• Sonuç bulunamadı

2.3. Rusya’da “Beden”in Ehliyetini Kaybetmesi

2.3.1. Ekonominin Çöküşü

kurumlarını, Batılı tarzda dönüştürmeyi ilk hedef olarak belirlemişlerdi. Bu doğrultuda Yeltsin Yönetimi işe ekonomik sistemi dönüştürmekle başladı. Merkezi planlamaya dayalı bir sisteme sahip olan Sovyet yapısı yerle bir edilirken yerine Batı’nın serbest piyasa ekonomisi yerleştirilecekti. Bir başka deyişle, Marskizm-Leninizm yerine Friedmanizm konulmaya çalışılacaktı (Desai, 2005: 95).

Medeniyetçilerin kökten karşı olduğu, Devletçilerin de kademeli olarak ve devlet kontrolünde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşündüğü bu dönüşüm, Başkan Yeltsin, Başbakan Gaydar ve diğer Batıcı yöneticiler tarafından çok hızlı bir şekilde tamamlanması gerekli bir süreç olarak görüldü. Yeltsin ve ekibi, Sovyet sonrası Rusya’nın ne/kim olduğunu herkese gösterebilmek için bir an evvel eyleme geçilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Yeltsin, Avrupa ile olabildiğince hızlı ve derin bir bütünleşmeyi hayata geçirmek istiyordu (Neumann, 1996: 158). Rusya bir kimlikten başka bir kimliğe geçerken büyük bir uçurumu aşmak zorundaydı. Bu nedenle de Batıcı yöneticiler “bir uçurumu iki atlamayla geçemezsiniz” düşüncesinden hareketle “Şok Terapi” adı verilen süreci başlattılar (Kotz & Weir, 2012: 244).

Şok Terapi12, Uluslararası Kalkınma Harvard Enstitüsü uzmanlarınca, Sovyet sonrası süreçteki dönüşüm için hazırlandı (Tellal, 2010: 198). Şok terapi süreci üç ana eksende ilerledi: Fiyatların serbest bırakılmasıyla liberalleşmenin sağlanması, sıkı para politikasıyla iktisadi istikrarın elde edilmesi ve devlet mülklerinin özelleştirilmesi (Kotz

& Weir, 2012: 243). Bu doğrultuda, Yeltsin Yönetimi 2 Ocak 1992’de ülke genelinde fiyatları %90 oranında serbest bıraktı. Fiyatların serbest bırakılmasıyla enflasyon astronomik düzeyde artış göstermeye başladı. Birkaç ay içerisinde perakende satış fiyatları %350, üretici fiyatları da %500 oranında arttı. (Kotz & Weir, 2012: 254). Yılın sonunda Rusya’da enflasyon %2500’ü bulmuştu (Desai, 2005: 98). Bu oran, 1993’te

12 Şok terapi kavramı ve uygulama biçimi, Harvard’da görev yapan Profesör Jeffrey Sachs tarafından 1980’lerin sonunda Bolivya ve Polonya’daki ekonomik kriz ve dönüşümler sürecinde geliştirilmişti.

Sachs’ın geliştirdiği yöntemin özellikle Polonya’da sosyalist sistemden kapitalist sisteme geçişte başarılı olması şok terapiyi Yeltsin ve ekibi için de cazip kılmaktaydı (Kotz & Weir, 2012: 250).

%2000’ler civarında seyretti. (Primakov, 2010: 116) 1995 sonu itibariyle fiyatlar 1991 başına kıyasla 4363 kat artmıştı (Gerber & Hout, 1998: 21).

Ekonomideki bu büyük dalgalanma, şok terapinin en büyük savunucularından olan Başbakan Yegor Gaydar’ın koltuğunu kaybetmesine neden oldu. Aralık 1992’de Gaydar yerine Viktor Çernomırdin başbakanlığı üstlendi, fakat şok terapi hızından hiç bir şey kaybetmeden uygulanmaya devam etti. Kontrolden çıkan serbest fiyat uygulamasının yanında devlet mülklerinin özelleştirilmeleri de süratli bir şekilde devam etti. Batılı tarzda normal bir devlet olabilmek için özel mülkiyeti yaratmak zorunda olduklarını belirten Yeltsin Yönetimi (Yeltsin, 2001: 94), devlet işletmelerini hızla özelleştirmeye başladı. 1994’ün sonuna gelindiğinde devlete ait sanayi kuruluşlarının

%75’i özelleştirilmişti (Tellal, 2001: 291; 2010: 198).

