• Sonuç bulunamadı

Varlığın “Evi” ve Kimliğin Eylem Sahası Olarak Beden

Bireyin sosyal bir fail olarak ontolojik anlamda güvende olabilmesi için gerekli olan bir diğer unsur, bedenin biyografik anlatıyla uyumunun düşünümsel olarak rutin bir şekilde kontrol edilmesi ve etkin bir biçimde kullanılmasıdır. Zira birey, sahip olduğu anlatıyı ve kimliği ancak bedeni aracılığıyla eyleme dökebilmektedir. Biyografik anlatıyla uyumlu bir rutinleşmenin gerçekleşebilmesi için bedenin sistematik ve disiplinli bir eylem grafiğinin olması beklenmektedir. Bu manada beden, kişiye özel ve kendisine mecbur olunan, içinde hayat sürülen bir alan, huzur ve haz duygularının kaynağı ve fakat aynı zamanda gerilimlerin de yaşandığı bir nesne dünyasıdır (Giddens, 2014: 132). Dahası beden, sahip olunan fiziksel bir varlık olmanın da ötesinde, “bir eylem sistemi, bir praksis tarzı” olarak gündelik temaslar içinde sağlıklı bir bireysel-kimlik anlatısının sürdürülmesi için de önem taşımaktadır (Giddens, 2014: 132).

Beden, benliğin en önemli cephelerinden birisidir. “Varlığımızın bağlı olduğu şeydir. Kişi oluşumuz hep bu beden üzerinden kurulur. Diğer insanlarla ilişki kurabilmek için, becerilerimizi sergilemek için, iletişim kurabilmek için olmazsa olmaz bir araçtır” (Arkonaç, 2016: 437). Bu nedenle bireyin düşünümsel olarak kavrayıp ürettiği anlatının gerektirdiği eylemlerin bireyi saran dış dünya içinde bir konuma sahip olabilmesi, eylemin bedenden bağımsız ele alınmasını engellemektedir (Giddens, 1999:

44). Failin ontolojik güvenlik duygusu, düşünümsel olarak güçlü şekilde bir anlatı inşa edecek bir “var-olma strateji” kadar, kendi rutinlerini üretecek olan bir “eyleme stratejisine” de ihtiyaç duyar (Flockhart, 2016). Bireyin kendi var-oluşunu temellendirdiği ve kendisini dış dünyadan farklılaştıran anlatının bütünlüğü ve istikrarı için gerekli olan rutin eyleme stratejisi” de ancak bedenin aktif ve etkili kullanımıyla başarıya ulaşır. Bu nedenle benliğin düşünümselliği bedeni de kapsar. Böylece beden, salt edilgen bir nesne olmaktan çıkarak bir eylem sisteminin/stratejisinin parçası olur ve

ona ait her şey, failin düşünümsel dikkatinin ayrılmaz birer parçası haline gelir (Giddens, 2014: 105-106).

Bu doğrultuda olağan gündelik yaşam, öngörülebilir rutinler ve etkileşimler içinde bedenin birey tarafından özerk biçimde gözetim altında tutulduğu ontolojik bir güvenliği beraberinde getirir (Giddens, 1999: 112). Bireyin olağan ve işlevsel gündelik rutinine esaslı ve mecburi bir şekilde dâhil olan beden, ontolojik güvenliğin gerekli bir unsuru haline gelir. Bedenin, bireyin bireysel anlatısının ve kimliğinin icrasına doğrudan katılması ve rutinleşmenin görünen yüzü olması, onu, ayak tırnaklarından saç uçlarına uzanan “sıradan bir koordinatlar kümesi” (Giddens, 1999: 113) olmanın ötesine taşır. Uzamsal bir konumda edilgen bir nesne olmanın ötesine geçen beden, ait olduğu failin anlatısının gerektirdiği eylemlere yönelen, etken bir durumu ifade eder. Bedenin etken bir şekilde ödevlerine yönelmesini Merleau-Ponty (2002: 115) şu şekilde ifadelendirmiştir:

“bedenim bir şekil olabiliyorsa ve onun önünde ilgisiz arka planlara karşı önemli figürler bulunabiliyorsa bu, bedenin görevleri tarafından kutuplaşması, bu görevlere yönelik varoluşu, arayışlarına göre kendisini bir araya toplaması yüzünden ortaya çıkmaktadır; sonuçta bedenin görünümü, bedenimin dünyada-var-olduğunu dile getirmenin bir aracıdır.”

Merleau-Ponty’nin belirttiği bedenin ödevlerine yönelik var-olma misyonu, bedenin var-oluşsal eylem bağlamsallıklarında disiplinli ve bilinçli etkinliğine bağlıdır.

