• Sonuç bulunamadı

Rus Özgünlüğüne Dayalı Anlatı: Medeniyetçiler

2.2. Rusya’nın “Kim”liği Sorunu: Rakip Anlatılar Arasında Kaybolan Ülke

2.2.2. Rus Özgünlüğüne Dayalı Anlatı: Medeniyetçiler

Devletçiler (Neumann, 2016: 1384), Muhafazakarlar (Hopf, 2005: 232), Avrasyacılar (Lo, 2002: 18), Devrimci Yayılmacılar (Zarakol, 2012: 268) ve Otoriterler (McNabb, 2016: 43) gibi çeşitli isimlerle de anılan Medeniyetçiler, Sovyetlerin yıkılmasını takip eden süreçte Batıcı siyasal ve toplumsal elitin karşısına en büyük rakip olarak çıkmıştı. Yeni Rusya’nın var olabilmesi, hayatta kalabilmesi ve daha da ötesi yeniden büyük bir güç olarak dünya sahnesindeki yerini alabilmesi konularında tüm ülkede var olan kaygıları paylaşan Medeniyetçiler, Rusya’nın tarihi, kimliği, ötekileri, dostları, dünya üzerindeki konumu, çıkarları gibi konularda ülkenin geçirmekte olduğu düşünümsel sorgulama ve gözetim süreçlerine aktif olarak katıldılar.

Bu bağlamda Medeniyetçilerin ortaya koyduğu biyografik anlatı, Batıcılarınki ile kökten çatışmaktaydı. Öncelikle, halihazırda var olan ve pek çok toplumca da paylaşılan bir medeniyet havzasına dâhil olabilme ekseninde bir anlatı üreten Batıcıların aksine Medeniyetçilerin sahip oldukları anlatının temeli, Rus özgünlüğüne (spetsifika) dayanmaktaydı. (Lo, 2002: 18). Bu nedenle de Batıcılar Batı’ya eklemlenme amacındayken, Medeniyetçilerin temel motivasyonu Batı-karşıtlığı idi (Bkz. Dugin, 2014: 28). Medeniyetçiler, Rusya’nın kendine özgü bir medeniyeti ve tarihi bir misyonu olduğuna ilişkin mitsel anlatılara yaslanıyorlardı (Zarakol, 2012: 268). Bu bağlamda Dugin’e (2014: 3) göre “Rusya ne Doğu, ne de Batı’dır, bağımsız ve özel bir üçüncü yöndür.”

Medeniyetçilere göre, Rusya’nın sahip olduğu özgünlük, Batı’dan sadece farklı olmayı değil, aynı zamanda üstün olmayı da beraberinde getiriyordu (White &

Feklyunina, 2014: 104). Avrupa’yı “aptal” ve “sahte” bir makine olarak gören Medeniyetçiler, ülkede var olan kaotik durumdan çıkış için otoriter bir yönetimi anlatının üretilmesi ve temsil edilmesinde öne çıkan kişiler arasında yer aldılar (Arbatov, 1993:

9-savunuyorlardı (Neumann, 2016: 1385). Zira Rusya, tarihi ve kültürü itibariyle Batı’dan üstündü ve onun yönetim modelini uygulayacak kadar alçalmamalıydı.

Medeniyetçiler genel olarak, Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) ve lideri Gennadiy Zuganov ile Liberal Demokrat Parti (LDP) ve lideri Vladimir Jirinovski etrafında toplandılar. Bu bağlamda Medeniyetçi anlatı bir bakıma komünist-milliyetçi ittifakı olarak tezahür etti. Bu nedenle komünist-komünist-milliyetçi ittifak, “Kızıl-Kahve” (Krasno-Koriçneviye) koalisyonu olarak anılıyordu. (Arbatov, 1993: 13).

RFKP ve LDP haricinde Rusya parlamentosu Yüksek Sovyet içinde çok sayıda siyasetçi ve parti de Medeniyetçi anlatıyı destekledi. Bu grup, parlamentoda “Rus Birliği” çatısı altında, sivil alanda ise “Milli Selamet Cephesi” (Front Natsionalnogo Spaseniya), “Rus Tüm-Ordu Birliği” (Ruskiy Abşe-Voinskiy Soyuz) ve “Bizimkiler” (Naşi) gibi çeşitli militarist ve şovenist platformlarda örgütlendiler (Arbatov, 1993: 13). Zuganov ve Jirinovski’ye ilaveten Sergey Baburin, Nikolay Pavlov, Mikhail Astafiyev (Anayasal Demokrasi Partisi), Sergey Terekhov, Viktor Aksiuçits (Hıristiyan Demokrasi Partisi), İliya Konstantinov, Viktor Anpilov, Aleksander Sterligov, Viktor Filatov, Albert Makaşov ve Viktor Alksnis gibi politikacılar da Medeniyetçiler arasında yer alıyorlardı (Arbatov, 1993: 13-14).

