• Sonuç bulunamadı

Kimliğin Tanım ve Anlam Kaynağı: Biyografik Anlatı

sıyrılıp yeniden istikrarlı ve öngörülebilir bir toplum ve devlet yapısına kavuşmak, toplumsal onarım için önem taşır. Bu dönemde kendi var-oluşunu, imkân ve kabiliyetlerini düşünümsel gözetimin odağına yerleştiren devlet, toplum ve onların sözcüleri konumundaki stratejik aktörler, rutinlerin (yeniden) inşasını sağlamaya çalışırlar. Bu noktada devletin ve toplumun düşünümsel kapasitesi önem arz eder.

Devletin ve toplumun maruz kaldığı travmanın nedenleri ve sonuçları üzerine gerçekleşecek düşünümsel sorgulamanın derinliği, travmadan çıkışın ve yeniden istikrara dönüşün imkânını sağlar. Yaşanan köklü sorunun nedenleri, gelişimi ve etkileri ile bu sorundan çıkış için gerekli olan karşı-olgusal alternatifleri masaya koyma ve değerlendirme kabiliyetinden yoksun olan bir devlet ve toplum için yeniden istikrar üretecek rutinlere dönüş daha zor olur.

(Kinnvall, 2004: 747-748). Burada bireysel kimlik, aktörün ortaya koyduğu eylemin sürekliliği içinde verili olarak elde edilen bir şeyden ziyade aktörün düşünümsel gözetimi aracılığıyla rutin bir şekilde üretilip sürdürülen bir şeydir (Giddens, 2014: 74).

İnsanlar her ne kadar istikrarlı bir bireysel kimliğe sahip olmak isteseler de buradaki istikrar tek tip bir kimliğin sürekli olarak sürdürülmesi anlamına gelmez.

Kimlikler, hayatın akışında değişim ve gelişim gösterebilirler. Aktörün kendi biyografik anlatısından yola çıkarak kavradığı benliği olan bireysel kimlik (Giddens, 2014: 75), süreç içerisinde ortaya çıkan değişimlere benliğin ayak uydurma kapasitesiyle paralel olarak değişime uğrar. İstikrarlı olması beklenen, bireyin sahip olduğu kimliğe dair devamlılık ve süreklilik duygusudur. Birey, kimliğinin istikrarlı bir zemin üzerinde kendisine güven sağladığı duygusunu biyografik anlatısı üzerinden sağlar. Başka bir deyişle, ontolojik güvenlik için gerekli olan, değişmez bir bireysel kimlikten ziyade düşünümsel olarak sürekli üretilip benliğe var-olduğunu hissettirecek bir biyografik anlatının üretilebilmesidir. Dolayısıyla birey, sahip olduğunu düşündüğü anlatı üzerinden kimliğini tanımlar. Bu noktada anlatı, dağınık olgu ve olayların açıklanabilir bütünler haline getirilmesine yarar (Wertsch, 2000: 515).

Bireyin kimliği, “yapma, eyleme ve var-olmaya” ilişkin sorulara cevap veren ve bir anlatıyı devam ettirdiği biyografik sürekliliği temin eden bir çerçeveye sahiptir (Kinnvall, 2004: 746). Biyografik anlatının istikrarlı bir çizgide her gün yeni bir tecrübe ile gelişmesi neticesinde, bireyin sahip olduğu kimlik de değişime uğrayabilir. Bu noktada biyografik anlatı, bireyin var-oluşunu hissettiği ve eylemini anlamlandırdığı kimliğinin başlangıç noktasını oluşturur.

İnsanlar “kim olduklarına” dair bir sorgulamaya girdiklerinde kendilerini geçmiş, bugün ve gelecek bağlamına yerleştiren bir anlatı ortaya koyarlar (Ringmar, 1996: 451). Bu doğrultuda kim olduğumuzun cevabı, verili ve doğal bir çerçeveye sahip değildir. Bu nedenle hayata dair güçlükler ve eylemler, kendimize anlatılar

söylediğimiz, bu anlatıları dinlediğimiz ve onlara göre yaşadığımız bir çerçevede ele alınabilir (Carr, 1986: 61). Gottschall’e (2012) göre de insan, eylemlerine yönelik

“hikâye anlatan hayvandır”. Bu doğrultuda biyografik anlatı, bireyin kimliğini tanımlamak maksadıyla kim olduğuna dair sorduğu soruya ilişkin cevabı aradığı bir alan görevi görür. Birey, sahip olduğunu düşündüğü anlatının tanımladığı kimlik üzerinden çıkarlarını ve eylemlerini belirler. Başka bir ifadeyle, bireyin eylemini gerekçelendirdiği ve ona anlam katan şey, sahip olduğu biyografik anlatının bütüncül halidir. Birey, kendisinden eyleminin gerekçesi ve nedenleri talep edildiğinde biyografik anlatısından hareketle inşa ettiği kimliğinden yola çıkarak açıklamalarda bulunur. Bu durum, bireyin dünya-içindeki bilgililiğinin sadece rutinlere zemin oluşturan pratik bilinç şeklinde olmadığını, aynı zamanda sözel bir bilgililiğin de insan eyleminde motive edici olduğunu gösterir.

