• Sonuç bulunamadı

2.4. Rusya’nın Dış Politikada Yetersiz Kalması ve Ontolojik Çöküş

2.4.3. Yönünü Kaybetmişlik: 1993-1996

vermedi. Süreç içinde Batı’nın kendilerini destekleyeceğini varsayan Batıcı iktidar, beklentisinin boşa çıkmasıyla hayal kırıklığına uğradı. Rusya 1992’de IMF ve Dünya Bankası’na kabul edilmiş olsa da Yeltsin’in beklediği maddi yardımı elde edilemedi.

Üstelik Batılı ülkeler Rusya’yı, üyesi olduğu ekonomik kuruluşlara katkı sağlayan bir üyeden ziyade, yardım alan bir ülke olarak değerlendirdiler ve onu eşit bir ortak olarak görmediler (Tsygankov, 2016: 75). Dahası, Batı’ya eklemlenme konusunda elinden geleni yapan Rusya, ABD’den de karşılık alamadı. Aksine, Rusya’nın vazgeçtiği alanların yarattığı boşluğu ABD fırsata çevirdi. 1990’da 47 devlet Rusya’dan silah satın alırken bu sayı 1993’te –eski Sovyet ülkeleri de dahil- 26’ya düştü (Kagarlitsky, 1996:

79). Bu doğrultuda uluslararası silah pazarında Rusya’nın payı 1991-1993 arasında

%38’den %17’ye düşerken ABD’nin payı %30’dan %58’e çıktı (Tsygankov, 2016: 77).

Ayrıca Rusya’nın boşalttığı Merkezi Asya’ya ABD ilgi göstermeye başladı ve Nisan 1992’de Dışişleri Bakanı James Baker bölgeye kapsamlı bir ziyaret gerçekleştirdi (Tsygankov, 2016: 78).

Rusya’nın Batı’dan çok az şey alarak fazlaca tavizkar davrandığı bu süreç, ülke içinde kısa süre içerisinde şiddetli şekilde eleştirilmeye başlandı. Tek taraflı tavize dayalı dış politikanın, Rusya’nın siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarları ile prestijini zedelediği ve bunun Rusya açısından bir aşağılanmaya neden olduğu yönünde bir algı gelişti (Arbatov, 1993: 23). Dahası, sadece Ruslar değil, Batı da Rusya’nın uyguladığı politikayı taviz olarak algıladı ve kısa sürede bundan istifade etti (Arbatov, 1993: 23).

Rusya, kendisine benzemek üzere yola çıktığı ve bir rehber ve koruyucu olarak gördüğü Batı tarafından kısa süre içerisinde beklenenin dışında bir tavırla karşılaştı.

itibaren dağılmaya başladı. Üstelik, içeride Batıcı elitler marifetiyle yürütülen reformların neden olduğu ekonomik kaos da Batıcı dış politikanın aleyhine bir atmosfer oluşturdu. Dahası bu süreç, Medeniyetçi ekolün Rusya içinde güçlenmesine neden oldu.

Özellikle, aşağıda detaylandırılan 1993 Aralık seçimlerinden Batı-karşıtlarının güçlenerek çıkması, Yeltsin-Kozirev ekibinin üzerindeki baskıyı artırmıştı. 1993’ten itibaren Rusya, farklı anlatıların gösterdiği farklı istikametlerde farklı bedensel eylemler ortaya koymaya başladı. Bu durum, dış politikada dengesiz bir görüntü ortaya çıkardı.

Kozirev bu süreçte, Batı ile yaşanan “balayının” bittiğine dair söylemler üretirken, Yeltsin de Batı’nın “kendi yaklaşımlarını dikte etmesine” itiraz etmeye başladı (Tsygankov, 2016: 71). NATO ile ilişkilerin Yeltsin-Kozirev ekibinin istediği doğrultuda gitmemesi ve G-7 gibi örgütlere katılımda çok sayıda sorunların çıkması, Batıcı anlatıya yönelik ciddi eleştirilerin gelmesine neden oldu. Ayrıca, kendisine yaklaşılmak istenilen Batı’dan da Rusya-Batı ilişkisine yönelik “prematüre ortaklık”

şeklinde nitelemelerin ortaya çıkması (Bkz. Brzezinski, 1994) Yeltsin-Kozirev ekibinde

“soğuk duş” etkisi yarattı (Tsygankov, 2016: 71).