Söz konusu özelleştirme süreci, Batılı gelişmiş ülkelerde gerçekleştirilenlerden çok daha farklı bir şekilde işletildi. Görünüşte serbest piyasa mantığına uygun olan süreç, esasında sadece bir grup azınlığın menfaatlerine uygun olacak şekilde yürütüldü.

Devlet, özelleştirme sürecine bütün vatandaşların katılabilmesi için herkese 10,000 ruble (175 dolar) değerinde kuponlar dağıttı (Kagarlitsky, 1996: 87). Artan fiyatlar ve hayat pahalılığı karşısında ayakta kalmaya çalışan halkın büyük çoğunluğu bu kuponları başkalarına satmak zorunda kalınca daha sonra oligark olarak anılacak küçük bir grup, devletin ekonomik kaynaklarını ellerine geçirdi.

Özelleştirme sürecindeki bu dengesiz ve adaletsiz durumu Yeltsin, “mülkiyeti bölüştürürken, herkesi memnun edemezsiniz” yaklaşımıyla açıklarken (2001: 95), özelleştirme işinin başındaki Bakan Çubais de “bırak çalsınlar ve mülkiyetlerine geçirsinler, sonra bu mülklerin saygın yöneticileri haline gelecekler” şeklinde savunuyordu (Kotz & Weir, 2012: 331). Rus ekonomisindeki bu oligarşik dönüşüm,

“ilkel sermaye birikimi” olarak yorumlanıyordu (Tellal, 2001: 290). İlk yıllardaki

özelleştirme sürecine ilave olarak, sermayeye sahip Komsomol13’dan gelme genç girişimci bankerler “hisse karşılığı kredi”14 (sudı pod aktsii) uygulamasını fırsat bilerek, 1995-1996 döneminde devlete ait çok sayıda işletmede de pay sahibi oldular (McFaul, 1998: 18-19).

Devletin karlı işletmelerinin bir grup oligark tarafından yağmalanma15 sürecinin bir başka boyutunu Primakov şu şekilde açıklıyordu: Maliye Bakanlığı elindeki kaynakları çok düşük faizlerle belirli kişilerin elinde bulunan bankalara yatırmakta ve bu bankalar da bu kaynakları Hazine Bonosu ve yüksek likiditeye sahip kamu işletmelerini ucuz fiyattan satın almak için kullanmaktaydılar. Yüksek miktarda nakit para Batı’daki bankalara aktarılmakta ve bu sürece dahil olan “boğazına kadar yolsuzluğa batmış devlet memurları” da kendilerine düşen payı almaktaydılar (2008:

294). Dahası, devletin elindeki varlıklar, 1997 sonu itibariyle gerçek değerlerinin

%0.5’inden bile daha aşağıda bir fiyattan özelleştirilmiş (Kotz & Weir, 2012: 341), dolayısıyla 1992-1998 arasında özelleştirmelerden bütçeye giren para, gayri safi yurt içi hasılanın (GSYİH) ancak %1’ine karşılık gelmişti (Primakov, 2008: 302).

Şok terapi sürecinde yaşanan ve sadece bir grup insana hizmet eden hızlı dönüşüm, Rusya’nın ekonomik altyapısını çökme noktasına getirdi. 1996’ya kadar GSYİH %42, sanayi üretimi de %46 oranında düştü (Kotz & Weir, 2012: 263). Aynı dönemde, tarımsal üretim de yaklaşık üçte bir oranında azaldı. En vahim durum sanayi yatırımlarında ortaya çıktı. 1990-1994 döneminde sanayi yatırımları %75 küçülünce Rus sanayisinin geleceğini tehdit eden bir çöküş yaşandı (Kotz & Weir, 2012: 265).

13 Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin gençlik örgütlenmesi. Genç Komünistler Birliği’nin kısaltılmış hali olan Komsomol, Sovyetler Birliği içindeki en büyük gençlik örgütlenmesiydi.

14 Hisse karşılığı kredi uygulaması, yaşanan ekonomik sarsıntılar nedeniyle halk nezdinde kaybettiği popülaritesini yeniden yükseltmek ve 1996 yılında yapılacak olan seçimlere medya ve finans desteği sağlamak amacıyla Yeltsin tarafından 1995-1996 yıllarında uygulamaya konulmuştur. Bu plana göre bankerler, devlete kredi verecekler ve karşılığında devletin elinde bulunan işletmelerden hisse elde edeceklerdi. Bu plan kapsamında bir grup oligark devlet şirketlerini ellerine geçirirken karşılığında da Yeltsin’e medya ve finans desteğinde bulunmuşlardır (Andrei Shleifer & Daniel Treisman, 2005:

153).