Wittgenstein’ın “Kolumu kaldırmam ile kolumun yukarı gitmesi arasında ne fark vardır?” sorusu, bedensel etkinliğin var-oluşsal boyutunu göstermektedir (Giddens, 1999: 114). Kolun yukarı gitmesi, bilinçsizce ve var-oluşsal bir bağlamsallığı varsaymayan bir edilgenliğe denk gelirken failin kolunu kendisinin kaldırması bedenin etken bir şekilde eyleme dahil olmasına karşılık gelir. Failin bedenini etken, bilinçli, kontrollü ve etkili bir şekilde kullanabilmesi, bedenin fiziksel anlamda dünyada işgal ettiği uzamsal sınırların dışına çıkarak bireyin zaman-uzam sürekliliğinde inşa ettiği ontolojik güvenliğinin bir parçası haline gelmesine vesile olur.

Etkin, etkili, disiplinli ve bilinçli bir şekilde failin dünya-içindeki var-olma sürecine dahil olan bedenin ontolojik güvenlik açısından önemi, Laing tarafından da özellikle vurgulanmaktadır. Laing’in (2015: 64) “cisimleşmiş benlik” diye ifadelendirdiği beden, kişinin –en cisimleşmemiş kişinin bile- bağlı olduğu ve kendisini içinde yaşantıladığı bir alan görevini yerine getirir. Normal şartlarda fail, “bedenini yaşayan, gerçek ve tözsel hissettiği ölçüde, kendisini yaşayan, gerçek ve tözsel hisseder” (Laing, 2015: 64). Daha önce ifade edildiği üzere, bireyin var-oluşsal doğuşu öncelikli olarak biyolojik doğuşunu gerektirir. Bu nedenle de Laing’e göre, var-olma serüveninin bedeniyle birlikte başlayıp bedeni öldüğünde sona erdiğini hisseden herkes kendisini cisimleşmiş olarak deneyimler.

Bedensel faaliyet, bireyin sosyal bir fail olarak diğerleriyle girmiş olduğu ilişkide kendisini bir “kişi” olarak hissetmesini sağlayan bir hareket noktası ya da temel işlevini görür (Laing, 2015: 65). Çünkü Laing’in de işaret ettiği gibi cisimleşmiş kişi, biyolojik olarak yaşayan ve gerçek olduğunu hisseden, bu doğrultuda tözsel olduğunun bilincinde, bedeninin içinde zamansal bir sürekliliğe sahip olduğu duygusunu taşıyan ve bedeninin arzularına katılan bir kişi olarak kendisini yaşantılar. Biyolojik yaşarlılığı ve bedensel kontrolü sayesinde ötekiler karşısında kendisinin tözselliğini hisseden kişi, dünya-içinde kendisine has, özel ve özerk bir alanın varlığını fark ederek güvende hisseder. Bu nedenle beden, basit bir “kendilik” hali olmanın ötesinde bir anlam taşır (Giddens, 2014: 79).

Bedeni basitçe bir kendilikten, katmanlı ve karmaşık bir yapıya dönüştüren şeyin bir boyutu da yukarıda belirtilen özneler-arası ilişkideki rolüdür. Bireyin, içinde eylem ortaya koyduğu ve zaman-uzam sürekliliğinde bir yer işgal ettiği dış dünyada ötekiler tarafından da yaşayan, gerçek ve ehliyetli bir fail olarak kabul edilmesi gerekir. Bireyin, ötekiler tarafından etkili ve ehliyetli bir fail olarak kabul edilebilmesi için, dışarıdan ilk dikkat çeken el ve yüz hareketleri gibi bedensel kontrollerin nasıl yapılacağını

öğrenmesi gerekir (Giddens, 2014: 79). Bireyin beden üzerinde kurması gereken kontrolün ne denli “doğrudan, tam ve sonsuz çeşitlilikte” olduğu, sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmalarda ortaya konulmuştur. Bu çalışmalardan hareketle Giddens (2014: 80), ehliyetli bir birey olabilmenin, bedensel kontrolü daimi olarak yapmaktan ziyade, diğerlerine bunu göstermekten geçtiğini ifade etmektedir. Bu bağlamda birey, diğerleri tarafından rutin olarak etkili ve ehliyetli bir fail olarak kabul görmek durumundadır. Bedensel kontrolde bir sorun ortaya çıktığında ise birey, her şeyin kontrol altında olduğunu ve yanlış giden bir şey olmadığını bir şekilde diğerlerine göstermek zorundadır. Aksi halde bireyin sosyal bir fail olarak ehliyeti, ötekiler tarafından sorgulanmaya başlayacaktır.

Bireyin her ne şart altında olursa olsun bedensel kontrolü sürdürdüğünü ve yanlış giden bir şeyin olmadığını diğerlerine bariz şekilde göstermesini Goffman (2017:

281-330) “normal görünüm” olarak adlandırmaktadır. Normal görünme, birey için “her şeyin güvende olduğu … eldeki işe devam etmenin uygun olduğu” anlamına gelir. Bu doğrultuda, bedenin rutine uygun ve ehliyetli bir şekilde kontrol edildiğinin ve her şeyin

“normal” olduğunun ötekilere gösterilmesi, birey için önemli hale gelir. Bu açıdan normal görünme, daha önce ifade edilen “paranteze alma” mekanizmasının bedensel karşılığıdır (Giddens, 2014: 82).

