kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamak isteyen Primakov, öncelikli olarak BDT ülkeleriyle güçlü ilişkiler geliştirilmesini gerekli görüyordu. Rusya’nın BDT ülkeleriyle hiçbir şart altında ortaklık bağlarını koparmaması gerektiğini savunan ve bu coğrafyanın Rusya için önemini “mukaddes yer boş kalmaz” şiarıyla açıklayan Primakov (2010: 177), ABD’nin bu bölgede yayılmak için Rusya’nın “zafiyetlerini” kullandığını düşünüyordu.

BDT özelinde eski Sovyet coğrafyasını önceliğine alan Primakov, ABD’nin tek-kutuplu

bir uluslararası sistem yaratma çabalarına karşı, Batı-dışı dünya ile yakın ilişkiler kurmak gerektiğini savunuyordu. Primakov, Rusya’nın hem Avrupalı hem de Asyalı bir devlet olduğuna bu nedenle de dış politikasını bu gerçeğe uygun olarak yürütmesi gerektiğine inanmaktaydı. Rusya’nın güçsüzlüğünün farkında olan Primakov, ABD’ye olan bağımlılıktan kaygı duyuyordu. Bu nedenle de Rusya’nın Çin, Hindistan ve İslam Dünyası başta olmak üzere çok yönlü bir dış politika izleyerek Batı’yı dengelemesi gerektiğini düşünüyordu (Tsygankov, 2012: 173).

Rusya’nın Primakov dönemimde yüksek sesle dile getirdiği çok-kutupluluk söylemi, özünde savunmacı bir motivasyona sahipti. Rusya, ABD’nin küresel hegemonyasına direnmek ve ABD’nin “küçük ortağı” olmaktan çıkmak istiyordu (Sapmaz, 2018: 63). Primakov’un nazarında Rusya, içine düştüğü kaygı sayesinde kendi geleceğini erkenden kurmaya çalışacak ve Batı’nın eyleminin bir nesnesi ya da küçük ortağı değil, kendi eyleminin öznesi ve böylece de özerk bir fail olacaktı. Fakat yine de gerek Yeltsin’in gerekse oligarklar başta olmak üzere diğer Batıcı elitlerin etkisiyle Rusya’nın Batı’ya yönelik tavizkar yaklaşımları, bu dönemde de devam etti.

Rus dış politikasının iki farklı anlatıya sıkışıp kalmış olmasını göstermesi bakımından Aralık 1997’de yayınlanan Ulusal Güvenlik Konsepti (UGK) önemlidir.

UGK, tıpkı 1993 Dış Politika Konsepti gibi, çatışan anlatılar arasında orta-yol çizgisini temsil etmekteydi (Bakshi, 2000: 1274-1275). Konsept, Rusya’nın etkili kutuplardan biri olacağı çok-kutuplu bir küresel sistem talep etmekteydi (Russian National Security Blueprint, 17 Aralık 1997). Öte yandan konsept, Rusya’nın yapıcı bir şekilde ortaklık geliştirmesi gereken devletleri sırasıyla şu şekilde saymıştı: ABD, AB, Çin, Japonya ve Hindistan. Dahası konsept, Avrupa ve Atlantik güvenliği için AGİT’in koordine edici şekilde içinde yer alacağı tamamen yeni bir sistemin kurulması çağrısında bulundu (Russian National Security Blueprint, 17 Aralık 1997). Dolayısıyla UGK, Rusya’nın bir taraftan ABD başta olmak üzere Batı’yı dengeleyecek çok-kutuplu bir dünyayı, bir

taraftan da ABD ve Avrupa ile yakın ilişkiler kurulmasını işaret etmekteydi. Böylece hem Batıcı hem de Devletçi anlatı, Rus dış politikasının gündemini oluşturan söylemlerde yer bulmaktaydı.