15 Rusya’da devletin kaynaklarının ve mülklerinin yağmalanması öyle boyutlara gelmişti ki, o dönemde Rusya’da gazetecilik yapan Başlamış ve Deprem (2018: 25)’e göre, “… o günlerde nükleer silah ve

Reformların neden olduğu ekonomik bunalım özellikle Yeltsin’in ikinci başkanlık döneminde daha da kötü bir seyir izlendi. Yeltsin, 1997’nin sonlarına doğru yapılan bir hükümet toplantısında, yaşanan ekonomik krizin uluslararası mali krizden etkilendiğini ama esas sebebin “Rus bütçesinin içler acısı durumu” olduğunu belirtti (2001: 155). Rusya’nın bedeninin yaşadığı travmaya yönelik düşünümsel sorgulamayı en üst mevkideki kişi olarak yapan Yeltsin’e göre mali piyasalardaki içler acısı duruma ilaveten Rusya’yı zorlayan diğer bir “iğrenç durum” da vergi toplayamamaktı. 1998 Ocak ayında federal bütçede belirtilenin ancak yarısına tekabül eden altı milyar ruble vergi toplanabilmişti (2001: 155). Dolayısıyla, normal bir devletin en asli eylemlerinden biri olan vergi toplama işi dahi 1990’lar Rusyası’ndaki devlet tarafından gerçekleştirilemez hale gelmiştir.

Şok terapi ile başlayan reform süreci sonucunda Rus devletinin bedeninin ekonomik alanda tam manasıyla çökmesi ise 1998 yazında gerçekleşti. 23 Mart 1998’de Yeltsin, ekonomideki kötü gidişatı ve reformların heyecanını kaybettiğini gerekçe göstererek Çernomirdin’i görevden aldı. Başbakan olarak genç ama bankacılık ve sanayi sektörü gibi serbest piyasa yapıları konusunda pratik tecrübeleri olan reform yanlısı 35 yaşındaki Sergey Kriyenko atandı (Bakshi, 1998: 576-577). Fakat, Kriyenko Hükümeti de ekonomideki kötü gidişatla baş edemeyince 17 Ağustos 1998’de rubleyi devalüe etti, hazine bonosu borçlarını ve dış borçları ödeyemeyeceğini açıklayarak doksan günlük moratoryum ilan etti. Rublenin değeri kısa süre içerisinde üçte bir oranına düştü (Aslund & Dmitriev, 1999: 91).

17 Ağustos krizi, Rusya’nın ekonomik çöküşünün en belirgin göstergesi oldu.

Rusya, vasat bir devletin bile gerçekleştirebildiği en rutin bedensel eylemleri gerçekleştiremez hale geldi. Krizle birlikte devlet maaş ödemelerini yapamaz duruma geldi. Yalnız yaşayan çok sayıda emekli açlıkla karşı karşıya kaldı. Televizyonlarda çocuklarını nasıl besleyeceklerini bilmeyen subay eşlerinin isyan görüntüleri sıklıkla

yayınlanıyordu. Bu durum toplumsal bir kaos yaratmıştı (Primakov, 2008: 307). Krizle birlikte ortalama gelir büyük oranda erimiş ve 162 dolardan 46 dolara gerilemişti (Caşın

& Derman, 2016: 145). 17 Ağustos krizi, Rusya’nın 1990’dan itibaren sekiz yıl boyunca yaşadığı ekonomik depresyonun son halkasıydı. Sekiz yıllık çöküşün ardından Rusya’nın GSYİH’si yarı yarıya azalmıştı (Cooper, 1996: 318).

Kriz esnasında Başbakan Kriyenko “elimden geleni yapıyorum, fakat durumu kontrol altına alamıyorum” dedi (Yeltsin, 2001: 161). Her yere ulaşan ve herkesi kapsayan kriz o denli büyüktü ki Yeltsin’in düşünümsel gözetiminden çıkan sonuca göre, “ülkeyi izlemek korkunçtu” ve “milyonlarca Rus, yaşamlarında ilk kez bu yeni gerçeklikle yüz yüzeydi.” (2001: 161). Rusya’nın bedeninin bir bölümünün çöküşünü düşünümsel olarak gözlemleyen bu itiraf, daha önce tecrübe edilmeyen bir durum yaşandığından tarihsel rutinlerden büyük bir kopuşu gözler önüne seriyordu.