Goffman’a (2017: 303) göre, normal görünmenin en önemli yöntemlerinden biri, aksi giden bir durumda gizlenmektir: “Yanlış alarm vermek veya alarm verilmesini sağlamak istenen durumlar hariç, doğru veya yanlış ortada bir tehlike olmadığını … göstermek için, kendinizi ve yaptıklarınızı örtmek veya gizlemek için bir yol bulmak tek kaygınız olacaktır.” Fakat buradaki gizlenme, fiziksel olarak görünmez olmaktan ziyade, orada olmak ve fakat dikkat çekmemektir. Bu durum, biyografik anlatısındaki devamlılık ve tutarlılık konusunda sorun yaşayan bireyin ortamlardan kendini kaybettirmesi olarak yukarıda çerçevesi çizilen korunma yöntemine benzemektedir.

Bedensel kontrolün rutinin dışına çıkması, anlatının da sürekliliğini zedelediği için aksi giden bir durumda bireyin kendisini ortamlardan soyutlaması ve dikkat çekmemesi hem biyografik anlatıdaki hem de bedensel kontroldeki kırılmaların neden olduğu kaygılarla başa çıkmanın bir aracı olarak kullanılır.

Öte yandan bedenin rutin denetimi, hem sosyal failliğin hem de ötekiler tarafından ehliyetli bir fail olarak kabul edilmenin başat bir unsuru olduğundan anlamlı, tutarlı ve sürekliliği olan bir biyografik anlatıyı devam ettirebilmek için de beden gereklidir. Çünkü benlik, beden içinde kendisini evinde hissederek güvende olduğunun bilincine varmaktadır. Benlik, düşünümsel süreçleri işleterek ne kadar tutarlı bir anlatı üretirse üretsin, beden olmadan söz konusu anlatının gerçekleşme imkanı bulunmaz.

Birey, ancak bedeni aracılığıyla anlatısının, benliğinin ve dolayısıyla dünya-içindeki varlığının yaşayan, gerçek ve tözsel olduğunu hem kendisine hem de diğerlerine gösterebilir. Anlatının iddia ve beklentileri ancak beden aracılığıyla gerçekleştirilebilir.

Giddens’ın (2014: 133) da isabetli bir şekilde ortaya koyduğu üzere, “belirli sabit uygun davranış biçimlerini farklı etkileşim ortamlarında sürdürebilmek, genellikle bireysel-kimliğin iç bütünlüğünü korumanın bir aracıdır … zira uygun davranış ‘kendini bedeninde evinde hissetme’ ve kişisel anlatı arasında bir bağlantı sağlar.” Böylece beden, bireyin içinde kendisini güvende hissettiği ve anlatısını belirli rutinler aracılığıyla düşünümsel olarak sürekli gözeteceği bir ev vazifesi görerek bireyin ontolojik güvenlik sistemine kökten bağlanır.

Bireyin kendi bedeni üzerindeki kontrol isteği, ontolojik güvenliğe katkısı olan bütün diğer süreçler gibi, bebeklik döneminden kaynaklanır. Bebeğin yaşayan bir organizma olarak özerklik elde ettiği geç bebeklik döneminin önemini Laing (2015:

182-184), şizoid örnekler üzerinden giderek açıklamaktadır. Bebek, her ne kadar ilk dönemlerinde hayatta kalabilmek için başkalarına (ebeveynlere) ihtiyaç duyuyor ve onlar üzerinden temel güvenini geliştiriyor olsa da bir müddet sonra yavaş yavaş

dünya-içinde kendi ayakları üzerinde durabildiği hissini elde edeceği özerklik arayışı dönemine girer. Özellikle memeden kesilme ve bezden kurtulma dönemlerinde bebek, başka birine ihtiyaç duymadan kendi başına dünyaya tutunabilmeyi tecrübe etmeye başlar. Bu noktada bebek, yaşayan bir organizma olabilmesinin sadece dışarıdan kaynaklanmadığını, var-oluşunun bizatihi kendi içinden meydana geldiğini deneyimler.

Aksi halde var-olabilmek için başka birinin daimi olarak fiziksel varlığına ve desteğine ihtiyaç duyan bir bebek, özerklikten yoksun olacağı için ontolojik anlamda kendisini güvensiz hissedecektir.