Öte yandan UGK, NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesini ulusal güvenlik tehdidi olarak kabul etti. Fakat, UGK’de Rusya’nın ulusal güvenliğini tehdit eden öncelikli unsurlar olarak; yaşanan ekonomik kaos, toplumun içine düştüğü kutuplaşma – toplumun birden fazla kimlik tasavvuru arasında bölünmüş olması- ordunun içinde bulunduğu durum, teknolojik ve bilimsel anlamda dünyanın gerisinde kalınmış olması gibi iç meseleler ön plana çıkartıldı (Russian National Security Blueprint, 17 Aralık 1997). Dolayısıyla Rusya’nın bu dönemdeki başat ötekisi, yani korku nesnesi, kendi içinden kaynaklanmaktaydı. Zira NATO’nun genişlemesinin Rusya açısından tehdit olarak algılanması UGK’de iki cümle içinde iki defa zikredilirken; ekonomi, ordunun durumu, toplumun ruhsal ve fiziksel sağlığı, toplumsal kutuplaşma gibi konulara ilişkin içeriden kaynaklı tehdit algılamaları, paragraflarca uzunlukta olacak şekilde on yedi defa dile getirildi. Dolayısıyla UGK, Rusya’nın içinde bulunduğu durumun vahametine ilişkin resmi kaygıların nesneleştirilerek kamuoyu ile paylaşıldığı düşünümsel bir metin olarak yapılandırılmıştı.

UGK, bir taraftan BDT ile bütünleşmenin önemini ortaya koymuş, diğer taraftan da Avrupa-Atlantik güvenliği için AGİT’in koordine edici bir rol üstleneceği yeni bir sistemin kurulması çağrısında bulunmuştur. Buradan hareketle Rusya, hem eski Sovyet coğrafyasında hem de Batı’da kendisine bir yer bulmaya çalıştı. Ayrıca UGK, çok-kutupluluk yaklaşımı çerçevesinde Batı-dışı dünyayı da ön plana çıkardı. Bu durum, Rusya’nın bu dönemdeki dış politik eylemlerine de yansıdı. BDT içindeki bütünleşme çabaları bağlamında Rusya, 1995’te Kazakistan ve Belarus ile birlikte Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzaladı. Doğu Avrupa’da da Rusya, NATO’nun ilerlemesine ancak Belarus ve Ukrayna ile askeri ilişkiler geliştirmek suretiyle engel olabileceğini

düşünüyordu (Tsygankov, 2016: 121). Bu bağlamda, jeo-stratejik konumu ve Rusya-yanlısı tutumu nedeniyle Belarus özellikle önemliydi. Rusya ile Belarus, Nisan 1996’da Rusya-Belarus Birliği’ni kuran anlaşmayı imzaladılar. Böylece iki ülke bütünleşme konusunda en ciddi adımı attı.

Belarus’a ilaveten Rusya, Ukrayna ile de ilişkilerini kuvvetlendirme yoluna gitti.

Mart 1997’de Ukrayna ile Sovyet sonrası dönemde en ciddi anlaşmazlığı teşkil eden Karadeniz filosunun durumu netliğe kavuştu. İki ülke arasında imzalanan anlaşmayla Rusya, Ukrayna’nın kendisine olan üç milyar dolar değerindeki doğalgaz borcuna karşılık olarak Sivastopol, Güney ve Karantine Körfezlerini yirmi yıllığına kiraladı. 338 savaş gemisinin üsleneceği bu körfezler sayesinde Rusya, Karadeniz’deki askeri varlığını resmi ve hukuki bir statüyle garanti altına aldı (Yeltsin, 2001: 210).

BDT coğrafyasındaki söz konusu kısmi kazanımlara rağmen bütünleşmeye yönelik Rusya’nın beklentileri bu dönemde de gerçekleşmedi. Gerek Rusya’nın içine düştüğü güçsüzlük gerekse Batı’nın bu coğrafyaya artan ilgisi neticesinde bölge ülkeleri Rusya’dan ziyade Batı’yla yakınlaşmayı tercih ettiler. Bu doğrultuda Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova arasında 1997 Ekimi’nde GUAM meydana getirildi.

ABD, Ukrayna’nın fiili liderliğini üstlendiği GUAM’ı, Rusya’nın kendisini tehdit edebilecek bir güce ulaşmasını engelleyecek bir denge unsuru olarak görüyordu (Kuzio, 2000: 81). Nisan 1999’da Özbekistan’ın katılımıyla GUUAM adını alan örgüt, Rusya’nın kapı eşiğinde Batı yanlısı ve NATO ile yakınlaşma isteğinde olan bir yapı olarak ortaya çıktı (d’Encausse: 2013: 34). Dahası, 1999’da Washington’da gerçekleştirilen NATO’nun kuruluşunun ellinci yılı kutlamalarına Rusya haricindeki bütün eski Sovyet cumhuriyetleri katıldılar (Bakshi, 2000: 1277). Böylece BDT içinde oluşturulan Kolektif Güvenlik Antlaşması işlevsiz kaldı. Bölge ülkeleri, güvenliklerini Batılı örgütler üzerinden sağlama arayışına girdiler. Bu durum, bölge ülkelerinin Rusya’nın gücüne ve etkisine itibar etmediklerini, sığınılacak liman olarak kendilerine