17 Ağustos 1998 krizinden sonra ülkede tıbbi malzeme ve ilaç başta olmak üzere temel ihtiyaç mallarının temin edilmesinde büyük sorunlar ortaya çıkmıştı. Daha da önemlisi gerek iç gerek dış kamuoyunda Rus ekonomisine güven kaybolmuştu. Rus vatandaşları artık piyasa ekonomisine geçilmesi konusuna şüpheyle yaklaşıyorlardı (Primakov, 2008: 292). Yeltsin, 17 Ağustos’ta hükümetin aldığı iç borçları ödememe kararını büyük bir tarihi hata olarak gördü. “iktisat tarihçileri, Rus hükümetinin … kararının bir benzeri bulamazlar” (2001: 160) diyen Yeltsin’in dolaylı olarak itiraf ettiği şey, Rusya’nın artık normal bir devlet olarak hareket etme kabiliyetini kaybettiğiydi.

Yeltsin, krizi, “adeta bir nükleer enerji santralinde bir kaza olmuş gibiydi”

şeklinde tasvir etmektedir (2001: 156). Bu döneme damga vuran en önemli olaylardan biri de büyük madenci grevleriydi. Aylardır maaşlarını alamayan madencilerin başlattığı grevler ve eylemler kısa sürede ülke geneline yayıldı. Madenciler, demir yolu hatlarını kapattılar ve ülkede şehirlerarası mal ulaşımı neredeyse durma noktasına geldi. 1990’da meydanlarda, “Gorbaçov çöpe! Başkan Yeltsin!” sloganlarıyla iktidarın ve hatta rejimin

değişmesinde büyük etkisi olan madenciler artık “Kahrolsun hükümet! Yeltsin çöplüğe!” sloganları atıyorlardı (Yeltsin, 2001: 156).

Madenci krizini çözmeye çalışan hükümetin sosyal konulardan sorumlu Başbakan Yardımcısı Oleg Sysuyev’in birçok bölgede madencilerle yaptığı görüşmeler sonucunda anlaşmalar imzalandı. İmzalanan metinlerden birinde hükümetin Yeltsin’i görevden aldığını belirten bir madde olmasına rağmen hükümet yetkilileri bunun dahi farkına varamamışlardı. Hukuki anlamda bağlayıcı olmasa da bu madde, Yeltsin’in ifadesiyle, “hükümetin… aciz durumda olduğunun açık bir kanıtı olarak durmaktaydı”

(Yeltsin, 2001: 158).

Reformcu hükümet, ülkeyi yönetemeyecek derecede bir acziyetin içerisine düşmüştü. Bedensel ehliyetini ve yetkinliğini kaybetmiş bir devlet olarak Rusya, artık ne kendi vatandaşları ne de diğerleri tarafından güvenilir bir fail olarak değerlendiriliyordu. 17 Ağustos krizinden sonra Çubais, IMF ile borç müzakereleri yürütmüş ve söz verilen on milyar dolardan altı milyar doları Rusya’ya verilmişti. Fakat piyasa, ne hükümete ne de Merkez Bankası’na güvenmekteydi. Nihayetinde IMF’den alınan borç birkaç hafta içinde eriyip yok olmuştu (Yeltsin, 2001: 159). Sovyet sonrası dönemde yeniden büyük güç olma yolunda en büyük araç olarak görülen piyasa, artık Rusya’ya güvenmemekteydi.

Krizle birlikte halkının üçte ikisine yakını resmi yoksulluk sınırının altında yaşamaya başlayan Rusya, Afganistan, Liberya ve Somali gibi ülkelerin de içinde yer aldığı başarısız devlet kategorisinde değerlendirilmeye başlandı. Bu dönemde İngiliz Economist dergisi Rusya’daki devleti, “birkaç üstünkörü kurum” şeklinde tanımlıyordu (Willerton vd., 2005: 225). Rusya, Batılı tarzda, büyük ve etkili bir güç olarak kabul edilmek üzere çıktığı yolda, Batılı yayın organlarınca, tam aksi istikamette tarif edilir oldu.