Bebek, kendi eylemlerinin faili olduğu ve bu eylemlerin bizatihi kendi içinden kaynaklandığını hissettiği ölçüde ontolojik güvenlik sisteminin duvarlarını sağlamlaştırabilir. Bu nedenle bebek annesinden korktuğu için mi, yoksa kendi bedenini kendisi kontrol edebildiği için mi bez olmadan altını kirletmediğini sorgular. Anne korkusuyla altını kirletmediğini hisseden bebeğin dünyasında eylem, dışarıdan belirlenen bir unsur olmaktadır. Bu durumda bebek, bir fail olarak kendi eyleminin kaynağı olamaz ve kendi başına var-olduğunu hissedemez. Bu durum, bebeğin kendisinden beklenen eylemleri mükemmelce yapabildiği durumlar için de geçerlidir.

Her ne kadar bebek dışarıdan kaynaklanan eylemlerin sahibiymiş gibi görünse de bedenini asıl kontrol eden kendisi olmadığı için sahici bir öz-eylem ilişkisini tesis edemez. Öte yandan kendi bedensel kontrolüyle altını kirletmeyen bebek için eylemin kaynağı kendisi olmakta ve varlığına ait özerklik ve tözsellik algısı kuvvetlenmektedir.

Bu durumda da bebek, bir fail olarak mükemmel bir bedensel beceriye sahip olmasa bile eyleminin kendi özünden kaynaklandığının bilinciyle hareket eder. Benzer durum bebeğin beslenmesi ve memeden kesilmesi sürecinde de ortaya çıkmaktadır. Kendi kendisini besleyebilme yetisini sağlıklı bir süreçte elde eden bebek, var-olabilmesinin dışarıdan değil, kendisinden kaynaklandığını hisseder ve özerk bir fail olarak ontolojik güvenlik sistemini sağlamlaştırır.

Gerek bebeklik döneminde bedensel özerkliğini sağlıklı bir zemine oturtamamış gerekse özerkliğini travmatik süreçler sonucunda kaybetmiş bireylerde ortaya çıkan cisimleşememiş benliğin yansımaları, bireyin hayatında bedenin ne denli önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. Biyografik anlatı üzerinden kavranılan benliğini cisimleştirerek bedensel bir tezahüre dönüştüremeyen bireyde benlik ve beden, çözülmüş ve ayrılmış iki ayrı alanı ifade eder. Daha doğru bir ifadeyle beden, bireyin sahip olduğunu düşündüğü benliğinin eylem alanı olarak kabul edilmez. Bu durumdaki bir bireyde “beden, bireyin kendi varlığının çekirdeği olarak hissedilmekten çok, dünya içindeki diğer nesneler arasında bir nesne olarak hissedilir” (Laing, 2015: 67). Bu noktada cisimleşemeyen benlik, bedenin eylemlerine katılmaktan çok onları dışarıdan gözlemleyen ve eleştiren bir seyirci olarak genellikle “zihinsel” işlemleri gerçekleştirir (Laing, 2015: 67).

Bireyin ontolojik güvenliğinde varlığı ve rolü itibariyle bu denli öneme sahip bedenin, devletin ontolojik güvenliğinde de önemli bir yer işgal etmesi beklenmelidir.

Fakat ontolojik güvenliği devlet seviyesinde ele alan çalışmalar ya beden unsurunu hiç dikkate almamış ya da devletin bedeni olarak eksik ve yanlış bir analoji kurmuşlardır.

Ontolojik güvenliği daha çok kimliğin güvenliği olarak ele alan bu çalışmalar, beden unsurunu fiziksel güvenlik alanında değerlendirerek görmezden gelmektedirler. Bu duruma en iyi örnek, ontolojik güvenlik yaklaşımında otorite düzeyinde ilgi gören Jennifer Mitzen’in (2006b: 344), “ontolojik güvenlik bedenin değil, kim olunduğuna dair öznel duygunun, benliğin güvenliğidir” şeklindeki yaklaşımıdır. Bu yaklaşım nedeniyle Mitzen, devletin ontolojik güvenliğinde bedene yer vermemektedir. Zira Mitzen’e (2006b: 351) göre beden, devlet için önemli olmakla birlikte ontolojik güvenliğin değil, fiziksel güvenliğin meselesidir. Fiziksel güvenlik alanına hapsettiği bedenin devletteki karşılığını da hatalı şekilde kurgulayan Mitzen’e (2006b: 351) göre devletin bedeni, ülkesi ya da vatandaşlarının bireysel bedenleridir. Dahası buradan

hareketle Mitzen, bireyin bedeninde bazı organların (beyin, kalp vs.) diğerlerine nazaran daha önemli olduğunu belirterek, devletin toprağının hangi parçasının daha önemli olduğunu belirlemenin zorluğunda bahisle beden meselesini içinden çıkılmaz görerek değerlendirmeye almamaktadır.

