• Sonuç bulunamadı

Dış Politikada Yarışan Anlatılar

2.4. Rusya’nın Dış Politikada Yetersiz Kalması ve Ontolojik Çöküş

2.4.1. Dış Politikada Yarışan Anlatılar

George H.W. Bush, Sovyetlerin tarih sahnesinden çekilmesinin hemen akabinde, 28 Ocak 1992’de, Amerikan halkına yönelik yapmış olduğu konuşmada “Hayatımda, hayatımızda, bu dünyada olan en büyük şey şudur: Tanrının izniyle Soğuk Savaşı Amerika kazandı.” dedi (Suslov, 2016: 2). Tarihin sonu teziyle uyumlu bir şekilde Batı’yı ve onun lideri ABD’yi muzaffer ilan eden bu yaklaşım, Rusya’yı bir kaybeden olarak işaretliyordu. 16 yüzyıldan itibaren dünya siyasetinin büyük güçlerinden biri olan, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki büyük süper güçten biri konumuna yükselen Rusya, SSCB’nin yıkılmasıyla “kaybeden bir büyük güç” konumuna düşmüştü (Caşın

& Derman, 2016: 151). Fakat Rusya’daki Batıcı siyasal elit kendilerini kaybetmiş hissetmiyordu. Batıcı dış politikanın en önemli temsilcisi olan Dışişleri Bakanı Kozirev’e göre ABD ve diğer Batılı demokrasiler, totaliter SSCB’nin düşmanı oldukları için demokratik yeni Rusya’nın doğal dostu ve nihai müttefikiydiler (1994: 59). Bu nedenle Kozirev’in nazarında Soğuk Savaş’ı Ruslar değil, komünist sistem kaybetmişti (1994: 62). Ayrıca totaliter SSCB, Kozirev’e göre, Rus milletinin entelektüel ve manevi gücünü “anlamsız silah yarışında” ve Çekoslovakya, Macaristan ve Afganistan’daki

“askeri maceralarda” boşa harcamıştı (1994: 62) Dahası, Kozirev’e göre totaliter

ülkeydi (Tsygankov, 2016: 61). Bu bağlamda tarihin geldiği nokta itibariyle Batı modelinin herhangi bir alternatifinin olmadığına inanan Yeltsin-Kozirev ekibi için Sovyetlerin reform yoluyla düzeltilmesi zaten mümkün değildi. Dolayısıyla Batı modelinin uygulamaya geçirilmesi kaçınılmaz olarak değerlendirildi. Soğuk Savaş’ın

“barışçıl” bir şekilde sona ermesiyle uluslararası ortamda Rusya için herhangi bir güvenlik tehdidinin kalmadığı düşünüldü (Tsygankov, 2016: 60-61).

Güçlü bir Rusya yaratmak için öncelikli olarak dış dünya ile çatışmacı bir ilişkiyi gerektiren dış politika yaklaşımlarından uzak durulması gerektiğini savunan Batıcılar, Rusya’yı tarihsel anlamda özel misyonu olan bir ülke olarak değil, uluslararası sistem içinde normal bir ülke olarak tahayyül ediyorlardı. Bu nedenle Batıcılar, Sovyet deneyiminin aksine Batı ile çatışmadan uzak, barışçıl bir ilişki geliştirmek istiyorlardı (Dağı, 2002: 148). Rusya için en büyük güvenlik tehdidini Batı ile girişilen çatışmacı mücadele olarak görüyorlardı (Caşın & Derman, 2016: 75). Bu bağlamda, Batı ile gerçekleştirilecek bir işbirliğinin Rusya’nın güvenlik kaygılarına çare olacağını savundular. Dolayısıyla Batıcı ekip, Rusya’nın tehdit algılamasındaki rutini kökten kıran bir yaklaşım ortaya koydu.

Batı’yı bir tehdit ve öteki olmaktan çıkartan Yeltsin liderliğindeki Batıcı yönetim için dış politikadaki yeni öteki, eski Sovyet coğrafyasıydı. Yeltsin yönetimi, eski Sovyet cumhuriyetlerini Rusya’nın üzerinde bir yük (girya) olarak görüyordu ve onlarla ilişkileri düşük düzeyde tutmak istiyordu (Tsygankov, 2014: 89). Dahası Yeltsin-Kozirev ekibine göre, dünyanın geçirmekte olduğu ve kendilerinin de dahil olmak istediği demokratik dönüşüm sürecinde Rusya açısından en büyük tehdit, eski Sovyet ülkeleri başta olmak üzere anti-demokratik ülkelerle çevrili olmaktı (Tsygankov, 2016: 61).