Yeltsin’in iktidarının başından itibaren destekleyip ön plana çıkardığı “genç reformcular ülkeyi ekonomik uçuruma götürmüştü” (Yeltsin, 2001: 175). Tek sıçramayla atlanılabilecek bir uçurum olarak görülen serbest piyasa ekonomisine geçiş süreci, Rusya’yı o uçurumdan aşağıya yuvarlamıştı. Yeltsin yönetimi, ekonomik krizi

“milli felaket” haline getirmişti (Kagarlitsky, 2002: 92). Batıcıların tüm iyimser öngörü ve beklentilerine rağmen reformlar işe yaramamış, bilakis büyük bir ekonomik bunalımın önünü açmıştı. Bu durum Rus siyasal elitinde ve toplumda Batıcılığa ilişkin olumsuz bir algının gelişmesine neden olmuştu (Caşın & Derman, 2016: 196).

Batıcı reform sürecinin Rusya’yı içine düşürdüğü durum ve bu durumun neden olduğu kaygılar, Batıcı siyasal elite karşı o denli olumsuz bir bakış açısı geliştirmişti ki Rusya Parlamentosu Duma, krizin hemen ardından 21 Ağustos’ta olağanüstü bir oturumla Yeltsin’in istifasını isteyen bir karar tasarısını 248 oyla kabul etti (Yeltsin, 2001: 160). Bunun üzerine Yeltsin gerek Duma’yı gerekse de toplumu yatıştırabilmek için Kriyenko’yu başbakanlıktan aldı ve yerine bir diğer liberal reformcu olan önceki Başbakan Çernomirdin’i getirmek isteyince Duma’nın sert muhalefetiyle karşı karşıya kaldı. Sonuçta, Batıcıların gücünün tamamen tükenme noktasına geldiğinin farkında olan Yeltsin, Sovyet sonrası dönemde şok terapi uygulamalarına karşı olan Devletçi bir ismi, Yevgeni Primakov’u başbakan olarak atadı. Anlatılarının inandırıcılığı ve gücü kaybolan Batıcıların yerine artık Devletçiler geçmekteydi.

Hukuka yaslanan güçlü bir devletin, zayıf bir devletten daha faydalı olduğuna inanan Primakov, kanunlar çerçevesinde devletin ekonomide etkili olmasını gerek piyasanın kendisi gerekse toplumsal bütünlük açısından gerekli görüyordu (Primakov, 2008: 323-4). Primakov’un başbakanlığında hükümet, oligarklar başta olmak üzere birçok sanayici ve girişimciyi baskı altına almaya başladı. Yetmiş binden fazla işletme, şirket ve banka vergi polisi tarafından sıkı bir denetime tabi tutuldu (Primakov, 2008:

310).

Başbakan Primakov, rublenin değerinin azalmasını da fırsat bilerek “devletçi retoriği ve Sovyet tarzı liderliğiyle” maaşların ve biriken teşviklerin ödenmesi yoluyla bütçeyi denkleştirme konusunda başarıya ulaştı (Yeltsin, 2001: 182). Ayrıca Primakov, toplumsal eylemleri, demiryolu gösterilerini ve grevleri de yatıştırdı. Dolayısıyla Primakov Hükümeti, ekonomiyi “huzur içinde” tutmayı başardı (Yeltsin, 2001:182).

Ekim ayından itibaren alınan tedbirlerle hükümet maaşları zamanında ödemeye ve eski borçları da kapatmaya başladı (Primakov, 2008: 308).

Primakov’un devletçi bir anlayışla yönettiği hükümetin aldığı tedbirler sayesinde Rus ekonomisi az da olsa bir nefes aldı. Neredeyse tüm 90’lar boyunca devam eden ekonomik küçülme 1999’da durdu. Primakov’un başbakanlığı, SSCB sonrası dönemde iki nokta itibariyle farklıydı. İlki, Primakov, neoliberal ekonomi politikasını reddetmişti.

İkincisi, devlet kaynaklarının yağmalanması ve yolsuzluk konularıyla mücadele konusunda irade ortaya koyan tek başbakandı (Kotz & Weir, 2012: 409). Dahası, 1998 ekonomik krizinin ardından başbakan olan Primakov, uyguladığı politikalar aracılığıyla toparladığı ekonomi sayesinde ülke yönetimindeki etkisini artırdı ve Kremlin içinde “de facto” başkan olarak işaret edilmeye başlandı. (RFE/RL, 19 Kasım 1998). Primakov’un şahsında sembolleşen bu başarı, esasında, Devletçi anlatının Batıcı olana galebe çalması demekti.