başka mekanizmalar aradıklarını açıkça göstermekteydi. Dolayısıyla Rusya’nın 1993’ten itibaren eski Sovyet coğrafyasını kendi özel çıkar alanı olarak tanımlamasının diğerlerince kabul edilmediği ortaya çıktı. Netice olarak Rusya, 1990’ların ikinci yarısında etkili ve ehliyetli bir fail olarak BDT coğrafyasında kendisini göstermedi.

Rusya’nın bu dönemde Batı’yı dengeleyerek çok-kutuplu bir dünyaya kapı aralama ve orada kendisine bir yer bulma çabaları da Yakın Çevre’deki gelişmelerle benzerlik taşıdı. Her ne kadar Rusya; Çin, Hindistan ve İran gibi ülkelerle yakın ilişkiler kurmak istese de süreç, kısmi kazanımların ötesine geçmedi. Bu doğrultuda Yeltsin’in ikinci döneminde Batı ile olan ilişkileri sorgular hale gelen Rusya, Çin ile ilişkileri geliştirme çabası içine girdi. Yeltsin’in Nisan 1996’da Çin’e gerçekleştirdiği ziyaret, tarihi bir önemdeydi. Bu ziyarette, her iki taraf “ortaklık” sürecinde yeni bir aşamaya geçtiklerini ilan ettiler ve bir yıl sonra da liderler “Yeni Uluslararası Düzen’in Oluşumu ve Çok-kutuplu Dünya Üzerine Ortak Deklarasyon”a imza attılar. (Tsygankov, 2016:

114). Ayrıca Yeltsin’in Çin ziyareti sırasında ikili anlaşmalara ilaveten beş ülkenin (Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Taciksitan) katılımıyla Şanghay’da “sınır ve işbirliği” anlaşması imzalandı (Tellal, 2010: 213). Şangay Beşlisi olarak anılmaya başlayan bu birliktelik, Avrasya ve Merkezi Asya’da çok boyutlu bir güvenlik yapılanması görünümde ortaya çıktı (Chung, 2006: 5).

Yine bu dönemde Rusya için stratejik ortak konumunda değerlendirilen bir diğer ülke de Hindistan’dı. Primakov, Sovyet döneminden kalan bağları yeniden geliştirerek Hindistan’ı Çin ile birlikte silah ticaretinde Rusya’nın en önemli ortakları yapmak istiyordu. Zira 1995-1997 döneminde, Hindistan Rusya’dan 3 milyar dolar değerinde silah aldı ve bu hacmin 7 milyar dolara çıkarılması yönünde görüşmelerin devam ettiği kamuoyuna açıklandı (Tsygankov, 2016: 116). Rusya, Çin ve Hindistan arasında Batı hegemonyasına karşı sıkı bir işbirliği gerçekleştirilebileceğini düşünen Primakov, Aralık 1998’de üç ülke arasında “yeni bir kutup” meydana getirilebileceğini ifade etti

(Primakov, 2008: 176-177). Çin ve Hindistan’ın yanı sıra Rusya bu dönemde İran ile de yakın temas kurmak istedi ve fakat Batı’nın İran’ın nükleer faaliyetlerine olan yaklaşımı nedeniyle Yeltsin ve Primakov “ABD’nin sabrını” daha fazla zorlamak istemediler. Bu nedenle ilişkiler beklenilen düzeye ulaşamadı (Tsygankov, 2016: 115).

Primakov’un BDT’yle bütünleşme ve Batı-dışı dünya ile yakınlaşma stratejisinin başarısız olmasında bir diğer etken de Yeltsin’in yaşadığı ikilemdi. Yeltsin, bir yandan uluslararası sistemin çok-kutupluluğa doğru kaymakta olduğunu ve bu yönde bir dış politikanın uygulanması gerektiğini düşünerek Batıcı dış politikayı sorguluyor, bir yandan da Batı’yı bir meşruiyet ve refah kaynağı olarak görmeye devam ediyordu.