Batıcı yöneticiler, SSCB döneminde Batı’dan izole olmanın getirdiği sorunların yanında, Birliğin diğer üyelerinin de sorunlarının Rusya’nın sırtına yüklendiğine

inanıyorlardı. Buna göre Rusya, SSCB içinde bir tür “iç koloni” haline gelmişti. Bu soruna çözüm için, eski Sovyet cumhuriyetleriyle her türlü ilişkinin olabildiğince kesilmesi gerekmekteydi (Tsygankov, 2016: 63). Bu doğrultuda BDT, eski Sovyet ülkeleri arasında yeni dönemde bütünleşmeyi sağlayan bir mekanizmadan ziyade, diğerlerinin Rusya’dan ayrılmalarını sağlayacak bir sürecin aracı olarak görüldü (Tsygankov, 2016: 64). Eski SSCB ülkelerine ilaveten, Rusya’ya dışarıdan gelebilecek tehdidin Batı’dan değil, genel olarak Doğu’dan kaynaklanacağı düşünüldü.

İstikrarsızlaşan Merkezi Asya ve Afganistan ile Çin’den gelecek tehditler Rusya için güvenlik sorunu olarak algılandı ve bu tehditlerin Batı ile ittifak halinde bertaraf edilebileceği savunuldu (Dağı, 2002: 153).

Kendi yakın geçmişinin dış politikasını hem normatif hem de pratik düzeyde ötekileştiren Batıcı yönetim açısından Batı, yeni dönemin esas istikameti haline geldi.

Batıcı anlatının parametreleri, Rusya’nın geçmişte ait olduğu coğrafyayı ve rutinleştirdiği dış politikayı, yeni dönem için tehdit sayılacak bir kaygı unsuru olarak gördüğü için düşünümsel sorgulama neticesinde Batı ekseninde bir dış politika rutini oluşturarak bu kaygıları aşma niyetindeydi. Yeltsin, “ABD’nin 200 yıllık demokrasi tecrübesini göz ardı edemeyiz” (Caşın & Derman, 2016: 139) diyerek, yeni dönemde Rusya’nın dış politika rutinlerini nerede oluşturmaya çalışacağını açıkça işaret ediyordu.

Gorbaçov’un konuşma metinlerini de yazan Aleksey Pushkov, “Kuzey’e katılmak bizim için yaşamsal öneme sahiptir, bunun da anahtarı Pekin ya da Trablus’ta değil, Washington’dadır” dedi (Dağı, 2002: 151). Bu bağlamda Yeltsin ve Kozirev için hedef, Batı ile bütünleşmenin de ötesinde bizatihi Batı’nın kendisi olmaktı (Tsygankov, 2016:

64).

Kozirev’e göre Rusya’daki siyasal sisteme ait değerler, bireyin topluma, piyasanın da devlete öncelendiği Batı’ya ait değerlerle değiştirilmeliydi. Bu doğrultuda, Batı ile “doğal ortaklık” süreci neticesinde Rusya’nın Fransa, Almanya ve ABD gibi

dünyanın önde gelen ülkelerinden biri haline geleceği düşünülüyordu (Tsygankov, 2016: 62). Kozirev (1994: 61), Rus toplumunun “güçlü, bağımsız ve müreffeh” bir ülke istediğini, bu amaca ulaşmanın tek yolunun Batı ile eşit ve karşılıklı çıkara dayalı bir ortaklığın oluşmasından ve Rusya’nın güçlü bir devlet olarak tanınmasından geçtiğini belirtti. Dolayısıyla normal görünmeyi Batılı olmakla eşdeğer gören Batıcı yönetim, Rusya’nın bu durumunun Batı tarafından kabul edilmesine önem veriyordu. Zira ontolojik güvenlik açısından merkezi öneme sahip olan kimliğin özneler-arası inşası süreci bunu gerekli kılmaktaydı.

Rusya, Batı tarafından Batılı ve güçlü bir ülke olarak kabul edildiği ölçüde yeni kimliğinin gücünü hissedecekti. Bu durumu Batı’ya seslendiği makalesinde açıkça dile getiren Kozirev (1994), Rusya’nın karşısında reformlara devam etmek ya da aşırılığın pençesine düşmek şeklinde iki seçenek olduğunu ifade etti. Kozirev (1994: 62) bu süreçte, Batı’nın Rusya’yı özgür ve demokratik dünyanın bir parçası olarak mı, yoksa Avrupa ve Asya’nın “hasta adamı” olarak mı görmek istediğini sordu. Batıcı dış politikanın her türlü bedensel eylemi bu doğrultuda tasarlandı.