Her ne kadar doğrudan ontolojik güvenlik alanına atfen olmasa da Mitzen gibi Buzan (2015: 69) da devletin bedeni olarak ülke ve nüfusu ön plana çıkarmaktadır. Bu nedenle de devletin bedenine olan bağlılığının bireydekine nazaran daha zayıf olduğunu düşünmektedir. Çünkü ona göre birey, bedeni olmadan yaşayamazken, devlet yeri geldiğinde ülke olmadan da faal olabilmektedir. Bu görüşünü kendi ülkesinin dışında faaliyet yürüten sürgündeki hükümetleri örnek göstererek güçlendirmeye çalışan Buzan’a göre, devletin bedenine yapılan bir saldırı, bireyin bedenine yapılan bir saldırı kadar derinden etki bırakmamaktadır. Dolayısıyla Buzan için devlet, bedenini (ülkesini) geçici süreliğine kaybettiğinde dahi hayatta kalabilmektedir. Fakat Buzan’ın geçici süreliğine kaybedilebilen olarak nitelediği şey devletin bedeni değil, aşağıda detaylandırıldığı üzere mekandır.

Devletin bedeni olarak ülkeyi ele almak, bireyin ontolojik güvenliğinde bedenin işlevinden farklı bir analoji kurmaya neden olmaktadır. Zira bireyin bedeni, bir eylem sistemi, bir praksis alanıdır. Bireydeki beden, etkin ve etkili olabildiği ölçüde bireyin dünya içindeki varlığını güvene alan bir işlev sergilemektedir. Fakat ülke, coğrafi bir alan olarak eylem ortaya koyma becerisi olmayan bir unsura karşılık gelmektedir. Bu nedenle ülke, devletin bir fail olarak üzerinde eylem ortaya koyduğu edilgen bir mekan konumundadır. Halbuki devlet, ülke üzerinde sosyal bir fail olarak benliği ve bedeniyle etkin, ehliyetli ve etkili bir şekilde eylem üretebildiği ölçüde ontolojik anlamda güvenliğini temin ve tahkim edebilmektedir. Bu nedenle de devlete atfedilecek bedenin edilgen bir fiziksel unsurdan ziyade, eylem ortaya koyabilen etkin bir unsur olması gerekir.

Bu gerekçelerle devletin kendi benliğinden, anlatısından ve kimliğinden hareketle, eylem ortaya koyan yönü olarak,her türlü bürokratik ve kurumsal yapılanmayı devletin bedeni olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. Birey seviyesinde benliğin kendisini beden içinde güvende hissetmesine benzer şekilde devlet de kendisine atfettiği benliğini ancak o benlikten hareketle inşa edilen kimliğin icra edileceği işlevsel bir maddi alana yerleştirdiğinde güvende olur. Söz konusu maddi alanı devletin her türlü eyleminin kaynağı olan kurumsal yapılanması olarak değerlendirmek, ontolojik güvenliği bireyden devlet seviyesine aktarmada daha uygundur. Bu bağlamda bireyin bedensel faaliyetleri, devletin kurumsal faaliyetlerine denk düşer.

Bu doğrultudaki bir devlet-beden ilişkisinin benzeri, Salisburyli John’un 12.

yüzyılda kaleme aldığı Policraticus isimli eserinde ortaya konulmaktadır. Salisburyli John, Yunan denemeci ve öykü yazarı Plutarkhos’un Roma İmparatoru Trajanus’a yazdığı düşünülen mektupta ortaya konulan devleti, “Tanrı yardımının yaşamını bağışladığı en yüksek denkliği sağlamak için hareket eden, aklın ılımlı iktidarı adlandırılan şeyle yönetilen belirli bir bedendir” şeklinde tanımlamaktadır (Güngör, 2015: 124). Bu doğrultuda Plutarkhos’tan hareket eden Salisburyli John’a göre devletin bedeninde, başın yerini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan prens; kalbin yerini her türlü iyi ve kötü işlerin kaynağı olan meclis; gözlerin, kulakların ve dilin yerini şehirlerdeki yargıçlar ve valiler; ellerin yerini memurlar ve askerler; mide ve bağırsakların yerini maliyeciler ve hazinedarlar; ayakların yerini de sürekli toprağa temas eden köylüler almaktadır (Güngör, 2015: 125).

Salisburyli John’un devlet-beden benzeştirmesi her ne kadar organ/kurum eşleştirmelerinde eksik ve hatalı olarak yorumlanabilecek bir yaklaşıma sahip olsa da devletin kurumsal yapılanmasının beden benzeri bir işleve sahip olduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Bu benzeştirme, devletin ontolojik güvenliği

açısından özellikle önemlidir. Çünkü devlet de tıpkı birey gibi içinde eylem ortaya koyduğu sosyal yapılarda ehliyetli ve yetenekli bir fail olarak kendisini fark edebilmesi ve bunu ötekilere de hissettirebilmesi için uzuvlarını etkili bir şekilde kullanabilmelidir.