Söz konusu sözel bilgililik Giddens’ın terminolojinde “söylemsel bilinç” olarak kavramsallaştırılır. Söylemsel bilinç, “şeyleri söze dökebilme anlamına gelmektedir”

(Giddens, 1999: 90). Pratik bilinç aracılığıyla rutinleri düşünümsel olarak farkında olmadan takip eden birey, kendisinden talep edildiğinde eyleminin gerekçelerini yine düşünümsel bir dikkatle sözel olarak söylemsel bilinç vasıtasıyla ortaya koyabilir.

Dolayısıyla rutinleri motive eden pratik bilincin aksine söylemsel bilinç, bireyin neyi, niçin yaptığının farkında olmasını gerektirir. Bu bakımdan söylemsel bilinç, ontolojik güvenliğin tamamlayıcı unsurlarından olan bireysel-kimliğin biyografik bir bütünlük içinde ifade edilmesine de dayanak sağlar. Her ne kadar anlatının kapsamı bireyin kendi üretimine bağlı olsa da sürekli olarak toplumsal temaslarda bulunan birey, bu temasları sağlıklı yürütebilmek için tamamen kurmaca bir anlatıya yaslanamaz. Birey, dış dünyayla teması neticesinde elde ettiği tecrübeleri anlatısına sürekli olarak dâhil etmek durumundadır (Giddens, 2014: 77). Öte yandan birey, tamamen kurmaca bir anlatıya yaslanamasa da dış dünyanın değişen şartlarına ayak uydurabilmek ve rutinlerine anlam

katabilmek veya değişimden azami seviyede istifade edebilmek için zaman zaman anlatısının belli bölümlerini ön plana çıkartırken bazı bölümlerini görmezden gelebilir.

Söylemsel bilinç sayesinde görünürlük kazanan biyografik anlatı, dil ve belleğin önemini zorunlu olarak ortaya çıkarır. Birey, kimliğine ve dolayısıyla eylemine zemin oluşturan anlatısını sözel olarak, dil aracılığıyla ifade eder. Bunu yaparken birey, belleğinin değişik katmanlarından devşirdiği anımsama biçimleriyle biyografik anlatısına bir bütünlük kazandırmakta ve bu bütünlüğü sözel olarak ifade etmektedir.

Dil ve bellek, hem bireyin anımsaması hem de toplumsal hayatın kurumsallaşması için doğal olarak karşılıklı bir ilişki içerisinde yer alırlar. Dil, insan eyleminin hayvanlardan farklı olarak, zaman ve uzamda sabit kalmasına engel olarak asli bir görev üstlenir (Giddens, 2014: 39). Dil aynı zamanda, Levi-Strauss’un tabiriyle, bir yandan toplumsal eylemi sonraki nesillere aktarmaya yardımcı olurken, diğer yandan da geçmiş, bugün ve gelecek arasında zamansal bir bölümleme yapmaya yarar (Giddens, 2014: 39). Dil bu işlevini yerine getirirken sadece olanı tasvir etmez. Dilin betimleyiciliğinin yanında daha da önemli olan özelliği edimsel olmasıdır (Zehfuss, 2002: 20). Bu bağlamda, sadece geçmişi veya bugünü tasvir etmeyen, bireyi bir sonraki adımı konusunda yönlendirecek normatif bir sınır da çizen dil, bütün bu işlevlerini, geçmişin kendisine anımsattıkları üzerinden gerçekleştirir. Bu nedenle geçmişe dair her türlü temsili içinde barındıran bellek, biyografik anlatının dil üzerinden ifade edilmesinde önem taşır. Dil, bellek üzerinden geçmiş anlatıyı tasvir ederken gelecekteki eyleme kaynak teşkil edecek bugünün belleğini ve anlatısını da inşa eder.

Her ne kadar Giddens (1999: 90-97) bellek ve anımsama arasında muğlâk bir ayrım ortaya koysa da anımsamanın bellekle ilişkili olduğunu kabul etmektedir.

Dolayısıyla bireyin anlatısına bütünlük katan ve sözel olarak ifade edilip andaki ve gelecekteki eyleme gerekçe oluşturan geçmişe dair anımsamalar, bellek üzerinden gerçekleşir. Wendt (2012: 280), “ben olma hissi” olarak değerlendirdiği bellek olmadan

bireyin özne, hatta insan bile olamayacağını ifade etmektedir. İnsan için bu denli öneme sahip olan bellek, “dış anlatı”ların değil içeride geçmişten hareketle işlenilen anlatıların bir bütünüdür (Bilgin, 2013: 22). Bellek, benliğin “kendine referans gösterme”si nedeniyle doğrudan kimlikle bağlantılıdır (Bilgin, 2013: 23). Anımsadıkları ile kimlik anlayışı ve benliği çelişmediği sürece birey, kimliği ile uyumlu bir belleğe sahip olur ve ontolojik güvenliği zedelenmez. Bu nedenle bellek, bireyin kimliği ile uyumluluğunu sağlamak için daima seçici olur (Bilgin, 2013: 24). Bireyin kendisini o anda ilgilendiren ve önemli bulunan unsurlar bellek tarafından ayıklanırken, geri kalanlar budanır ve daha sonra ihtiyaç duyulduğunda anımsanmak üzere yeşermeye bırakılır.