Batıcılar, Batı tarzı bireyselciliği ve ekonomik modeli savunurken Medeniyetçiler her ikisine karşı bir duruş sergilemekteydiler. Rusya’nın Batı ile Doğu arasında bir Avrasya medeniyeti olduğuna inanan bu grup için ülkenin büyük güç statüsünü elde etmesi ve koruması öncelikliydi. Bu nedenle de Rusya’yı Avrasya’da özgün ve büyük bir güç olarak gören Medeniyetçi söylemde Batıcılar, ABD adına Rusya içinde “Beşinci Kol” faaliyeti yürüten hainler olarak resmedilmekteydi (Hopf, 2005: 232-233). Rusya’nın siyasetini Batı’dan yardım elde edebilmek için belirlemesini utanç verici olarak gören Medeniyetçiler, Rusya’nın yeniden kendi tarihi geleneklerine

ve misyonuna yaslanarak bir imparatorluk olarak yükselmesini savunuyorlardı (Macit, 2010: 107).

SSCB’nin yıkılmasını büyük bir felaket olarak gören Medeniyetçilere göre Rusya’nın yeniden bir Avrasya imparatorluğu olarak ayağa kaldırılması gerekmekteydi.

Örneğin Dugin (2014: 9-10), “imparatorluğun toparlanmasını”, Rusya’nın jeopolitik ihtiyaçlarının en önde gelenleri arasında sayıyor ve ülkenin ancak bu sayede “bağımsız”

bir devlet olabileceğini savunuyordu. Bu nedenle, Avrasya’da yeniden güçlü bir imparatorluğun kurulmasına öncelik veren Medeniyetçiler içinde komünistler Sovyetler Birliği, milliyetçiler ise Çarlık benzeri bir imparatorluğun yeniden kurulabileceğini düşünüyorlardı (Dağı, 2002: 163).

Yayılmacı Medeniyetçiler için Rusya’nın hedefi, içinde Türkiye, Irak ve Afganistan’ın da bulunacağı, sıcak denizlere inecek bir imparatorluk kurmaktı. Zira Dugin’e (2014: 85) göre, imparatorluk olmadan Rus kimliği tarih sahnesinden silinme ihtimaliyle karşı karşıya kalacaktı. Komünistler ise Soğuk Savaş sonrası Rusya’nın ayakta kalabilmesi için Sovyetler Birliği benzeri, sosyalist temelde yeni bir imparatorluğu çare olarak görüyorlardı.

Aralarındaki farklılıklara rağmen Batı-karşıtlığı ve emperyal geçmişi sahiplenme ve onu yeniden diriltme ortak paydalarında buluşan Medeniyetçiler, devletin yapısı konusunda kadim Rus tarihinin en belirgin özelliklerinden birini, belleğin içinden çekip çıkartıyorlardı: Devletin güçlü bir şekilde kendisi hissettirmesi Rusya’da siyasetin bir geleneğiydi. O güne kadar devlet ya çar ya da parti, başka bir deyişle, merkezi otorite anlamına gelmekteydi (Onay, 2008: 254). Merkezi ve otoriter gelenekten kopuş, Medeniyetçiler için Rus devletinin ve toplumunun varoluşuna ilişkin en temel rutinin kırılması anlamına gelmekteydi. Devleti ve toplumu var eden böylesi bir rutinin kırılması, Rusya’nın geleceğini belirsiz ve dolayısıyla güvensiz kılacaktı.