Ekonomideki başarılarına rağmen Primakov, Mayıs 1999’da oligarkların baskısı neticesinde Yeltsin tarafından görevden alındı ve yerine liberal reformist sayılabilecek Sergey Stepaşin atandı. Fakat reformcu anlatının gücünün tamamen eridiği bir dönemde Stepaşin ancak 3 ay görev yapabildi. Ağustos 1999’da Yeltsin, kamuoyu önünde görünmeyen ve bu nedenle de çok az kişinin tanıdığı Federal Güvenlik Servisi Başkanı Vladimir Putin’i başbakan olarak atadı. Putin de Primakov gibi devletçi bir anlayışa sahipti. Böylece Rusya, 1990’ları, ekonomik alanda daha devletçi bir anlayışın güç kazandığı bir iklimde tamamladı.

Dokuz ay gibi kısa bir süre başbakanlık yapan Primakov’la birlikte başlayan süreçte her ne kadar ekonomide kısmi bir başarı elde edilmiş olsa da Batıcı reformcuların bıraktığı devlet yapısı çöktü. Devletin kurumsal ehliyetinin yanı sıra toplumsal yapılar da ekonomik buhranın neden olduğu büyük bir kaosa ve kaygıya sürüklendi. Batıcı anlatının ekonomik vaatlerinin hiç biri fiili bir karşılığa, başka bir deyişle bedensel bir tezahüre dönüşemedi. Bilakis 1990’lar boyunca tecrübe edilen ekonomik süreçler, Rusya’nın ve Rusların tarihleri boyunca yaşanmamış düzeyde bir travma yaratarak büyük bir rutin kırılmasına neden oldu. 1992-1998 yılları arasında uygulanan liberal reformlar sırasında Rus ekonomisinin toplam kaybı, SSCB ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı’ndaki kayıplarının iki katından daha fazlaydı (Primakov, 2008: 458). Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 1991’den 1998’e uzanan süreçte %43 gerileyerek İkinci Dünya Savaşı sırasındaki %24’lük gerilemeyi neredeyse ikiye katlandı. Dış borcun milli gelire oranı 1990’da %10 civarındayken 1998 sonunda

%113’e çıktı (Tellal, 2001: 291-292). 1990’da yüz rubleye alınabilen bir ürünün fiyatı 1998’de bir milyon yüz yetmiş bin rubleye yükseldi (Tellal, 2010: 198).

1992’den 1999’un sonuna kadar geçen sürede Rusya’dan aylık ortalama bir-iki milyar dolar, toplamda da yaklaşık yüz elli milyar dolar sermaye kaçışı olduğu tahmin edilmektedir (Kagarlitsky, 2002: 98). Sermayenin Rusya’dan çekilmesinin en büyük nedenlerin başında, ülkenin geleceğine duyulan güvensizlik geliyordu. Rutinlerinden kopmuş, ehliyetini ve yetkinliğini kaybetmiş bir ekonomik performans, gerek Rusların kendilerinin gerekse de diğerlerinin Rusya’ya olan güvenlerinin azalmasına neden olmuştu. Daha önce tüm Ruslar için ulaşılabilir olan yaz kampları ve tatil merkezleri artık bir avuç zengin için hizmet veriyordu. Dahası, doktorların büyük bölümü başka ülkelere yerleşmenin yollarını arıyor, böylelikle sağlık hizmetlerinde ciddi düşüş yaşanıyordu. SSCB döneminin en önemli gurur kaynaklarından olan bilim alanı da bu süreçte büyük yara almıştı. Bilim insanları geçimlerini sağlayabilmek için Amerikalı

öğrencilere ders vermeye ya da bankalarda muhasebeci olarak çalışmaya başlamışlardı (Kotz & Weir, 2012: 276-277).

Üniversite hocalarının sokaklarda bitmemiş sigara izmaritlerini topladığı ve çocuklarının da bunları meydanlarda sattığı (Aleksiyeviç, 2017: 151); bir subayın maaşıyla ancak ucuz bir kilo salam alabildiği ve bu nedenle de ordudan ayrılıp geceleri hayat kadınlarına fedailik yaptığı (Aleksiyeviç, 2017: 155); Afganistan’da savaşmış bir pilotun pazarda çalıştığı ya da bir binbaşının tezgahtarlık yaptığı (Aleksiyeviç, 2017:

296); subayların, doktorların, doktora öğrencilerinin, cerrahların ve hatta piyanistlerin geceleri yük vagonları boşaltıp, bekçilik yaptığı ve asfalt döktüğü (Aleksiyeviç, 2017:

299) manzaralar 1990’lar Rusyası’nda olağan hale gelmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez halkın çoğunluğu kötü beslenme koşullarında yaşıyordu. 1990’lar Rusyası’ndaki beslenme koşulları 1950’lerin seviyesine düşmüştü (Kagarlitsky, 2002:

99). Bu nedenle Rusya sokaklarında dilenci sayısı artmıştı (Braithwaite, 1997: 50).