Dolayısıyla Yeltsin’in şahsında sembolleşen şey aslında, Rusya’nın yaşadığı ikilemdi.

Rusya, 1990’ların ikinci yarısında Doğu’ya mı, yoksa Batı’ya mı ait olduğu ve nereye doğru yönelmesi gerektiği konusunda bir benlik bölünmesine maruz kaldı.

Devletçi Primakov’u önce Dışişleri Bakanı daha sonra da Başbakan olarak atayan ve Devletçi görüşlere dış politikada alan açan Yeltsin, öte yandan Batıcı duruşunu devam ettirdi. Bu eksende, 1996’da Avrupa Konseyi’ne üye olan Rusya, G-7’nin 1997 Denver Zirvesi’nde alınan kararla örgüte katıldı ve 1998 Birminghan Zirvesi’yle G-8 ilk kez toplandı (Tellal, 2001: 288). Rusya’nın bu dönemde Batı’ya eklemlenme bağlamında yaşadığı bir diğer önemli gelişme NATO ile Rusya arasında imzalanan Kurucu Senet oldu. Primakov, Dışişleri Bakanı olur olmaz NATO’nun genişlemesi konusunda dengeli bir pozisyon almak istedi. Buna göre Rusya NATO ile ilişkilerini koparmadan Rusya’nın güvenliğini tehdit eden ve çıkarlarına karşılık vermeyen sonuçları minimize edecek bir sürecin yürütülmesi planlandı (Primakov, 2008: 208). Bu bağlamda Primakov, NATO ile Rusya arasında, Avrupa güvenliğini ilgilendiren meselelerde ortak karar alma mekanizmaları olan ve NATO’ya yeni dahil olan ülkelere nükleer silahların yerleştirilmesini yasaklayan ve hukuken bağlayıcı olan bir anlaşma arayışında oldu (Yapıcı, 2010: 342). Fakat NATO ve dolayısıyla Batı ile bir

an evvel bir uzlaşı arayışında olan oligarklar ve Batıcı kanadın baskısıyla Yeltsin, Primakov’un çabalarını devre dışı bırakarak hiçbir bağlayıcılığı olmayan Kurucu Senet’i imzaladı (Yapıcı, 2010: 342-344).

Batı’ya karşı verilen tavizlerin Batı tarafından ödüllendirileceğini ve böylece Rusya’nın Batılı bir ortak olarak değerlendirileceğini düşünen Batıcı elitler yanıldılar.

Zira Batı, bütün gelişmelere rağmen Rusya’nın beklentilerinin tersine hareket etmeye devam etti. Kurucu Senet’in imzalanmasının hemen akabinde 8-9 Temmuz 1997’de NATO’nun Madrid Zirvesi’nde Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan’ın 1999 Nisan’ında gerçekleşecek zirvede örgüte katılımlarının gerçekleşeceği ve diğer müstakbel üyelerin Romanya ve Slovenya olabileceği ilan edildi (Sloan, 1997: 1-2).

Rusya’nın tüm itirazlarına rağmen NATO, Rusya’ya doğru genişlemekteydi. Bu durum Rusya’nın bir fail olarak etkili ve ehliyetli bir sonuç üretemediğini açıkça ortaya koymaktaydı. Zira Primakov, ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher ile yaptığı görüşmeler neticesinde Batı’nın NATO’nun genişlemesi konusunda Rusya’yı “kâle almamaya karar verdikleri” yönünde bir eğilimin ortaya çıktığını itiraf etti (2008: 205).

Batı’nın Rusya’yı dikkate değer bir fail/aktör olarak görmediği açıkça ortaya çıkmasına rağmen Yeltsin, Batı’dan ümidini kesmedi. 1998 Mart’ında Moskova’da Yeltsin, Chirac ve Kohl üçlü bir görüşme gerçekleştirdi. Bu görüşmede Yeltsin, diğer iki Avrupalı lidere, Urallara kadar erişecek bir “Büyük Avrupa” kavramından bahsetti (Yeltsin, 2001: 139). Yeltsin, “Avrupa’da başka bir terra incognita yoktur: kıtada, kıtamızda sadece bir tek ortak dünya vardır” görüşünden hareketle Kohl ve Chirac’a Batı Avrupa’dan Urallar’a kadar uzanan bir siyasal alan önerirken, diğer iki lider, süreç içinde, daha çok Avrupa’nın iç istikrarını öne çıkardılar ve böylece “Büyük Avrupa”