Medeniyetçi biyografik anlatı, Rusya’yı tarihin akışı içinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bir imparatorluk olarak görmekteydi. Medeniyetçiler, Rus ulusal kimliğinin gerek devrim öncesi gerekse devrim sonrası süreçte emperyal bir çizgide geliştiğini, bu nedenle de ulus-üstü bir özelliğe sahip olduğunu düşünüyorlardı. Emperyal bir geçmiş ve kimliğe sahip olan Rusya’nın diğerleri gibi “normal” bir ulus-devlet olamayacağını savunuyorlardı (Lo, 2002: 21). Dolayısıyla bu kesim, Sovyet sonrası dönemde ulus-üstü bir yapılanmayla Sovyetler benzeri bir imparatorluğun yeniden canlandırılmasını istiyorlardı. Söz konusu fikri ön plana çıkartan Milli Selamet Cephesi’nin önde gelen filozoflarından Tsipko bu dönemde bir gazeteye verdiği demeçte, tarihte olduğu gibi Rusya’yı tüm üyelerinin eşit yer aldığı çok-uluslu bir yapıya kavuşturmak için bir araya geldiklerini ifade etti (Dağı, 2002: 126).

Ayrıca RFKP lideri Zuganov da imparatorluğu, Rusya için tarihi ve jeopolitik bir sonuç olarak değerlendiriyordu. Bu biyografik anlatı, doğal olarak Rusya’nın Sovyet geçmişini büyük zaferlerin elde edildiği bir imparatorluk dönemi olarak kabul ediyordu.

Bu nedenle de SSCB’nin dağılarak Rusya’nın alelade bir ulus-devlete dönüşmesini trajedi olarak değerlendiriyordu (White & Feklyunina, 2014: 105). Zira Medeniyetçiler, Sovyetlerin tarihin doğal akışı içinde bir siyasi başarısızlık neticesinde değil, bizatihi Batı’nın oyunları nedeniyle yıkıldığını, bu bağlamda Batı eksenli reform sürecini başlatan Batıcıların da bu yıkım sürecinde yerli işbirlikçiler olarak görev yaptıklarını düşünüyorlardı (Dağı, 2002: 161). Dolayısıyla imparatorluğu, Rus milli benliğini ve kimliğini oluşturan tarihsel bir hakikat olarak gören Medeniyetçiler, devletin biyografik anlatısına ait rutini bu eksende kuruyorlardı.

Medeniyetçiler, savundukları biyografik anlatıya tarihsel derinlik kazandırırken, Batıcıların aksine yakın geçmişi bir öteki olarak değil, şanlı geçmişe ait, övünülecek ve öykünülecek bir dönem olarak değerlendiriyorlardı. Medeniyetçiler için Rusya’nın varoluş sürecindeki temel ötekisi Batı idi. Dolayısıyla yeni Rusya için de bu rutin

devam ettirilmeliydi. Dahası, Medeniyetçiler için Batı kadar Rusya içindeki Batıcılar da bir öteki haline gelmişti. Bu bağlamda Medeniyetçiler ve Batıcılar, Rus tarihinde önemli bir yeri olan Slavseverler ile Batıcılar8 arasındaki tarihi rekabetin mirasçılarıydılar (Gill, 2013: 138).

Sovyet dönemini, Rusya’nın tarihinden söküp atılması gereken bir travma ve rutinden kopuş olarak gören reformcu Batıcıların aksine Medeniyetçiler, geçmişin askeri, siyasi ve teknolojik başarıları üzerinden ürettikleri söylemle toplumun belleğinde yer alan olumlu öğeleri öne çıkartıyorlar ve kitleleri bu şekilde motive ediyorlardı (Smith, 2002: 159). Özellikle, Batıcıların Stalin döneminde yaşanan olumsuz süreçleri bellekten seçip çıkartmalarına karşılık Medeniyetçiler, gerçeğin kolunu farklı bir açıdan bükerek Stalin’i güçlü bir Rus devletinin lideri, İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer komutanı ve halkın kendisini güvende ve mutlu hissettiği bir toplumun mimarı olarak göstermeye çalışıyorlardı (Gill, 2013: 156-157). Böylelikle otoriterlikle açlık, yoksulluk, baskı ve sürgünleri eşitlemeye çalışan Batıcı anlatının aksine Medeniyetçi anlatı, otoriter ama zaferler kazanan, istikrarlı ve öngörülebilir bir süper güç imajını öne çıkarıyordu.