Sovyet sonrası ilk aşamada Batı’ya sadece uyumlu değil, bağımlı politikalar takip etmiş olan Rusya, oluşan yeni atmosferde bu bağımlılığı Batı-dışına da yönelerek kısmen de olsa sona erdirdi (Tellal, 2013: 542). Rusya’nın Batı-dışına yönelik ilk hamlesi eski Sovyet coğrafyasına doğru oldu. Zira Rusya içinde gücü azalmakta olan Batıcı anlatıya karşı mevzi kazanan gerek Medeniyetçi gerekse Devletçi anlatının dış politikadaki önceliği bu coğrafyaydı. Yeltsin ve Kozirev, gerek Rus toplumunun seçimler vasıtasıyla oluşan yeni algılarına gerekse Batı’nın ilgisizliğine cevap vermek için dış politikada bazı düzenlemelere gitmek zorunda kaldılar. Fakat buna rağmen Kozirev liderliğindeki dışişlerinin nazarında Batı’nın önceliği korunmaya devam etti.

Bu doğrultuda ilk olarak Nisan 1993’te Dış Politika Konsepti yayınlandı. BDT coğrafyasını öne çıkaran konsept, Bobo Lo’ya (2002: 69) göre, siyasi bir belge olarak

sahip olduğu sınırlılıklara rağmen, içeriği itibariyle, birbirleriyle yarışan anlatılar arasında orta yol görüntüsü vermekteydi. Zira konsept, bir yandan eski Sovyet coğrafyasını Rusya’nın özel sorumluluk ve çıkar bölgesi olarak ilan etmekte (Tsygankov, 2016: 87), diğer yandan da Rusya’nın dış politika öncelikleri olarak G-7, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) gibi örgütlere katılımı ön plana çıkartmaktaydı (Lo, 2002: 71). Başka bir deyişle Yeltsin iktidarı, bir yandan halen daha Batı’ya eklemlenme sürecini işletmekte öbür yandan da buna alternatif mekanizmaları gündemine almaktaydı. Dolayısıyla Rusya’nın kim ve nereye ait olduğuna ilişkin üretilen ve birbirleriyle yarışan anlatırların rekabeti, doğal olarak dış politikanın eylem zeminine de yansımaktaydı.

Buna rağmen konsept, eski Sovyet coğrafyasını Rusya’nın özel çıkar alanı olarak tanımlayarak SSCB sonrası uygulanan dış politikada ciddi bir esneme olduğunu gösterdi. Konsept, Rusya’nın eski Sovyet coğrafyasına yönelik “Yakın Çevre” (Blijniy Zarubej) politikasının dile getirildiği ilk resmi belge özelliğini taşımaktaydı. Yakın Çevre Doktrini çerçevesinde BDT’nin Rus dış politikasının önemli bir söylem ürünü olması, Kasım 1993’te yayınlanan Askeri Doktrin ile daha da belirginlik kazandı. Askeri doktrin, BDT bölgesini Rusya’nın “özel çıkarları” ve barışı koruma rolü için önemli görüyordu (Bakshi , 2000: 1271). Bu doktrin ile Rusya, eski Sovyet topraklarını kendisi için ekonomik ve güvenlik açılardan yaşamsal çıkar alanı olarak tanımladı (Tellal, 2013:

542). Ayrıca doktrin, gerekli hallerde BDT bünyesindeki ülkelere “barışı-koruma misyonu” çerçevesinde Rus askerlerinin konuşlandırılabileceğini ilan etti (The Basic Provisions of the Military Doctrine of the Russian Federation, 2 Kasım 1993). Bu nedenlerle 1993 yılında yayınlanan askeri doktrin, birçokları tarafından Rusya’nın

“Monroe Doktrini”24 olarak nitelendirildi (Tellal, 2010: 206, 2013: 542; Bakshi, 2000:

24 Yakın Çevre Doktrini’nin Rusya’nın “Monroe Doktrini” olarak anılmasının arkasında Başkanlık Konseyi üyesi de olan Devletçi anlatıya sahip düşünür Andranik Migranyan bulunmaktaydı.