fikri akamete uğradı (Yeltsin, 2001: 140). Yeltsin’in ısrarlı bir şekilde Batı tarafında kabul görme, dikkate alınma ve böylece Rusya’nın failliğinin özneler-arası onaylanmasını sağlama ısrarı netice vermedi. Bilakis Batı, Rusya’yı aşağı seviyede,

yönlendirilmesi gereken, edilgen ve dolayısıyla bir fail olarak özerkliği olmayan bir aktör olarak görüyordu. Özellikle 17 Ağustos 1998 ekonomik krizinden sonra Batı’nın Rusya’ya yönelik yaklaşımı, bu durumu gözler önüne seriyordu.

Krizden sonra Moskova’ya gelen IMF İcra Direktör Yardımcısı, Rus yetkililerle

“emir tonuyla” konuşarak “yüksek mahkeme hakimi” gibi davrandı (Primakov, 2008:

298). Benzer şekilde Şubat 1999’da ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Stroub Tallbot Moskova’da Primakov’a “olmalıdır, yapılmalıdır” şeklinde emredici ifadelerin çok fazla kullanıldığı “Ekonominin Sorunları” isimli bir memorandum sundu (Primakov, 2008:

358). Bu memorandumdan da anlaşılmaktaydı ki IMF’nin Rusya’ya dikte ettiği şartlar ABD’den geliyordu (Primakov, 2008: 360). Dolayısıyla Primakov’a (2008: 362) göre, Amerikan yetkililerinin Rus yetkililere bakış açısı, “sanki üniversiteden gelmişler, ilkokul ikinci sınıftakilere ders veriyorlar” şeklindeydi.

Kosova’da krizin iyice derinleştiği ve NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik askeri güç kullanma ihtimalinin ortaya çıktığı dönemde Primakov, ikili bir görüşme esnasında ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’a “Rusya iki yüz yıldır, belki de daha uzun bir süredir Balkanlarda bulunuyor. Amerika neden bize danışmadan kendi tavsiyelerini Balkanlara dayatmak istiyor?” şeklinde bir eleştiri getirdi (Primakov, 2008: 268). Fakat ABD başta olmak üzere Batı, Rusya’nın varlığını dikkate değer bir özne olarak kabul etmeme noktasında ısrarlıydı. Bu tavrın zirveye çıktığı ve Rusya’daki Batıcı dış politikanın iflas ettiği olay, NATO’nun Mart 1999’da Yugoslavya’ya yönelik başlattığı harekât oldu.

ABD liderliğindeki Batı, NATO aracılığıyla 24 Mart 1999’da Kosova sorunu nedeniyle Yugoslavya’ya 78 gün süren “Müttefik Güç Harekatı” adıyla bir hava harekatı başlattı. NATO’nun harekatı BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan bir ittifakın egemen bir devlete yönelik gerçekleştirdiği ilk harekat oldu (Sapmaz, 2018: 77).

Rusya’nın tarihsel olarak bağlarının kuvvetli olduğu Sırplara, Rusya’nın onayının da

ötesinde bilgisi dahi olmadan gerçekleştirilen harekât, Rusya üzerinde tam bir şok etkisi yarattı. Belgrad’a yönelik müdahaleyi Washington yolunda havada öğrenen Başbakan Primakov, uçağını Atlantik’ten geriye döndürmek zorunda kaldı. Rusya, NATO’nun müdahalesine sert tepki verdi. Müdahalenin Helsinki Senedi’ne ve BM kararlarına aykırı olduğu dile getirildi; NATO ile Kurucu Senet askıya alındı, Brüksel’deki askeri misyon geri çekildi ve Rusya’daki NATO temsilcilerinin ülkeyi terk etmeleri istendi (Tsygankov, 2016: 112).