Sovyet tarihine, özellikle Stalin dönemine bakıldığında, iki anlatının da tarihi gerçekliğe uygun olduğu görülmektedir. Fakat iki farklı anlatı tasavvuru, Rusya tarihinde biriken belleğin farklı kısımlarını ön plana çıkartarak kendi anlatılarına bir tutarlılık kazandırmaya çalışıyordu9. Batıcılar ve Medeniyetçiler arasındaki bellek

8 Rusya’nın büyük bir dönüşüm geçirdiği 19. yüzyılda da ülkenin konumuna ilişkin ciddi bir düşünümsel sorgulama yaşanmıştır. Felsefi ve siyasi düzlemlerde gerçekleşen bu tartışmalarda ön plana çıkan iki ana grup Slavseverler ve Batıcılar idi. Slavseverler Rusya’yı Batı’dan farklı özgün bir medeniyet olarak telakki ederken Batıcılar bir Avrupa devleti olarak görmekteydiler. Rusya’yı gerek 19. yüzyılda gerekse sonraki süreçte birçok açıdan etkileyen Slavseverler ve Batıcılar arasındaki tartışmanın detayları için bakınız (Walicki, 2009; Horujy & Michelson, 2010; Stein, 1976).

9 Batıcıların olumsuz, milliyetçilerin bir kısmıyla komünistlerin olumlu bir şekilde ele aldığı Stalin’e yönelik toplumsal algıda 1990’ların ortalarından itibaren müspet değişimler yaşanmaya başladı (Gill, 2013: 156-157). “Stalin Rusya’yı tahta pulluklu haliyle aldı, ama atom bombalı halde bıraktı”

(Aleksiyeviç, 2017: 293) şeklinde bir görüş toplumda giderek fazla taraftar topladı. 1998’de yapılan bir araştırmada Rusların %28’i Stalin’i bir zorba ve milyonlarca insanın katili olarak, %31’i Büyük Anavatan Savaşı’nın kahramanı olarak görmekteydi. 1999’da sırasıyla %29 ve %34 şeklinde

savaşı başka alanlarda da görülüyordu. Medeniyetçiler –özellikle de komünistler- üç renkli Rus bayrağının devletin sembolü olarak seçilmesine karşı çıkıyorlardı. Zira üç renkli Rus bayrağı, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlere karşı Almanların yanında savaşan General Andrei Vlasov’un askerleri birliklerince sembol olarak kullanılmıştı (Smith, 2002: 160). Dolayısıyla Batıcılara göre, Avrupa’ya doğru yönelmiş Çarlık Rusyası’ndan alınmış bir miras ve yeni Rusya’nın varoluşunun en önemli sembollerinden biri olan üç renkli bayrak, komünistlere göre Rusya’ya ihanetin bir sembolüydü.

Medeniyetçiler, Rusya’nın uluslararası sistemde, ötekiler içindeki konumunun ne olması gerektiği konusunda da Batıcıların karşısında yer alıyorlardı. RFKP ve LDP’nin önderlik ettiği ve bazı açılardan Rus Ortodoks Kilisesi’nin de destek verdiği, Rusya’nın Avrupa ve Batı’nın karşıtı ve alternatifi olduğuna ilişkin bir söylemsel bilince yaslanan Medeniyetçi anlatıya göre, Batı istikametinde bir yola girilmesi siyasi, ekonomik ve toplumsal anlamda çok zor şartları beraberinde getirecek ve hatta bu durum Rusya’yı felakete sürükleyecekti (White & Feklyunina, 2014: 103).

Batı’ya alternatif bir konumlanmaya ihtiyaç olduğunu düşünen Medeniyetçiler için Rusya’nın Avrupa ve Asya kıtalarında işgal ettiği özgün konum dikkate alınmalıydı. Bu bağlamda, dünyanın farklı dinamik merkezlerine temas eden ve bu nedenle her türlü mesele ile alakadar olması gereken Rusya’nın bölgeselden ziyade küresel bir vizyona sahip olması gerekiyordu. Medeniyetçilerin bu bakışı, çok-kutupluluk ve Rusya’nın “büyük güç” statüsü için merkezi bir konuma sahipti (Lo, 2002: 18). Rusya’nın, Batı’nın alternatifi bir imparatorluk olarak ayağa kaldırılarak büyük güç olacağını savunan Medeniyetçiler, imparatorluğa giden süreçte sert askeri yöntemlere başvurulmasını; Baltık ülkelerinde, Kırım’da, Moldova’da ve Gürcistan’da var olan ayrılıkçı hareketlere destek verilmesini savunuyorlardı. Dahası, Batı karşısında konusunda bile kolektif belleğin birbiriyle çatışacak boyutta bölünme yaşadığını göstermesi

çok-kutuplu bir dünyanın inşa edilmesi ve Rusya’nın bu dünya içinde süper güç olabilmesi için Irak, Libya, Küba ve Kuzey Kore gibi Batı-karşıtı rejimlerle ittifak halinde olunması gerekiyordu (Arbatov, 1993: 14).