Migranyan’ın daha önce yayınlanmış bir eserinde bu görüşü ve ifadeyi zikretmiş olması, doktrinin bu

1272). Ayrıca Rusya’nın BDT bölgesine yönelik artan ilgisinin “aşağılık kompleksinden” kaynaklandığını ileri sürüldü (Lo, 2002: 56). Buna göre Rusya, var olan güçsüzlüğünü örtmek ya da başka bir deyişle halen daha güçlü bir aktör olduğunu göstermek için bu bölgeye yöneldi. Böylece Rusya psikolojik anlamdaki çöküşünü telafi etmeye çalıştı.

Öte yandan, vurgu ve öncelikler bakımından birtakım değişimlere işaret etmiş olsa da doktrinin dış politika anlamında keskin bir kırılmaya neden olduğunu söylemek güçtür. Askeri doktrine göre, Rusya için Batı’dan herhangi bir tehdit algılaması söz konusu değildir. Ayrıca küresel bir savaş beklentisi de yoktur. Yerel ve bölgesel çatışmaların yaratacağı tehlikeleri ön plana çıkartan doktrine göre Rusya’nın herhangi bir düşmanı yoktur (The Basic Provisions of the Military Doctrine of the Russian Federation, 2 Kasım 1993). Küresel bir çatışmayı ihtimal dışı ve fakat yerel-bölgesel çatışmaları kuvvetle muhtemel gören doktrin, Yakın Çevre’deki etnik ve iç çatışmaları Rusya için doğrudan tehdit kaynağı kabul ediyordu. Dolayısıyla Rusya açısından kaygının nesneleştirilerek bir korkuya, başka bir deyişle, tehdide dönüştürülmesi bölgesel düzeyde yapıldı. Rusya her ne kadar Batı ile balayını sona erdirmiş olsa da kendisine yönelik tehditlerin halen daha yakınından geleceği kaygısını taşıyordu.

Bu bağlamda Yeltsin ve ekibi için Batı, bu dönemde önceliğini korumaya devam etti. Bu nedenle Bobo Lo (2002: 72), Sovyet sonrası Rus dış politikasına yönelik en önemli yanlış anlamalardan birinin, 1992-1993 döneminden sonra Yeltsin iktidarının BDT’yi birinci sıradaki dış politika önceliği olarak belirlediğine yönelik mit olduğunu ifade etmektedir.Zira her ne kadar belge düzeyinde BDT ön plana çıkartılmış olsa da somut anlamda Rusya ile BDT arasında dikkate değer bir yakınlaşma gerçekleşmedi.

Bilakis BDT ülkelerinin Rusya ile olan ekonomik bağları bu dönemde oldukça zayıfladı. Daha cazip bölgelere yönelen BDT ülkelerinin ticari faaliyetleri, 1990’da Yüksek Sovyet’in Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Yevgeni Ambartsumov ile birlikte Yakın Çevre

%75-80 oranında Rusya’ya yönelik olurken bu oran 1995’te %20’nin hemen üzerinde kaldı. Ayrıca, Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan gibi petrol ve doğalgaz zengini ülkeler boru hattı projelerinde Rusya dışındaki ülkelerle işbirliğine yöneldiler (Lo, 2002: 77). Dahası, 1990’ların sonunda Belarus’un ABD Büyükelçisi’nin ifade ettiği üzere, BDT içinde varılan 700’ün üzerinde anlaşmadan hiç biri etkin olarak işlemezken (Tsepkalo, 1998: 110) BDT Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi’nce 1991-2000 arasında kabul edilen 164 belgeden sadece yedisi gerçekten yürürlüğe kondu (Jouanny, 2017: 99). Rusya, içeride Batı-karşıtları ya da Batı’yı dengelemek isteyen farklı anlatıları temsil eden kesimler güç kazandıkça bu doğrultuda bir söylem ve vizyon üretti ve fakat iktidardaki Batıcı anlatının belirlediği dış politik eylemlere öncelik verdi. Fakat bu durum, Batıcı dış politikanın gücünü azatlı ve hızını kesti. Çünkü Batıcı anlatının gerektirdiği dış politika eylemleri, sürekli olarak diğer anlatı gruplarınca öteki yönlere doğru çekiştirilmeye başlandı.