Bombardıman başladıktan sonra 25 Mart 1999’da yayınlanan bir demecinde Yeltsin: “Bu, özünde, NATO’nun yirmi birinci yüzyıla dünya jandarması üniformasıyla girme çabasıdır. Rusya, buna asla razı olmayacaktır.” dedi (2001: 222). Ülkede hali hazırda güçlü bir şekilde var olan Batı karşıtı muhalefet, Balkanlar’daki olayları fırsat bilerek “Bugün Yugoslavya, yarın Rusya!” diye öne atılıp Yeltsin’in zorlanarak da olsa üzerinde yürümeye devam ettiği Batıcı politikaya büyük bir darbe vuruyordu (Yeltsin, 2001: 222). Dahası, Yeltsin’e göre ABD ve Batı karşıtlığının Rusya’da daha da artması, sadece bir hükümet krizi değil, aynı zamanda Batıcı liderliğine yönelik bir “inanç krizi”

de doğurmaktaydı. Yeltsin bu noktada, Batı’ya olan sitemini “Yugoslavya’ya atılan her füzenin Rusya’da dolaylı bir darbe olduğunu görmüyorlar mıydı?” şeklinde dile getirmekteydi (2001: 222). Yugoslavya krizi, Rus toplumunda tedirginlik ve kaygı yaratmıştı. Rusya, “yüzüne tükürülmüş” gibi hissediyordu (Arbatov, 2000: 10).

Yeltsin’e (2001: 223) göre “Yugoslavya trajedisi insanların ağırına gidiyordu.”

NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesi “Ruslar için gerçek psikolojik bir şok” etkisi yaptı. Rus sanatçılar Belgrad’a destek gösterileri yaparken, Rus basını Amerikan karşıtı yazılarla dolup taşıyordu (Yeltsin, 2001: 223). Üstelik Yeltsin (2001: 224-225), Batılı devletlerin NATO’nun ültimatomlarını Yugoslavya’ya dayatmak için Rusya’yı “özel Belgrad kuryesi” olarak konumlandırdıklarını belirterek, Batı’nın Rusya’ya yönelik küçümseyici bakışına en üst düzeyde tanıklık ettiğini itiraf ediyordu.

Öte yandan başta Almanya olmak üzere Batı içinden bazı devletler Rusya’nın daha fazla aşağılanmasını doğru olmayacağını düşünerek Kosova’daki barış gücü misyonu olarak görev yapacak Kosova Barış Gücü’ne26 (KFOR) Rusya’nın dahil edilmesini sağladılar (d’Encausse, 2013: 36). Böylece Rusya, Kosova’da NATO ile birlikte barış gücü misyonunu yerine getirecekti. Batı’nın Rusya’yı bütün süreç boyunca görmezden gelmesi ve hatta aşağılamasına karşılık Rusya’nın KFOR’a dahil edilmesi, Yeltsin ve diğer Batıcılar tarafından büyük bir zafer gibi gösterildi. Sonuçta Rusya, az da olsa Batı tarafından muhatap alınmıştı. Bu doğrultuda savaş bittikten sonra Piriştine Havaalanı’na NATO kuvvetlerinden önce Rus paraşütçülerinin inmesini ve havaalanını kontrol altına almasını Yeltsin (2001: 104-105), “NATO ordusuna, bütün Avrupa’ya ve bütün dünyaya karşı moral zafer” elde etmek olarak yorumladı.

1990’ların sonuna gelindiğinde ortaya çıkan tablo Rusya’nın dış politikada Soğuk Savaş sonrası dönem boyunca uyguladığı politikaların neredeyse hiç birinde başarılı olamadığını göstermekteydi. Rusya, bir varlık olarak etkili bir eylem ortaya koyabilen bir fail olduğunu diğerlerine ispatlayamadı. Bunun neticesinde de diğerlerinin gözünde Rusya’nın failliği sorgulanır hale geldi. Bu dönemde Rusya’ya yönelik uluslararası alanda yakıştırılan sıfatlar, aşağılayıcı tonlamalar içeriyordu. Yeltsin’in Rusyası “demokratsız demokrasi” olarak görülüyordu (Tellal, 2010: 209). Batı medyası Rusya’nın içine düştüğü durumu alay konusu yapmaktaydı. Newsweek Dergisi’nde Rusya için “Rusya sadece ve sadece tek bir anlamda hala Süper Güç: Hala çok sayıda (ancak eskimekte olan) nükleer silaha sahip. Moskova, istediklerini yalnızca Batı izin verdiği için yapabiliyor” ifadelerini kullanırken, Batılı askeri bir kaynak Ruslar için

“eşit olarak davranılmayı o kadar çok istiyorlar ki. Ama aksi şekilde ayak sürüyüp

26 The Kosovo Force; Kosova’da çatışmaları durdurmak amacıyla NATO önderliğinde kurulan barış gücü misyonudur. KFOR, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) Kosova iç savaşına yönelik 10 Haziran 1999 tarihli ve 1244 sayılı kararının hemen ardından 12 Haziran 1999’da

ardından da istenileni yapınca onları ciddiye almak mümkün değil.” demekteydi (Zarakol, 2012: 274).