Dahası, bu dönemde, sadece Moskova’da 70 bin hayat kadını çalışırken (Tellal, 2001:

293), ortaokul öğrencilerinin gözde mesleği hayat kadınlığı olmuştu (Başlamış &

Deprem, 2018: 28).

Sosyo-ekonomik anlamda kaotik bir ortamın oluştuğu Rusya’da, 1990-1998 arasında doğum oranları %35 civarında azaldı (Kohler & Kohler, 2002: 234). Doğum oranlarının azalmasında maddi etkenler elbette çok önemliydi. Fakat bu durum daha çok Rusların geleceklerine duydukları güvensizlikten kaynaklanıyordu (d’Encausse, 2003:

33). Rusların sahip oldukları rutinin dışında yeni bir dünyaya adım atmaları neticesinde ortaya çıkan sarsıntıların neden olduğu stres ve kaygı, ölüm oranlarının artışında etkiliydi. Zira yaşanan travmalardan kaynaklı intihar oranları iki kat, alkol nedeniyle ölümler de dört kat artmıştı (Tellal, 2001: 292).

1990-2000 arasında ortalama yaşam süresinin 69,2’den 65,3’e düştüğü (Shleifer

& Treisman, 2005: 155) Rusya’da, kadınların ortalama yaşam süreleri iki yıl azalarak

72’ye (Tellal, 2001: 292), erkeklerinki de 1989’da 64,2 iken 1994’te 57,7’ye düşmüştü (Chen vd., 1996: 518). Erkeklerin ortalama yaşam süresi bir asır öncesi Rusyası’ndakinden bile daha düşüktü (Tellal, 2001: 292) ve Rusya bu konuda Endonezya, Pakistan ve Filipinlerin gerisindeydi (Kagarlitsky, 2002: 99). Soğuk Savaş sonrası süreçte liberal reformlarla büyük güçler arasına yeniden girmeyi amaçlayan fakat süreç sonunda üçüncü dünya ülkeleriyle aynı sınıfta yer alan Rusya’da nüfus, 1992-1999 arasında beş milyon azaldı (Tellal, 2001: 292). Rusya’nın doğal nüfusundaki azalma 1994’te binde altıya ulaşarak büyük savaşlar, salgın hastalıklar ve kıtlık dönemlerinde karşılaşılan orana erişmişti (Kotz & Weir, 2012: 281). Dolayısıyla Rusya’da devletin bedensel olarak olağanüstü (rutin dışı) çöküşü, vatandaşlarının bedensel erimesine neden olmuştu. Mamafih hızlı bir nüfus erimesine neden olan bu durum, Rusya’nın varlığının önündeki en büyük tehditlerden biri olarak kendisini göstermeye başlamıştı.

Halkın genelini büyük bir bunalıma sokan bu kaotik süreçte bir avuç insanın devletin kaynaklarını yağmalayarak büyük bir refah elde etmeleri de Rusya’daki sosyo-ekonomik dağılımdaki adaletsizliği ortaya koymaktaydı. Batıcı siyasal elitin, ulaşılması istenilen büyük bir ülkü olarak tasavvur ettiği liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mottosu, 1990’lar Rusyası’nda “bırakınız çalsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışına dönüşmüştü. Söz konusu bu ilkel sermaye birikimi anlayışı neticesinde devlete ait mülkler, kapitalist bir sınıf yaratmak için büyük ölçüde özelleştirilmiş ve neticede Rus toplumunun büyük çoğunluğunun aç ve işsiz kaldığı bir kaos ortaya çıkmıştı (Tellal, 2001: 291). Dolayısıyla, “Şok terapi, Rusya’yı Marks’ın tasarladığı sosyalizmin bozulmuş bir karikatüründen, aynı şekilde Adam Smith’in tanımladığı kapitalizmin bozulmuş bir karikatürüne” dönüştürmüştü (Kotz & Weir, 279). Rusya, olmak istenilen ile olunan şey arasında 1990’larda ortaya çıkan varoluşsal uçuruma yuvarlanmıştı.