Batı tarafından kabul edilmenin en önemli göstergelerinden biri, Batılı örgütlere katılmak olacaktı. Bu bağlamda Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması (GATT), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgüt (OECD), Avrupa Birliği (AB), NATO, G-7, Uluslararası Para Fonu (IMF), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Avrupa Konseyi gibi platformlarda geniş çaplı bir statü elde edilmesine önem veriliyordu (Lo, 2002: 45; Tsygankov, 2016: 63; Hopf, 2005: 234). Hatta Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 1992’de yayınladığı bir raporda Rusya’nın dünya ekonomisinin kenarından merkeze doğru ilerleyebilmesi için G-7’ye katılımın gerekliliğinin altını çizerken, Avrupa’ya dahil olabilmek için de BDT’nin bırakılması gerektiğini öne sürdü (Tsygankov, 2016: 82). Dahası, Yeltsin-Kozirev ekibi Sovyet sonrası dönemde, eski Sovyet coğrafyasını da kapsayacak şekilde

Avrupa-Atlantik bölgesinde etnik çatışmaların çözümü, istikrar ve güvenliğin sağlanması noktalarında AGİT’i devreye sokmak istediler (Bakshi, 2000: 1268-1269; Kozirev, 1994: 65). Bu bağlamda Kozirev, Alman mevkidaşı Heinrich Genscher ile Ocak 1992’de yapmış olduğu bir görüşmede “Vancouver’dan Vladivostok’a tek bir güvenlik bölgesi” oluşturulmasını dile getirdi ve ayrıca Yeltsin, Rusya’nın güvenlik sorunlarını da çözecek bir “pan-Avrupa güvenlik sistemi” öne sürdü (Bakshi, 2000: 1269).

Batılı ve normal bir ülke olabilmek için Batılı örgütlere girme çabasına ilaveten ve en az onun kadar önemli olan bir başka konu da ABD tarafından kabul edilmekti.

ABD’nin Rusya’yı muhatap alması ve ona değer vermesi, bir bakıma Rusya’nın Batı çizgisindeki varlığını kabul etmek ve ona meşruiyet kazandırmak anlamına gelmekteydi (d’Encausse, 2013: 20). Uluslararası sistemin tek başat gücü haline gelen ABD’nin Yeltsin liderliğindeki Rusya’yı muhatap alması ve bir ortak olarak kabul etmesi, Batıcı çizgide varoluş süreci yürüten Rusya’nın söz konusu bu varlığının özneler-arası olarak tanzim ve tahkim edilmesi anlamına gelecekti.

Öte yandan, Batıcı dış politika anlayışına gerek Medeniyetçi gerekse Devletçi kesim tarafından farklı boyutlarda karşı çıkılıyordu. Rusya’nın kimliği üzerine farklı yaklaşımlar ortaya koyan bu üç kesimin, devletin uluslararası sistem içindeki eylemlerinin yönü konusunda da farklılaşmaları kaçınılmazdı. Batıcıların, tam tekmil Batı ekseninde bir dış politika yürütme motivasyonuna, hem Medeniyetçiler hem de Devletçiler itiraz ettiler. Batı-karşıtı kesimlere göre Batı, yüzyıllardır Rusya’yı çökertmek için mücadele ediyordu (Macit, 2010: 106). Bu nedenle Batı’ya şartsız ve ölçüsüz eklemlenme, Rusya açısından hatalı bir tercih olacaktı.

Eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya’dan “yapay” bir şekilde kopartıldığını savunan komünistler (Hopf, 2005: 234), komünist fikirlerle milliyetçi hissiyatı birleştiren bir yaklaşım ortaya koyuyor ve Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” doktrininden hareketle Rusya’nın Sovyet coğrafyasında askeri ve ekonomik olarak var olmasını

savunuyorlardı (Tsygankov, 2016: 66). Medeniyetçi kanadın içindeki diğer grup olan milliyetçiler ise Sovyet coğrafyasını da aşacak şekilde Rusya’nın emperyal bir yayılma yolunu tercih etmesini gerekli görüyorlardı. Kozirev’in Batıcı dış politika anlayışını şiddetle eleştiren Medeniyetçilerin her iki kanadına göre, Rusya’nın çıkarları öncelikli olarak Batı karşısında yer almayı gerektirmekteydi. Batı’nın liberal sistemi, bu gruba göre, ABD’nin tek kutuplu dünya çabasının bir aracından başka bir şey değildi (Tsygankov, 2016: 66). Bu bağlamda Medeniyetçi dış politika anlayışı, Batıcılarınkinin aksine, Batı’yı Rusya’nın temel ve tarihsel ötekisi olarak konumlandırıyordu. Böylece Medeniyetçiler, Rusya’nın yeni dönemdeki varoluş sürecinde Batı’yı bir tehdit ve kaygı kaynağı olarak görüyor ve bu kaygıların aşılabilmesi için eski rutinlere dönülmesini gerekli buluyordu.