Birey; ellerini, yüzünü, ayaklarını, dilini ve benzeri uzuvlarını kullanarak bedensel faaliyetlerini yerine getirirken devlet de benzer faaliyetleri ordu, mali kurumlar, eğitim kurumu, yargı sistemi, meclis gibi her türlü bürokratik mekanizmayı devreye sokarak yerine getirir. Kısa, tek ve yüzeysel bir örnekle açmak gerekirse: Birey kendisine anlık olarak yönelen fiziksel bir tehlikeden ellerini kullanarak korunurken devlet de ordusu aracılığıyla kendisini korur. Nasıl ki herhangi anlık bir fiziksel tehdit karşısında ellerini etkili ve işlevsel bir şekilde kullanamayan bireyin fiziksel bütünlüğü tehlikeye girmekteyse, kendisine yönelen somut bir tehdide karşı güvenlik güçlerini etkili ve işlevsel bir şekilde kullanamayan devletin de fiziksel bütünlüğü tehlikeye düşer.

Birey gibi devlet de sahip olduğu anlatıdan hareketle farkına vardığı benliği ve inşa ettiği kimliğini ancak eyleme dökebilecek cisimleşmiş bir mekanizmaya sahip olduğunda tam manasıyla ontolojik güvenliğini sağlamış olur.

Bedensel/Kurumsal/Cisimleşmiş bir karşılığı olmayan ve bu nedenle de eyleme dönüşemeyen devlet kimliği, bireyde olduğu gibi bedeninden kopuk şizoid bir halde kalır. Burada tek kast edilen, kimliği ve anlatısı olan bir topluluğun kurumsal bir siyasi mekanizmasının (devletinin) olmaması değildir. Devletin kurumsal yapılanmasının anlatı ile uyumlu olmayan bir eylem sistematiğinde olması ya da anlatı ve kimliğin gerektirdiği praksisi ehliyetli bir şekilde yerine getirememesi durumlarında bedenden kopuk olma durumu söz konusu olabilir. Örneğin; kimliğini güçlü, muzaffer, fatih, yenilmez, süper-güç çerçevesinde bir anlatı etrafında kurgulayan bir devletin ordusunun basit askeri operasyonlarda başarısızlığa uğraması, bedenin bir uzvunun anlatıyla uyumsuz bir eylem sistematiğine sahip olduğu hissini yaratacağından ontolojik güvenlik açısından travmatik bir sonuç doğurur. Benzer şekilde, anlatısını adaletli bir geçmişin

bugünkü temsili şeklinde kurgulayan siyasal bir yapının içinde yargı sisteminin siyasallaşarak çökmesi, adalete olan güvenin azalması ve hukukun ayaklar altına alınması o siyasal yapının anlatısının bedeninden kopuk bir konumda bulunduğunu gösterir. Anlatının doğrudan bedensel bir karşılık bulamadığı böylesi durumlar, ilgili toplumda sosyal travmaların önünü açarak ontolojik güvenliği zaafa uğratabilmektedir.

Bu noktadan hareketle, Buzan’ın (2015: 84) da ifade ettiği gibi, en güçlü anlatı (devlet fikri) bile güçlü kurumsal mekanizmalara (hükümete) ve en güçlü kurumsal mekanizmalar da güçlü anlatılara ihtiyaç duyarlar. Buzan’dan (2015: 85) devam edilecek olursa, sadece fikirden/anlatıdan oluşan ve kurumsal mekanizması olmayan bir devlet, “birkaç anarşistin fantezileri dışında var olamazken” toplumun genelini kapsayan kuşatıcı bir anlatıdan yoksun aşırı kurumsal bir siyasal mekanizma da ancak bir miktar güvenliğe sahip olabilmektedir. Bu yaklaşımdan hareketle güçlü ve iyi inşa edilmiş, işlevsel bir devlette anlatı/fikir ve beden/kurumsal yapı birbirlerine ikame edilemez şekilde bir arada bulunmalıdırlar. Başka bir deyişle, ontolojik anlamda güvenli bir devletten bahis açılabilmesi için bireyde olduğu gibi benlik-beden bütünleşmesine gereksinim duyulur. Böylece anlatı, kurumlara tanım ve amaçlar sunarak onlara imkan ve anlam kazandırır, kurumlar da anlatıyı eyleme ve faaliyete geçirerek fail olma imkanı sunarlar.

Devletin anlatısının, içinde kendisini güvende hissedeceği ehliyetli, işlevsel ve etkin bir kurumsal (bedensel) alana sahip olması, devletin eylem özerkliğinin de garanti altına alınmasını sağlar. Devlet, güçlü ve etkili bir kurumsal mekanizma aracılığıyla kendi anlatısından hareketle belirlediği eylemleri ortaya koyabildiği ölçüde kendi eylemine kaynaklık edebilir. Kendi eyleminin kaynağı bir başka aktör değil, bizatihi kendisi olan devletin bağımsız ve egemen bir fail olma özelliği de kuvvetlenmektedir.