Görüldüğü üzere bellek, istikrarlı bir benlik/kimlik algısının oluşması ve böylece bireyi ontolojik anlamda güvenli bir zemine oturtmak için taraflı işlemektedir.

Dolayısıyla birey, içinde yaşadığı ana yönelik ihtiyaçlarını karşılayacak ve fakat kimliğinin istikrarını bozmayacak şekilde geçmişin terazisindeki kefelerde biriken anıların yerlerini sürekli olarak değiştirir. Bazı dönemler bir grup anımsamanın yer aldığı kefe ağır basarken farklı zamanlarda başka anılar ağır gelir. “Gerçeğin bir kolunu bükerek” istikrarlı kimlik algısının sağladığı güvene kavuşmak için geçmiş, kimlik anlayışına uygun olarak sürekli yorumlanır (Bilgin, 2013: 26).

Belleğin bu işlevinin önemi, söz konusu işlevin sağlıklı gerçekleşmediği bireylerde ortaya çıkan travmalar dikkate alındığında daha da belirginleşmektedir.

Kronik şizofren bir hastasının dağınık bellek yapısının kuşatıcı ve bütüncül bir kimlik eksikliğine ne yönde etkisi olduğunu Laing (2015: 194-195) detaylı bir şekilde ortaya koymaktadır. Şizofren kişide benlik, kendi içinde çok sayıda dizgeye bölünmüş bir şekilde kuşatıcı bir birlik hissinden yoksun olarak hayatı deneyimler. Her bir dizgenin kendi sınırı ve belleği vardır. Farklı bellekler farklı anlatılara ve gerekçelendirmelere yaslanarak söylem üretirler. Birey, bütüncül bir belleğin zamanı bölümlendirmesinden yoksun olduğu için tüm yaşamı eş-zamanlı olarak algılar. Her biri ayrı bellek şemalarına

sahip olan benliğin farklı dizgeleri, çoğunlukla kendi aralarında çatışmaya girerler ve bireyi farklı algı şemalarıyla birbiriyle uyumsuz dürtülere yönlendirirler. Neticede de benliği bölünmüş şizofrenik bir vaka ortaya çıkar.

Bireyin söylemsel bilincinin araçları olan dil ve belleğin biyografik anlatının şekillenmesindeki önemi ortadadır. Seçici bir düşünümsel dikkatle geçmişe dair anımsamaları bugüne taşıyan belleğin ve bu anımsamaları yönlendirici bir etkiyle söyleme döken dilin neticesi olan biyografik anlatı, sadece doğumdan ilgili ana kadar geçen olayların bir toplamı ve yorumu olmanın ötesinde, andaki ve gelecekteki eylemleri yönlendiren edimsel bir görev icra etmeye yarar (Steele, 2008: 56). Kısacası dil ve bellek üzerinden farkına varılan ve kabul edilen biyografik anlatı, bireye sadece kim olduğunu değil, aynı zamanda ne yapması gerektiğini de gösterir. Bireyin neyi, niçin yapması gerektiğine dair bilgiyi elde ettiği biyografik anlatı, bu yönüyle, ontolojik güvenliğe epistemolojik bir katkıda bulunur. Böylece, geçmişin birikimini seçici bir şekilde derleyen anlatıdan elde edilen bilgi, geleceğin inşa edilmesinde kullanılır. Bu sebeple, geçmişi, bugüne geri-çağırma ve onu anlamlı bir şekilde geleceğe bağlama kabiliyeti olmayanların faillikleri, olgu ve olaylar ile onlara yönelik uygulanacak seçenekleri sağlıklı bir şekilde değerlendiremeyecekleri için zaafa uğrar (Kratochwil, 2006: 21).

Bu yüzden birey, anlamlı bir geleceği inşa etme kapasitesine sahip bir fail olabilmek için Giddens’ın (2014: 104) ifadesiyle, “geçmişini beklenen bir gelecek ışığında gözden geçirerek içselleştirir”. Geçmişten devşirilen anlatı, gelecekteki eylemlere alt yapı oluşturması bakımından Giddens’ın (2014: 117) “geleceğin kolonileştirilmesi” dediği duruma neden olur. Birey, anlatı sayesinde sadece geçmişini derli-toplu bir bütünlüğe kavuşturmakla kalmaz, ayrıca bugüne hâkim olup geleceği de şimdiden belirleme yoluna gider. Böylece, bireyin dünya-içindeki varoluşu geçmiş,

bugün ve gelecek çizgisinde istikrarlı ve bütüncül bir görünüm kazanır, bu da bireyin ontolojik güvenliğini garanti altına alır.

Bireyin dünya-içinde bir konumu olduğu hissini ortaya çıkaran biyografik bir süreklilik, yukarıda ifade edildiği üzere, sağlıklı işleyen bir belleğe ihtiyaç duymaktadır.