Ayrıca ABD’deki sağ ve sol siyasetçiler 90’lar Rusyası’nı “nükleerleşmiş anarşinin iflas bölgesi”, Zaire’den bile daha fazla yolsuzluğa sahip “zehirli bir kleptokrasi”, “ekonomik çöküntü”, “tarihi ölçüde bir trajedi” olarak tanımlıyorlardı (Shleifer & Treisman, 2005: 151). Bütün Sovyet geçmişi bir kenara bırakılarak her türlü zorluğa rağmen Batılı sisteme dahil olma mücadelesi veren Batıcı dış politika için bu durum büyük bir travma nedeniydi. Rusya, aktif bir üyesi olmayı planladığı Batı karşısında edilgen kaldı ve itiraz ortaya koyduğunda etkili bir eylem geliştiremediği için

“bükemeyeceğin eli öpeceksin” stratejisi izlemek zorunda kaldı (Tellal, 2010: 2010-2011).

Rusya tam bir utanç sarmalına girdi. Bireyde geçerli olan utancın üç bileşeni Rusya’da tam anlamıyla ortaya çıktı. İlk olarak Rusya, kendi çıkarlarını temin etme noktasında tam anlamıyla yetersiz kaldı. Rusya, ABD ve NATO ile karşı karşıya geldiğinde geri çekilmek zorunda kaldı, ABD’nin nükleer bir tekel haline dönüşmesine razı oldu, NATO ve ABD’nin Balkanlar, Orta ve Doğu Avrupa’da etki sahasını genişletmesine engel olamadı (Caşın & Derman, 2016: 153). İkincisi, Rusya’nın içine düştüğü durum, devleti yöneten elitlerin Rusya’ya atfettikleri kimlikle tamamen çatışmaktaydı. Rusya, Batılı ve güçlü bir ülke olamadığı gibi, üçüncü dünya ülkeleriyle kıyaslanır bir hale geldi. Üçüncüsü, Rusya’nın durumu küresel bir izleyici kitlesi tarafından tüm çıplaklığıyla seyredilmekteydi. Askeri gücü, teknolojisi, diplomatik becerileriyle tarihte yer edinmiş Rus gücünün eriyişine tüm dünya şahitlik ediyordu.

Yakın çevresindeki eski Sovyet cumhuriyetlerinin önemli bir kısmının Batı ile yakınlaşmaya başlaması, NATO ve AB’nin Rusya sınırlarına doğru genişleme eğilimleri ve Yugoslavya krizinde devre dışı bırakılmış olması Rusya’da “Avrupa’nın ikinci sınıf devleti” durumuna düşme kaygısını ortaya çıkardı (Caşın & Derman, 2016:

72). Bu durum, toplumun geneline de sirayet etti. 1990’ların sonuna gelindiğinde Rusların dörtte üçü ABD’nin, Rusya’nın yaşadığı sorunları fırsat bilerek onu ikinci sınıf bir ülke konumuna düşürmeye çalıştığını düşünürken, %60’ı da ABD’nin Rusya’yı birkaç parçaya bölmeye kararlı olduğu görüşünü savunuyordu (Volkov, 2015). O zamana kadar “gözleri kamaştıran” Batı modeli, artık tam bir Amerikan karşıtlığına dönüşmüştü (d’Encausse, 2013: 35). Rusya yeni bir aşamaya geçmeye hazırlanıyordu.

Romantik Batıcılık tüm yönleriyle geride bırakılmaktaydı.