Bu durum Kenneth Waltz’un devletin egemenliği tanımını karşılaması bakımından önemlidir. Waltz’a (2015: 121) göre egemenlik; devletin ötekilerden destek alıp

almamak, bunu gerçekleştirirken de onlara verdiği sözlerle kendi bağımsızlığını kısıtlayıp kısıtlamamak da dâhil olmak üzere içerideki ve dışarıdaki sorunların üstesinden nasıl geleceğine kendisinin karar vermesidir. Waltz’un da işaret ettiği gibi, devletin kendi eylemine kendisinin karar verebilmesi, bu kararı eyleme dökecek güçlü ve etkili bir kurumsal yapıyı gerektirir. Kendi benliğinden hareketle kararlaştırdığı eylemi, dışarıdan bir zorlama olmaksızın kendi kurumsal mekanizmaları aracılığıyla icra eden devlet, anlatının cisimleştiği bir fail olarak kendisini deneyimler.

Bireyde olduğu gibi devlette de eyleminin bizatihi kendisinden kaynaklandığına ve anlatısını başarıyla bedensel bir faaliyete dökebilen ehliyetli bir fail olduğuna ilişkin deneyim, ötekiler tarafından da kabul edildiği ölçüde ontolojik güvenliği sağlama alır.

Bu nedenle de devlet, aktör olarak içinde yer aldığı uluslararası sistemde etkileşimde bulunduğu diğer devletlere, sağlıklı işleyen bir kurumsal yapıya sahip olduğunu sürekli olarak göstermek durumundadır. Devlet, bedensel faaliyetlerini yerine getiren kurumlarının daimi olarak sağlıklı bir şekilde işlediğini ve dışarıdan ciddi manada desteğe ihtiyaç duymadan var olabildiğini hem içeride kendisine hem de dış politikada diğerlerine hissettirebilmelidir. Bütün bu süreçlerde devlet, bedeninin işlevselliğine yönelik olarak düşünümsel bir gözetimi sürekli olarak uygulamaktadır. Düşünümsel gözetim neticesinde, anlatı-beden uyumunun öznelerarası bir biçimde hem içeride hem de dışarıda kabul edildiğinin farkına varılması neticesinde devlet, ara sıra ortaya çıkabilecek aksiliklerle başa çıkabilmek için koruyucu bir kozaya sahip olur.

Dolayısıyla, kendisine atfettiği anlatının gerektirdiği bedensel eylemleri her türlü kurumsal mekanizmayı devreye sokarak icra eden devlet, failliğini hem kendisi hisseder hem de diğerlerine gösterir. Bu nedenle de devletin bedensel eylemi olarak içeride ekonomik güç, ordunun işlevselliği, kurumlar arası uyum ön plana çıkarken, dışarıda dış politika önem kazanmaktadır. Kendi kurguladığı anlatıya uygun şekilde işleyen güçlü bir ekonomi, ordu ve kurumlar arası uyum ile varlığının ve failliğinin

farkına vararak kendine güveni artan devlet, dış politika eylemleriyle de gerek bedenini gerekse de anlatısını diğerlerine güçlü bir şekilde sergileme imkanı elde eder.

Yukarıda detaylı olarak incelenen ve modellenen ontolojik güvenlik yaklaşımı, her türlü toplumsal kümelenmeye ve devlete uygulanabilecek bir çerçeve sunmaktadır.

Bu modelin test edilebileceği en iyi alanlardan bir tanesi de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Rusya’nın iç ve dış politikasıdır. Bu bağlamda, Sovyet sonrası Rusya’nın önünde varoluşsal bir doğum süreci bulunmaktaydı. Rusya’nın varoluşsal doğum süreci ve bu süreci takip eden aşamalarda ortaya çıkan sonuçlar, ontolojik güvenliğinin ne derece karşılandığının göstergesi olacaktı. Bu nedenle aşağıdaki iki ardışık bölüm, Rusya’nın yaşadığı dönüşüm esnasında ortaya çıkan süreçleri, yukarıda çerçevelendirilen ontolojik güvenlik modeli temelinde inceleyecektir. Rusya’nın yaşadığı dönüşüm sürecinde, kapsayıcı bir kimlik için gerekli olan istikrarlı ve tutarlı bir biyografik anlatının ne derece üretildiği, bu anlatının bedensel eylemlere ne oranda dönüştürülebildiği ve bu iki süreç içerisinde kaygı, rutin ve düşünümsellik mekanizmalarının nasıl işlediği detaylı olarak ele alınacaktır. Bu doğrultuda, Rusya’nın içeride kimlik inşası ve bedensel eylemleri ile dış politikada ortaya koyduğu bedensel eylemler, ontolojik güvenlik yaklaşımının parametreleri ile incelenecek ve ortaya çıkan sonuçların Rusya’nın ontolojik güvenliğini nasıl etkilediği saptanmaya çalışılacaktır.