Bellek üzerinde kontrol sağlayan birey, belleğin kendisine anımsattıkları içinden andaki ihtiyaçlarına ve kimlik algılarına göre düşünümsel bir dikkatle seçtiklerinden derlediği bir anlatıyı, kimliğini tanımlamak üzere söylemsel düzlemde ortaya koyma yeteneğini kazanır. Böylece birey “kim olduğunu”, “nereye ait olduğunu”, “dünyadaki konumunun diğerlerinin arasında nerede bulunduğunu” hissederek istikrarlı ve rutinleri olan bir bireysel-kimliğe sahip olduğunu fark eder. Bu da bireye, ontolojik olarak güvenli bir alanda eylem ortaya koyma ve failliğini devam ettirme imkânı sunar.

Kendisini biyografik bir anlatının güvenli limanına demirleyemeyen birey, sevecen bir kendine-saygının sıcaklığından mahrum kalır (Laing, 2015: 110). Fakat kendine-saygı eksikliği illaki benliği ontolojik anlamda kökten bölünmüş kişilerde ortaya çıkmaz. Biyografik bir bütünlüğü devam ettirmek için ortaya konulan anlatının uygunluğu noktasında duyulan yetersizlik ya da eksiklik hissi de kişinin –şizoid olmasa bile- kendine olan saygısını azaltır ve utanmanın önünü açar. Utanç, bireyin sahip olduğu biyografik anlatıyı sürdürme noktasında yaşadığı yetersizlik duygusuyla kendisini ortaya çıkarır. Bu açıdan utanma, bir eylemden dolayı sorumlu olma anlamındaki suçtan farklı olarak, insan olma noktasındaki eksikliğe karşı duyulan kaygı durumudur (Fossum & Mason, 1986: 5). Kendi kendine yeterli olma konusundaki eksikliklerin merkezinde olan utanç; özsaygının azalmasına, bedensel görünümün zayıflamasına, kendinden şüphe etmeye, güvensizliğe ve aşağılık duygusuna neden olur (Zupancic & Kreidler, 1998: 30).

Utancın üç bileşeni vardır: İlki, kişinin utanmasına neden olan bir eylem(sizlik);

ikincisi, kişinin ilgili yetersizliği sahip olduğunu düşündüğü kimliğiyle çeliştiğine ve

ona yakışmadığına dair öz-eleştirisi; son olarak da söz konusu yetersizliği gören bir seyirci topluluğu (Young, 1995: 220). Diğer yandan Giddens (2014: 91), Helen Lewis’i izleyerek, dolaylı ve açık utanç ayrımı yapmaktadır. Açık utanç, birey başka birisi tarafından küçük düşürüldüğünde ortaya çıkarken, dolaylı utanç, bilinçsizce, benliğin yetersizliği konusunda duyulan kaygıdır. Dolaylı utanç, biyografik anlatının bütünlüğü veya toplumsal kabulü konusunda ortaya çıkacak baskılara karşı direnilemeyecek korkular üretir. Bu nedenle de kişinin varlığını güvende hissedememesine neden olur.

Öte yandan Steele (2008: 54) dolaylı utancı, bireyin bizatihi kendi eyleminden veya yetersizliğinden kaynaklanmayan ve fakat üyesi olduğu topluluğun eylem ya da yetersizliklerinden dolayı ortaya çıkan bir durum olarak tanımlamaktadır.

Utancın karşı ucunda bulunan duygu ise kendine-saygı, yani biyografik anlatının bütünlüğüne ve değerine olan güvendir (Giddens, 2014: 92). Bireyin ortaya koyduğu eylemler üzerinden, bireysel-kimliğini tanımlayıcı bir biyografik sürekliliğe sahip olması, kendine yönelik bir öz-saygı duygusunun gelişmesine neden olur. Bu manada kendine-saygısı olan birey kendisini, sahip olduğu anlatının bütünlüğüne yakışan ve onun gerektirdiği şekilde davranan, yeterli ve yetenekli bir özne olarak kabul eder.

Dolayısıyla, dışarıdaki izleyicilerin gözünde de değerinin korunduğunu ya da yükseldiğini hissederek ontolojik güvenliğini tahkim etmiş olur.

Bireyler gibi topluluklar ve devletler de hayatın ve dış dünyanın kaotik akışı içinde belirlilik ve düzenliliklere (rutinlere) kimlikler vasıtasıyla ulaşırlar. Kolektif kimlik, topluluğun ortak bir Biz idraki etrafında bütünleşmesini sağlayarak dış dünyada var olan tehlikelere karşı ortak bir güç meydana getirmeye yarar. Bireyde olduğu gibi toplulukta da hayatın akışına yönelik oluşan kaygıları kontrol altına alacak olan rutinleşmenin ilk olarak gerçekleştiği yer kimlik sahasıdır. Belirli ve istikrarlı bir kimlik algısı topluluğa her şeyin yolunda gittiği hissini vererek kendilerini güvende hissetmelerinde yardımcı olur. Benliğin bilişsel olarak ben yerine biz şeklinde yeni bir

form kazandığı kolektif kimliklerin (Arslan, 2006: 90) en belirgin olanlarından biri de devlete ait olan kimliklerdir. Bu manada devlet, topluluk düzeyinde bilişsellik yetisine sahip bir grup benliği şeklinde ortaya çıkar (Wendt, 2012: 280).