Dolayısıyla, farklı anlatıların çekiştirmesi altındaki Rus dış politikası, 1993-1996 döneminde istikrarsız ve etkisiz bir görünüm sergiledi. Her ne kadar Kozirev’in Dışişleri Bakanı olması ve Yeltsin’in halen daha Batı’ya dahil olabilme ümitlerini taşıması, Rus dış politikasında Batı ile ilişkileri daha fazla ön plana çıkarsa da Batı-dışı dünya da bu süreçte Rusya’nın ilgi alanına girdi. Yakın Çevre Doktrini’ne ilaveten, Yeltsin’in Kasım 1992’de Güney Kore’ye, Aralık 1992’de Çin’e ve Ocak 1993’te Hindistan’a yaptığı ziyaretler bu bağlamda değerlendirildi (Bakshi, 2000: 1269). Dahası Rusya, Batı ile olan ilişkilerinde birbiriyle tutarsız politikalar uygulamaya başladı. Bu tutarsızlığın en belirgin olduğu alan ise NATO ile ilişkilerdi. Kasım 1993’te Primakov’un başkanı olduğu Dış İstihbarat Servisi25 (DİS) yayınladığı raporda NATO’nun genişlemesi konusunda sert bir tavır aldı (Primakov, 2008: 206). Fakat

25 Dış İstihbarat Servisi (Slujba vneşney razvedki Rassiyskoy Federatsii [SVR RF]), Aralık 1991’de Devlet Güvenlik Komitesi’nin (KGB) dış istihbarat ve operasyolardan sorumlu “Birinci Direktörlük”ünün KGB’den ayrılmasıyla kurulmuş olan bir yapıdır (Littel, 2006). Primakov, KGB bünyesindeki Birinci Direktörlük görevini DİS’in Başkanı olarak devam ettirmiş ve Ocak 1996’da

DİS’in raporunun hemen ardından Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu bir açıklamayla DİS’in raporunun sadece kurumsal bir belge olduğunu ve Rusya’nın temel pozisyonunun şu şekilde olduğunu belirtti: “NATO, Rusya için bir tehdit değildir; her bir devlet kendi güvenliğini gerekli gördüğü şekilde sağlayabilir; Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya girmeleri Rusya girmeden yararsız olacaktır.” (Primakov, 2008:

206-207). Buradan da anlaşılmaktadır ki dış politika bağlamında Rusya, kendi içerisinde henüz tutarlı bir istikamet yakalayabilmiş değildi. Devletin çok önemli iki kurumu, kamuoyu önünde birbirleriyle çatışan belge ve söylemler üretiyorlardı. Zira her iki kurum, ülke içinde farklı anlatılardan güç alan, farklı kimlik tasavvurlarının üretildiği yapılanmalardı. Farklı kimlik tasavvurları, farklı çıkarlara işaret ettiğinden bu çıkarları elde etmek için uygulanması gereken eylemler de farklılaşmaktaydı.

Öte yandan kısa süre içinde NATO’nun Rusya’ya doğru genişleme stratejisi belirginlik kazanmaya başlayınca Yeltsin Yönetimi, bu sürece karşı çıktı. Özellikle NATO’nun Ocak 1994’te Brüksel’de gerçekleştirdiği zirve sonrası yayınlanan ortak bildiride “NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini umuyor ve memnuniyetle karşılıyoruz” (NATO, 11 Ocak 1994) açıklamasının yer alması, Rus yetkilileri ziyadesiyle rahatsız etti. Yeltsin, ortaya çıkan bu durumu “Soğuk Barış” olarak niteledi (Antonenko, 1999: 127). Bunun neticesinde Rusya, NATO ile eski Varşova Paktı üyesi ülkeler arasında askeri işbirliklerinin geliştirilmesini amaçlayan ve 1994 Ocak ayında oluşturulan Barış İçin Ortaklık (BİO) Programı’na katılma konusunda başlarda isteksiz davrandı. Lakin Rusya, NATO’nun genişlemesine alternatif olabileceği düşüncesiyle 1994 Haziran’ında BİO çerçeve belgesini imzaladı (Yapıcı, 2010: 330). NATO’nun genişleme eğiliminin ciddiyeti ortaya çıkınca Kozirev, Aralık 1994’te BİO’ya katılma kararından vazgeçtiklerini açıkladı (Antonenko, 1999: 127).