İKİNCİ BÖLÜM

SSCB’NİN ÇÖKÜŞÜNDEN RUSYA’DA ONTOLOJİK GÜVENLİK ARAYIŞINA 1990’LAR

2.1. Sovyet Anlatısının ve Bedeninin Çöküşü

Merkezi planlamanın esas unsur olduğu Sovyet ekonomik modeli, 1970’lerin ortasından itibaren işlevini yitirmeye başlamış ve 1980’lerin ortasına gelindiğinde işleyemez hale gelmişti. Bu nedenle, 1985 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) liderlik koltuğuna oturan Mikhail Gorbaçov, ekonomi, bilimsel ve teknolojik gelişme, üretimde etkinlik, ürünlerin niteliği, ağır saniyedeki durgunluk vb.

alanlardaki sorunlara yönelik bir çözüm bulunması gerektiğini düşünmekteydi (Gorbaçov, 1988: 19-20). Sistemdeki sorunların giderilmesi ve SSCB’nin başat ötekisi Batı karşısında son dönemde kaybedilen etkinin yeniden kazanılması amacıyla Gorbaçov, Perestroyka (Yeniden Yapılanma) sürecini başlatmıştı. Perestroyka ile kurumsal yeniden yapılanma sürecini başlatan Gorbaçov, sürece bürokratik bir hız kazandırmak için de Glasnost (Açıklık) (1988: 78) ve Demokratizatsiya (Demokratikleşme) (1988: 107) politikalarını devreye soktu.

Gorbaçov’un liderlik ettiği ılımlı komünistler, SSCB’nin katı merkezi ve sosyalist yapısının demokratikleştirilmesini amaçlıyordu. Gorbaçov ve ekibini bu sürece sevk eden en önemli motivasyon, SSCB’nin mevcut rutinleriyle geleceğe taşınmasının zor olacağı düşüncesiydi. Sovyet siyasal elitleri için iki seçenek söz konusuydu: Ya sistemi yeniden düzenleyerek SSCB’nin geleceğini erkenden şekillendirecekler ya da hiçbir şey yapmadan geleceğin kendilerine sunacağı şartlara razı olacaklardı.

Belirsiz bir geleceğin yarattığı kaygı, Gorbaçov ve ekibini ilk seçeneğe yöneltti.

akışına bırakamazdı. Bu nedenle Gorbaçov, tıkanmış ve hareket kabiliyeti iyice zayıflamış olan Sovyet sistemini kökten revize etme yolunu seçti. Yetmiş yıla yakın bir zaman diliminde kökleşmiş rutinleri, gelenekleri olan ve katı bir muhafazakâr yapıya sahip Sovyet sisteminin yeni baştan kurgulanması, öncelikli olarak sistemin üzerine kurulu olduğu meşruiyet kaynağını yani anlatısını dönüştürmeyi gerekli kılmaktaydı.

Demokrasi ve sosyalizm arasında karşılıklı bir ilişki olduğunu savunan Gorbaçov (1988: 37-38), işe ilk olarak, Sovyet sisteminin anti-demokratik yapısından başlanması gerektiğini düşünmekteydi. Bunun için öncelikle, kitlelerin üzerlerinde bir kontrol mekanizması olarak duran düşünce ve ifade özgürlükleri alanında baskıların kaldırılması gerekiyordu. Gorbaçov böylece, kendisini ifade etme imkanı elde eden Sovyet insanının süreci destekleyeceğini ve bu destek sayesinde de rutinlerinden vazgeçmeme noktasında bir duruş sergilemesi beklenen Sovyet bürokrasinin alt edilebileceğini ummaktaydı.

Bu doğrultuda, SSCB’nin en büyük meşruiyet kaynaklarından biri olan sistemin biyografik anlatısı eleştiriye açıldı. Gorbaçov, Mart 1986’da, basının tüm kesimlerini SSCB bürokrasisini eleştirmeye çağırdı (Hewett & Winston, 1991: 502). Sistem üzerinde düşünümsel bir sorgulamayı başlatan bu çağrı, kartopu gibi büyüyecek ve çeşitlenecek bir düşünümsel gözetim sürecini harekete geçirdi. Gorbaçov, Sovyet sistemi içinde devletin işleyişinden habersiz olan halkın bilinçlenmesi ve perestroyka sürecine destek vermesi için açık bir şekilde olaylardan ve süreçlerden haberdar olması gerektiğine inanmaktaydı. Bu nedenle de medyanın üzerindeki engellerin kaldırılması ve eleştirinin önünün açılması gerekiyordu. Bu sayede daha fazla aydınlanacak olan halkın, dönüşüm sürecinde kurumsal mekanizmalara baskı yapacağı umulmaktaydı (Lane, 1992: 77). Bu doğrultuda devlet kontrolündeki gazete ve dergilerin birçoğunun yönetimine reform yanlısı isimler getirildi ve bu yayın organlarında açık bir şekilde devlete ve sisteme ilişkin eleştiriler kaleme alınmaya başladı (Yapıcı, 2010: 126).