Devlet, kendisini meydana getiren insan topluluğunun genelini kapsayacak ve milli benliğini yansıtacak şekilde ürettiği kimlik sayesinde ülke içinde bir düzen tesis eder. Çünkü devletin meşruluğu, ne türden olursa olsun (demokratik, otoriter, sosyalist, teokratik vs.) bir düzen sağlama kabiliyetine bağlıdır. Düzenin türü değil, topluluk için hayatı öngörülebilir ve bilinebilir kılan işlevselliği önemlidir (Huysmans, 1998: 242).

Dolayısıyla ne türden olursa olsun istikrarlı ve rutinleşmiş bir kimlik algısı, devletin meşruluğunun zeminini oluşturur. Üstelik işlevsel bir düzen sağlayamayan devletler günümüz modern devlet sisteminde “egemen” olarak da kabul edilmezler (Zarakol, 2016: 2). Bu doğrultuda günümüz modern devletleri, kimlikler aracılığıyla, vatandaşlarına bilinebilir ve öngörülebilir bir hayatı temin ederek onların ontolojik güvenliğini sağlayan birer kurumsal yapı olarak görülürler (Zarakol, 2016: 4).

Vatandaşlarına güvenli bir ontolojik zemin sağlayamayan devletler her ne kadar belirli bir toprak parçası üzerinden fiziki bir kontrol sağlamış olsalar da tam olarak egemen kabul edilmezler (Zarakol, 2016: 2). Kişilerin topluluk düzeyinde sordukları “Biz kimiz?”, “Nereye aidiz?”, “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” gibi varoluşsal soruları cevapsız bırakan veya tatmin edici şekilde yanıtlayamayan politik yapılara insanların bağlanmaları zordur. Vatandaşlarını aidiyet anlamında kendisine bağlayamayan politik bir yapının meşruluğu ve egemenliği tartışma konusu olacağından devlet olma vasfı da tehlikeye düşer.

Bu nedenle Ole Waever’ın yaklaşımıyla toplumun en büyük korkusu Biz idrakini kaybetmektir. Bir rutin olarak geçmişten bugüne aktarılan “Biz” idraki, toplum ve onun üzerinde yükselen devlet için hayati derecede önem arz eder (Sarı-Ertem, 2012: 216).

Buradan hareketle tıpkı bireyler gibi toplumlar da dünya içinde kendilerini

konumlandıran ve eylemlerini rutinleştiren anlatılar üretirler. “Nereden geldik?”, “Kim olduğumuzu nasıl belirledik?”, “Bizi bir araya getiren şey nedir?”, “Amacımız nedir?”

tarzındaki varoluşsal sorulara verilen cevapların korelasyonuyla ortaya çıkan anlatı, toplumun ileriye doğru istikametinde yol açıcı olur (Subotic, 2016: 612). Toplumun geçmişten bugüne yaşam serüveninin bir hikayesi olan biyografik anlatının şekillenmesinde devlet aygıtı önem taşır. Devlet, vatandaşlarını ortak bir kimlik çatısı altında “Biz” olarak toplayabilmek için o kimliği tarif edip ona anlam katan bir anlatıya yaslanmak durumundadır. Bu nedenle biyografik anlatıdan yola çıkarak tanımlanan kimlik, devletin “Biz”i diğerlerinden farklılaştıran bir “benlik projesi” şeklinde ortaya çıkar (Steele, 2008: 34).

Bu nedenle devlet, bir yandan her türlü bürokratik ve kurumsal yapılardan oluşurken, diğer yandan da eylemlerine yön veren anlatıların bir yansımasıdır (Ringmar, 1996: 452). Devlete atfedilen anlatı, toplum olarak kim olduğumuzu, dünyadaki rolümüzü, ulusal çıkarımızın nasıl tanımlanacağını, hangi dış politikanın takip edileceğini ve içerideki güç dağılımının nasıl yapılacağını belirleme noktasında fazlaca önemlidir (Ringmar, 1996: 455). Bu açıdan devletin biyografik anlatısı, içsel ve dışsal işlevlere sahiptir. Anlatı, her türlü ayrıcalık, yaptırım ve güç paylaşımının merkezinde olan devletin içerideki yapısının belirlenmesinde başat faktördür. Biyografik anlatı, bir yönüyle de devletin ve toplumun ekonomik, sosyal ve siyasi kaynaklarının nasıl dağıtılacağını da ima eder (Ringmar, 1996: 454). İçeride düzenin türünü belirleyen anlatı, dışarıda da devletin istikametini tayin etmekte önemli bir görev üstlenir.

Anlatının tanımladığı kimliğe ait olan çıkarlar, devletin gerek devletlerarası ilişkilerde gerekse genel olarak uluslararası sistem içinde hangi çıkarı nasıl takip edeceğini de işaretler.