2.5. 1990’ların Bıraktığı Ontolojik Güvensizlik Mirası

Sovyetler Birliği’nin tarihin bir öznesi olarak varlığını sona erdirmesiyle ortaya çıkan Rusya, bir siyasal varlık olarak hem güçlü bir anlatıya hem de bu anlatıyı eyleme dökecek güçlü, etkili ve ehliyetli bir kurumsal mekanizmaya ihtiyaç duymaktaydı. Bu doğrultuda, çöken Sovyet anlatısının karşısındaki en büyük alternatif anlatıya sahip olan Batıcılar, 1990’ların sonuna kadar iktidarı çoğunlukla ellerinde bulundurmuş olmalarına rağmen bir türlü arzu ettikleri Rusya’yı inşa edemediler. Bilakis Rusya, 1990’lar boyunca ne kapsayıcı ve kuşatıcı bir kimlik için gerekli olan biyografik bir anlatıya yaslanabildi ne de kendisini diğerlerine kabul ettirecek bir eylem ortaya koyabildi. Üç ana anlatının işaret ettiği kimlik anlamlandırmalarının arasında kalan Rusya, Huntington’ın (1996: 138-140) ifadesiyle “parçalanmış bir ülke” görüntüsündeydi.

Rusya’da iktidar, 1990’lar boyunca çoğunlukla Batıcıların elinde olmakla birlikte, sıklıkla farklı kimlik tanımlarının istikametinde gidip geldiği oldu, fakat devlet, hiçbir istikamette yeterli ve güçlü bir şekilde yol al(a)madı.

Rusya’da siyasal elitlerin ve toplumun farklı anlatılar arasındaki bölünmüşlüğünü en bariz şekilde seçim sonuçları ve kurumlar arası rekabet göstermekteydi. Her ne kadar normal bir ülkede farklı siyasal ajandaları olan kesimlerin

karşıya olduğunun kanıtı olmasa da Rusya örneği farklıydı. Şöyle ki öncelikli olarak Rusya, Sovyetler Birliği sonrasında adeta yeni bir varoluşsal doğuş gerçekleştirmekteydi. 1990’lar başında Rusya, henüz kapsayıcı ve rutinleri olan bir kimliğe sahip değildi. Bu nedenle de farklı kimlik tasavvurlarına sahip kesimler arasındaki görece dengeli bir rekabetin olması ve herhangi bir anlatının baskın hale gelememiş olması, varoluşsal doğuşu malul hale getirmekteydi. Dahası, birbiriyle rekabet eden söz konusu anlatılar, ayrıntılarda değil, bizatihi anlatıların özü itibariyle çatışmaktaydılar. Birbiriyle bu denli çatışma içinde olan ve Rusya’nın çıkarlarını ve dolayısıyla geleceğini farklı resmeden anlatıların, elitlerin ve toplumun değişik kesimlerince sahiplenilmesi, Rusya’yı ontolojik anlamda kırılgan hale getirdi.

Rusya’da yürütme genel olarak Batıcıların elinde olsa da başta parlamento olmak üzere devletin içindeki farklı yapılar, Batıcı kesimlere mesafeli ve hatta düşmanca yaklaşmaktaydı. Özellikle Rusya’nın varoluşsal doğuşunu şok terapi ile daha da sancılı hale getiren Batıcılara karşı parlamento içinde büyük bir blok oluştu.

1992’nin sonunda Halkın Vekilleri Kongresi içinde Devletçileri destekleyen vekillerin oranının %40 civarında olduğu tahmin edilmekteydi. Komünist ve milliyetçiler kongreden %30 civarında bir desteğe sahipken reformcu vekillerin oranının %20’lerde kaldığı düşünülmekteydi (Weir, 1993/1994: 13). Dolayısıyla Rusya, daha en başta yasama ve yürütmenin birbirine tamamen zıt olduğu anlatılar ararsı bir mücadeleye sahne olmuştu.

Dahası, 1990’lar boyunca gerçekleşen seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar da Rusya’nın farklı anlatılar arasında ne denli bölündüğünü göstermekteydi. Aralık 1993’te gerçekleşen parlamento seçimlerinde Medeniyetçi kanatta Jirinovski’nin milliyetçi LDP’si % 22,9 oy oranıyla birinci, Zuganov’un RFKP’si de % 12,4 ile üçüncü oldu.

Diğer bir komünist parti olan Tarım Partisi % 8 ile beşinci sırada yer aldı. Rusya’nın Seçimi, Yabloko, Rusya Birlik ve İttifak Partisi ve Rusya Demokratik Reform Hareketi