Devletçiler ise her ne kadar verili olarak Batı karşıtı olmasalar da Rusya’nın dış politikadaki çıkarlarının öncelikli olarak Batı’da değil, eski Sovyet coğrafyasında aranması gerektiğini düşünüyorlardı. Devletçiler, BDT’ye ilaveten, Batı-dışı dünya ile geliştirilecek ilişkinin ABD’nin hegemonyasını kıracağını ve küresel dengeyi sağlayacağını savunuyorlardı. 1992-1994 yılları arasında Primakov’un başkanlığı döneminde Dış İstihbarat Servisi, eski Sovyet bölgesini bir dış politika önceliği olarak ön plana çıkarttı (Tsygankov, 2016: 69-70). Benzer şekilde BDT coğrafyasında Rusya’nın etki sahibi olmasını “doğal hak” olarak gören Devletçi yaklaşımın önde gelen isimlerinden olan Yüksek Sovyet’in Uluslararası Meseleler Komitesi Başkanı Yevgeni Ambartsumov, 1992 yılında Rus dış politikası üzerine yayınladığı bir raporda, SSCB’nin yasal mirasçısı olarak Rusya’nın yaşamsal çıkarlarının eski Sovyet coğrafyasında aranması gerektiğini vurguladı (Lo, 2002: 49).

Primakov ve destekçileri, uluslararası politikayı güç mücadelesi ve dengesi üzerinden açıklama eğilimindeydiler. Bu bağlamda Devletçi anlatı, Rus tarihinin kadim

nosyonlarından biri olan Derjava22 anlayışının yeni Rusya’daki sözcüleri ve temsilcileri konumundaydılar. Buradan hareketle Rusya’daki Devletçi kesim, Batı’ya esastan karşı olmamakla birlikte, Rusya’nın kendi bölgesinde etkili tek aktör olmasını ve bu konumunu güçlendirmesini istiyorlardı (Tsygankov, 2016: 99). Devletçi elitin birçoğuna göre Avrasya, Rusya’nın çok-etnili yapısını yansıtması bakımından sembolik bir öneme sahipti. Devletçiler, Batı yanlısı tek taraflı dış politika yerine, Çin, Hindistan ve İslam dünyasını da içine alacak çok yönlü bir dış politikayı savundular. Bu doğrultuda Devletçiler Rusya’yı, Batı ile Batı-dışı medeniyetlerin her birine temas edebilen bir köprü olarak tahayyül ettiler (Tsygankov, 2016: 99). Batı-dışı dünya ile girişilecek yakın bir ilişki, Devletçilere göre, ABD’yi küresel boyutta dengeleyecek ve bu da Rusya’nın ekonomik çıkarlarının zarar görmesini ve vatandaşlarının aşağılanmasını engelleyecekti (Prizel, 1998: 252). Buradan da anlaşılacağı üzere, Devletçileri dış politikada en fazla kaygılandıran şey, Rusya’nın tek kutuplu dünya içerisinde kalmış olmasıdır. ABD liderliğindeki tek kutuplu dünyayı Rusya’nın varlığına bir tehdit olarak gören ve bu durumdan kaygı duyan Devletçiler, Batı ile iyi ilişkilerin yanı sıra başta BDT bölgesi olmak üzere Batı-dışı dünya üzerinden yeni dış politika rutinleri oluşturma isteğindeydi.

BDT coğrafyasına yönelik ilgi çok boyutluydu. Öncelikle Tansdinyester, Yukarı Karabağ, Güney Osetya, Abhazya ve Tacikistan’daki çatışma ve gerginlikler ile Merkezi Asya’daki artan dini radikalizm Rusya için bir güvenlik tehdidi oluşturuyordu (Lo, 2002: 49). Dahası, bölge ülkeleri arasındaki ekonomik faaliyetlerin sürekliliği ve güvenliği sağlanmalıydı. Ayrıca Sovyetlerin dağılmasının ardından yirmi beş milyona yakın Rus kökenli insan eski Sovyet ülkelerinin topraklarında kalmıştı. Söz konusu Rus diasporasının hakları ve güvenliği meseleleri de Rusya içindeki BDT taraftarı anlatıyı motive edici güçlerden birinin temelini oluşturmaktaydı. BDT coğrafyasına önem

22 Derjava kavramının Türkçe’de tam karşılığı olmasa da güçlü devlete karşılık geldiği söylenebilir.

verilmesi gerektiğini savunanları bu yönde teşvik eden en önemli etkenlerden bir diğeri de bölgenin elden gideceği kaygısıydı. Rusya’nın bölgede etkin olmaması neticesinde İran ve Türkiye gibi bölgesel ülkelerle, ABD ve NATO gibi küresel güçlerin fırsattan istifade ederek bu coğrafyaya kalıcı olarak yerleşebileceği kaygısı, Devletçi ve Medeniyetçi elitleri etkiledi (Lo, 2002: 52).