Devletin anlatısının dışsal işlevi sadece çıkar elde etmede değil, aynı zamanda uluslararası sistemde sosyal kabul görmede de kendisini gösterir. Devletler, anlatılar

aracılığıyla içinde bulundukları uluslararası toplum içinde fail olarak kabul edilmek ve böylece kendilerini güvende hissetmek eğilimindedirler. Devletler, anlatı üzerinden kim olduklarını ve neyi, niçin yaptıklarını diğerlerine göstermek ve bu anlatının işaret ettiği kimlik (Avrupalı, demokratik, büyük güç, vb.) ile ötekiler tarafından kabul görmek isterler (Subotic, 2016: 616). Bu durum, devletlerin biyografik anlatılarının işlevselliklerinin özneler-arası bir boyutu olduğunu da gösterir. Anlatılar, devletlere “iyi geçmiş”leri üzerinden bir devamlılık ve olumlulaştırma imkanı sunarlar. Devletler, kendileri ve geçmişleriyle ilgili iyi, olumlu ve güçlü hissetmek isterler. Bu doğrultuda, sistem içinde eylemlerini etkili hale getirmek ve onlara anlam yükleyebilmek için anlatılar üretirler (Subotic, 2016: 614). Hatta bazı görüşlere göre ulus-devletler, belirli politikaları takip edip devam ettirmek için biyografik anlatı üretmekten de öte bizatihi biyografik anlatı ile kurulurlar (Berenskoetter, 2014: 264). Fakat bu anlatılar, yukarıda Giddens’ın da ifade ettiği gibi tamamen kurmaca olamaz. Zira devletler birer aktör olarak dış politikada sosyal etkileşimlere girerler ve bu etkileşimlerden en fazla faydayı elde etmek veya en azından zarar görmemek için gerçeklikten kopuk olmayan anlatılara yaslanmak durumundadırlar.

Devletin işlevsel bir organizma olarak fail olabilmesi için sahip olması gereken anlatıyı Barry Buzan (2015), doğrudan anlatı nitelemesi yapmadan “devlet fikri”

kavramıyla detaylandırmaktadır. Buzan’ın “devletin fiziksel temeli” ve “devletin kurumsal ifadesi”nin yanında devletin üçüncü ve en soyut bileşeni olarak gördüğü

“devlet fikri” ve onun en uç örneği kabul ettiği örgütleyici ideolojiler bir yönüyle devletin anlatısına karşılık gelir. “Gereğince inşa edilmiş bir devlette, devletin politik kimliğinin merkezinde yatan farklı bir fikir bulunması gerekir” (Buzan, 2015: 74). Bu fikir, devlete kimliğini veren ve onu ötekilerden ayıran ortak bir biz idraki yaratan anlatının temel yapı taşıdır.

Buzan’ın örgütleyici ideolojiler dediği kavram, devletin kimliğine ve varlığına bütünleşik olması (2015: 80-81) ve vatandaşları devletin otoritesine tabi olmaya ikna etmesi (2015: 83) bakımından biyografik anlatıya karşılık gelir. Bazı durumlarda örgütleyici ideolojilerin (anlatıların) yokluğu devletin varlığına yönelik ölümcül sonuçlar doğuracak boyutlara ulaşır. Demokrasi, insan hakları, serbest piyasa gibi kavramların anlatının örgütlenmesinde esas olduğu bir devlette, bu kavramların ortadan kalkmasının doğuracağı sonuçlar, kurucu anlatının da yok olmasına neden olacağından devletin varlığı da tehlikeye düşecektir. Benzer şekilde, otoriter ve merkezi bir devlet ekseninde yapılanmış bir süper güç olma anlayışının örgütleyici anlatıya karşılık geldiği bir devlette çoğulcu bir demokrasiye geçiş, anlatıyı parçalayabilecek ve anlatının sağladığı istikrar, düzen ve öngörülebilirlik ortadan kalkabilecektir. Bu da devletin kaotik bir noktaya savrulmasına neden olup, meşruluk-egemenlik tartışmalarının ve devletlerarası konumunun sorgulanmasının önünü açacaktır.

Güçlü bir devlet fikri-anlatısı güvenli bir devlet için gerekli bir bileşendir. Fakat anlatıyı temellendiren fikrin sadece kendi içinde tutarlı, istikrarlı ve hatta kurgusu itibariyle herkesi kapsayıcı olması yeterli değildir. Bunların yanında anlatının toplum tarafından genel kabul görmesi gerekir. Eğer bir anlatı-fikir, toplumun geneli tarafından benimsenmezse, devlet fikri-biyografik anlatısı olarak kabul edilmez (Buzan, 2015: 82).

Böyle bir durumda ilgili anlatı ya geniş kabul görmüş hegemonik anlatı tarafından daha gelişme imkanı bulamadan ortadan kaldırılır ya da -baskın bir anlatı olmaması durumunda- devlete dair anlatılan ve birbirleriyle yarışan anlatılardan biri olarak kalır.

Devletin biyografik anlatısı çok katmanlı bir şekilde birçok aktör ve unsurun katkısı ile oluşur. Siyasi liderler, elitler, eğitim kurumu, popüler kültür ve medya anlatının oluşması ve devam ettirilmesinde başat aktör ve unsurlardır (Subotic, 2016:

615). Fakat tek bir örgütleyici anlatıya ulaşılması, çoğunlukla devletin ve toplumun benliğine ilişkin birbirleriyle yarışan anlatıların mücadelesi neticesinde gerçekleşir.