Devlet mülklerinin yağmalanırcasına bazı kesimlerce ele geçirilişi ve anayasal düzende meydana gelen bozulmalar hukuka olan güveni de sarstı. Bu nedenle yozlaşma günlük hayatın olağan bir parçası haline gelirken, suç oranları çok yüksek boyutlara ulaştı (Kagarlitsky, 2002: 99). Örgütlü suçun artış gösterdiği Rusya’da “yer altı ekonomisi” ortaya çıktı (Tellal, 2000: 212). Mafya, Moskova'daki tüm dükkanların, depoların, otellerin ve işletmelerin %50’si ile %80’i arasında kontrolü ele geçirdi (DiPaola, 1996: 151). 1990’larda Rusya’da cinayet oranları 1980’lerin sonuna kıyasla yaklaşık üç kat artarak yüz binde 32,2’ye yükseldi (Varese, 2001: 21). Bu nedenle, 1990’lar Rusyası’nda ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapı, birçokları tarafından “organize suç kapitalizmi” veya “oligarşik kapitalizm” olarak tanımlanmaya başlandı (Kotz &

Weir, 2012: 329).

Oligarkların sahip oldukları ölçüsüz ve kontrolsüz güç, organize suçun yaygınlaşması ve yolsuzluğun artması, halkın kendilerine çok daha farklı anlatılan demokrasiye olan inançlarını kaybetmelerine neden oldu (Evans, 2011: 45). Daha önce sanayileşmiş güçlü bir devlet olan Rusya, artık yoksulluk, yozlaşma ve suç sarmalına saplanmış bir “başarısız devlet” konumuna düşmüştü (Tsygankov, 2014: 90). Artan yolsuzluk ve ekonomik hayatta organize suçun rutinleşmesi, “başarısız devlet”in en belirgin özellikleriydi (Willerton vd., 2005: 225). Rusya’nın büyük bir devlet olduğunu yeniden tüm dünyaya göstermek için liberal anlatılarla çıkılan yolda varılan sonuç, ülkeyi başarısız devlet kategorisine yerleştirdi. Rusya, bedenini etkili ve ehliyetli bir şekilde kullandığını diğerlerine göstermek ve bu özelliğiyle tanınmak bir yana, üçüncü dünya ülkeleriyle birlikte anılan başarısız devlet kategorisindeki bir ülke olarak tariflenmekteydi. Rusya, “korkulan değil, dalga geçilen”, “sarhoşlar ülkesi”, “posta ile gelin sipariş edilen” bir ülke olarak görülmeye başlandı (Ioffe, 2016). En temel vasıflarından biri düzen tesis etmek olan devlet, ortadan kaybolmuştu. Zira ortada düzeni simgeleyen en küçük bir işaret dahi kalmamıştı. Batıcılar, “Amerikan

kostümlerini” giyerek “Sam Amcalarını” dinlemişler fakat bu kostüm Rus bedenine uymamış ve “çarpık” durmuştu (Aleksiyeviç, 2017: 55). Buradan hareketle Kagarlitsky (1996: 7), ne normal bir burjuvazinin ne de piyasa altyapısının bulunduğu Rusya’ya şok bir uygulamayla liberalizmin getirilmeye çalışılmasını, “vidayı çekiçle çakmaya çalışma”ya benzetmiştir.

Rusya, yeni dönemde ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerle eşit seviyede büyük bir devlet olarak kabul edilmeyi amaç edinerek reformlara başlamıştı. Fakat 1999’a gelindiğinde GSMH’si dokuz trilyon doları geçen ABD karşısında ancak 200 milyar dolar civarında bir GSMH’ye sahipti (Sapmaz, 2018: 59). Bu nedenle, Batılı devletlere eşit bir ortak değil, ancak onlara muhtaç olan bir devlet konumuna gelmişti.

Reform sürecinde ve yaşanılan krizlerde ihtiyaç duyulan kaynaklar, ABD ve IMF başta olmak üzere Batı’dan karşılanmaya çalışılmış bu da kaçınılmaz olarak Rusya’nın OPEC, Dünya Bankası, Paris Kulübü, G-7 ülkeleri, IMF ve yabancı yatırımcılar gibi aktörlere bağımlı hale gelmesine neden olmuştu (Tellal, 2001: 298; 2010: 209; Arbatov, 1993: 7).

Rusya’yı Batı’ya bağımlı hale getiren bu süreç, Rus milli onurunu zedeledi (Caşın & Derman, 2016: 223). Bedensel ehliyetini kaybeden ve bu nedenle bir fail olarak özerkliğini kaybeden Rusya, ötekilerin eyleminin bir nesnesi haline geldi. Kendi eyleminin faili olmaktan uzak düşen Rusya’da milli onurun yitirilip onun yerine utancın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bu durum Rusya’nın ontolojik güvenliğini paramparça ediyordu.