İçeride siyasi güç mücadelesi veren ve her biri devletin ve toplumun geçirmiş olduğu tarihsel süreçlerin farklı yönlerinden hareketle değişen anlatılar ortaya koyan aktörlerden, farklılıkları ortaya koyma kapasitesi en güçlü olan (Kinnvall, 2004: 745) ve bunu toplumun çoğunluğuna kabul ettirebilenlerin anlatıları sürecin sonunda hegemonik hale gelebilir. Rakip anlatıların meydan okuyuculuğu ortadan kalktığında toplumun çoğunluğunu kendi etrafında bütünleştiren bir anlatı, devletin “sıradan retoriği” haline gelir (Subotic, 2016: 615).

Bu nedenle çeşitli anlatıların mücadelesi sonucu tek bir anlatı etrafında devletin retoriğinin belirlenmesi patika-bağımlı bir süreçtir (Neumann, 1999: 219). Üsteliksöz konusu patika-bağımlılık sadece egemen anlatının öne çıkması sürecinde değil, aynı zamanda o anlatının hegemonyasını devam ettirmesinde de kendini gösterir. Bir anlatının bir kere üstünlüğünü ilan etmesi yeterli olmaz. Devletin retoriğine hegemonik bir şekilde yerleşen anlatının varlığını devam ettirebilmesi için gücünü her an muhafaza etmesi gerekir. Aksi halde kendisine yönelik alternatiflerin yeniden ortaya çıkması muhtemeldir.

Yarışan anlatıların teke indirilmesi, devletin ontolojik güvenliğine ciddi bir katkı sunar (Rumelili, 2015). Zira çok sayıda anlatının varlığı, aynı sayıda farklı kimlik tanımlamasına neden olur. Toplumun geneline ve devlete yönelik çok sayıda kimlik sunumunun yapılması, o toplum ve devletin hangi kimlikten hangi çıkar ve eylemleri belirleyeceğini karmaşık hale getirir. Nihayetinde, birden fazla anlatının varlığı, çok sayıda kimliği; çok sayıda kimlik de birbiriyle çelişen çok çeşitli çıkarları ortaya çıkarır.

Bu durum devletin işlevselliğini zedeler. Her bir anlatı, devleti farklı istikametlere yöneltmek ister ve bu nedenle devletin eylem gücü felce uğrar. Bu yüzden ontolojik anlamda güvenli sayılabilecek bir devlette türü ne olursa olsun, toplumun çoğunluğunu kapsayan tek bir anlatının egemen olması beklenir. Böylece, ilgili devletin belirli ve

öngörülebilir bir istikamette yönünü tayin edip anlatının gerektirdiği çıkarların peşinden güçlü bir şekilde ilerlemesi mümkün olabilir.

Öte yandan, örgütleyici ideoloji şeklinde devlete yerleşen anlatılar, bazen diğer anlatılar tarafından “nüfuz altına alınabilir, saptırılabilir, yozlaştırılabilir, ve nihayetinde zayıflatılabilirler. Kendi destekleyici kurumları tarafından saldırıya uğrayabilir ve güç kullanılarak baskı altına alınabilirler” (Buzan, 2015: 82). Normal şartlarda gerçekleşmesi zor olan bu durum, Giddens’ın “olağanüstü durumlar” diye belirttiği savaş, büyük toplumsal bunalımlar, derin ekonomik krizler ve dış politikada ciddi pozisyon kayıpları gibi toplumun genelini etkileyen travma dönemlerinde oldukça muhtemel hale gelir. Travmalar, egemen anlatının işlevselliği ve faydalılığı konusunda bir tartışmayı gündeme getirme ve alternatif anlatıları ortaya çıkarma konusunda verimli birer zemin görevi görür. Bu nedenle travmalar sadece sarsıcı sonuçları olan olaylar değil, aynı zamanda devlet içinde özneler-arası olarak değişimin gerekliliğine dair açıklamaların motivasyon kaynağı olurlar (Subotic, 2016: 616). Siyasi aktörler, travmaların yarattığı değişim beklentisine, devletin politikalarına ve retoriğine yeni bir yön tayin ederek cevap verirler. Böylece anlatı, politika değişimine özneler-arası anlam katarak imkan sağlar (Subotic, 2016: 616).

Alternatif bir anlatı kabul görmeye başladığında mevcut egemen anlatı gücünü kaybetmeye ve bu anlatıya yaslanan siyasi elite ve toplumsal kurumlara inanç zayıflamaya başlar (Ringmar, 1996: 456). Bu durum, devlette bir dönüşüm sürecinin önünün açılmasına neden olur. Söz konusu dönüşüm süreçlerinde anlatılar arası retorik bir mücadele gerçekleşir. Eski hegemon anlatı üzerinden iktidarı elinde tutan siyasi elitler kendi anlatılarının gücünü ve devamlılığını sağlamaya çabalarken, yeni bir anlatı üzerinden iktidarı hedefleyen grup ise eski anlatının demodeliğini ve artık fayda sağlamazlığını öne sürerek kendi anlatılarının mevcut şartlara yönelik en iyi açıklamayı sunan çerçeveye sahip olduğunu ortaya koymaya çalışır (Ringmar, 1996: 456).

Bazı durumlarda anlatının değişmesi, zorunlu olarak iktidarı elinde tutan siyasi kadronun değişimini gerektirir. Bu durumda anlatıyı değiştirerek travmatik dönemi atlatma ve yeni bir istikrara kavuşturma görevini mevcut siyasal kadro yerine getirir.

Gerektiği durumlarda anlatının içinden anlatı inşa edilir ve yeni anlatı, eski hegemonik anlatının bazı parçalarıyla temas ettirilerek meşruluk sağlanmaya çalışılır. Eski anlatının bugün ve gelecek için faydalı görülmeyen kısımlarına olan vurgu azaltılır ya da tamamen iptal edilir (Subotic, 2016: 616).

Devletin anlatısındaki dönüşüm sürecinin uzaması, tek bir anlatı ve bunun sonucu olan hâkim bir devlet kimliğinin sağladığı rutinleşme, istikrar, bilinebilirlik ve öngörülebilirlikten mahrum kalan devletin ontolojik güvensizliğini derinleştirir. Bu nedenle devlet ve toplum, her ne kadar dönüşüm süreçlerinin kendilerine sunduğu yenilenme fırsatlarından yararlanmak isteseler de bu süreçlerin uzun vadeye yayılmasına katlanamazlar. Devlet, dönüşüm sürecini bir an evvel tamamlamak ve yeni tek bir anlatıyı ve onun gerektirdiği kimliği hakim kılarak yoluna devam etmek ister.

Gerek egemen bir anlatının oluşması ve varlığını devam ettirmesi gerekse de dönüşüm dönemlerinde alternatif yeni anlatıların meydana çıkması, biyografik anlatının söylemsel bilincin bir formu olması nedeniyle dil ve bellek ile doğrudan bir ilişkiyi gerektirir. Yukarıda bireyin biyografik anlatısında dil ve belleğin önemi ve konumu ifade edilmişti. Tıpkı birey gibi toplum ve devlet de eylemine ilişkin rasyonel gerekçelendirmeyi sözel olarak ortaya koyabilmelidir. İlgili eylemin niçin yapıldığı veya yapılacağı, devletin ortaya koyduğu sözel gerekçelerden elde edilebilir. Söylemsel bilinçten hareketle toplumun ve onu temsil eden devletin biyografik anlatısından üretilen gerekçelendirmeler, ilgili toplumun ve devletin bellek şemaları içerisinden tarihsel geri çağırmalarla elde edilir.

Schlesinger’ın ifadesiyle bireyde bellek neyse toplum için de tarih odur.

Belleğini kaybetmiş bir birey nasıl ki yönünü kaybetmişse ve nereden gelip nereye

gideceğine dair algı oluşturamıyorsa, geçmişi sistemli bir şekilde kavramsallaştırarak anlamlı bir hale getiremeyen devletler de bugünü ve geleceği inşa noktasında zayıf kalırlar. Bu noktada kolektif kimliğin tanımlanmasında bir araç olan tarih, geçmişin düzenlenmesinde de bir araç haline gelir (Schlesinger, 1992: 45-46). Dolayısıyla belleğin kefelerinin biriktiği tarih, kolektif biyografik anlatıyla belirli bir doğrultuda sınırları çizilmiş bir grup kimliği için önemli hale gelir (Steele, 2008: 58). Bu doğrultuda tarih ve onun içinde oluşan bellek, devlet için birbiriyle uyumlu bireylerden oluşan bir toplum hedefinde araç haline gelir. Fakat devlet ve onu idare eden siyasal iktidar için tarihin araçsallaşması, var olmayan bir tarihin yapay olarak üretilmesi anlamına gelmez. Diğer yandan, tarihin akışında devletin temas ettiği gerçeklik küresinin tamamı da bellek içinden bugüne olduğu gibi aktarılmaz. Başka bir ifadeyle devlet, ne olmayan bir geçmiş üretme ne de geçmişi olduğu gibi bugüne taşıma eğilimindedir. Devlet ve siyasal iktidar, bireyin yaptığına benzer şekilde, bugünü ve geleceği anlamlı ve tutarlı bir şekilde inşa edebilmek için bellekte biriken gerçekliğin bir kolunu bükerek seçici bir şekilde geçmişin birikimi içinden bugün ve gelecek için işlevsel olanları ön plana çıkartma eğilimindedir.

Bu boyutuyla ontolojik güvenliğin tarih anlamlandırmasının klasik yapısalcı veya ilerlemeci liberal görüşlerden ve post-yapısalcı yaklaşımlardan farklılığını Steele (2008: 55) isabetli bir şekilde ortaya koymaktadır. Liberal ilerlemeci veya yapısalcı görüşlerin aksine, ontolojik güvenlik açısından değişmez veya birikimsel ilerleyen bir tarih yoktur. Dolayısıyla devletin anlatısı ve kimliği de değişmez veya birikimsel olarak meydana gelen verili bir yapıda değildir. Siyasal iradenin faydacı bir şekilde geçmişten seçici şekilde aktardığı anımsamaların belirli bağlamlarda kurgulanmasıyla oluşan biyografik anlatı, şartlara göre yeniden düzenlenebilir. Öte yandan ontolojik güvenliğin tarih yaklaşımı, post-yapısalcılardakine benzer şekilde süreksiz ve sosyal kopmaları önceleyen bir anlayış da değildir. İktidarlar, çıkarları doğrultusunda gerçekliğin farklı