Rus yetkililer, NATO’nun genişlemesinden ziyade, bu genişlemenin çok acelece ve Rusya’yı dışarıda bırakacak şekilde gerçekleşiyor olmasından rahatsızlık

duyuyorlardı. Gerek Yeltsin’in gerekse Kozirev’in 1995’in ilk aylarındaki açıklamaları bu yöndeydi (Bkz. Smith, 2006: 66). Bu sebeple Yeltsin ve Kozirev, NATO’nun genişlemesinin Rusya aleyhine bir sürece dönüşmemesi için ittifakın bir şekilde içinde olmayı tercih ediyorlardı. Rusya’nın NATO içinde bir şekilde söz hakkına sahip olma isteği, 1995 Mayıs ayı başında karşılık buldu. ABD’nin o dönemki NATO’daki büyükelçisi Robert Hunter, Rusya’ya NATO içinde veto hakkını içermeyen bir söz hakkını vermeye hazır olduklarını belirtti (Smith, 2006: 66-67). Böylece Rusya, Haziran 1994’te çerçeve belgesini imzaladığı, aralıkta ise katılmaktan vazgeçtiği BİO Programı’na 31 Mayıs 1995’te resmen dahil oldu.

Rusya, bu dönemde her ne kadar NATO’nun genişlemesine karşı bir duruş ortaya koymuş olsa da ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi noktasında ayrıca çabaladı.

1994 yılı içinde Yeltsin ile ABD Başkanı Clinton iki ülke arasında güvenlik başta olmak üzere çeşitli alanlarda işbirliğinin geliştirilmesi konusunda mutabakata vardılar.

START-I’in uygulanmasının hızlandırılması ve START-II Anlaşması’nın da ivedilikle onaylanması konusunda her iki devlet başkanı uzlaştılar (Yapıcı, 2010: 331-332).

Dahası, 10 Mayıs 1995’te Clinton ile görüşen Yeltsin, görüşme sonrası Rusya’nın İran’a vaat ettiği uranyum zenginleştirme santrifüjü satışından vazgeçti. İlaveten Yeltsin yönetimi, 30 Haziran 1995’te ABD ile vardığı uzlaşma sonucu mevcut sözleşmelerin sona erdiği 1999 sonundan itibaren, Rusya’nın İran’a silah satışını sona erdireceğini kabul etti (Freedman, 2006: 40). Ayrıca Rusya, Batı’ya eklemlenme sürecinde büyük önem atfettiği G-7 ile ilişkilerde de bir aşama elde etti. Rusya G-7’nin zirvelerindeki siyasi görüşmelere 1994 Napoli Zirvesi’nden itibaren katılmaya başladı ve böylece P-8 (politik 8) ortaya çıktı (Tellal, 2001: 288). 1994 yılında AB ve Rusya arasında Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması imzalandı ve Yeltsin bu durumu, Rusya’nın artık “önemli ve eşit bir ortak” olarak kabul edilmesi şeklinde tanımladı (Lo, 2002: 45). Eşit bir ortak olarak Batı tarafından kabul edildikleri düşüncesiyle Yeltsin’i heyecanlandıran Ortaklık ve

İşbirliği Anlaşması, Rusya’nın yürüttüğü Çeçen Savaşı’na Batı’nın eleştirileri nedeniyle hemen yürürlüğe konulamadı. Yeltsin’in hevesi kursağında kaldı.

NATO’nun genişleme stratejisine karşı olan ve fakat Batı ile ilişkilere önem atfeden Yeltsin Yönetimi, Batı’nın Rusya’ya yönelik yaklaşımlarından umduklarını elde edememekten huzursuzdu. 1994’ün başında New York Times için bir makale kaleme alan Yeltsin, Batı’daki müttefikleri ve arkadaşları tarafından anlaşılmadıklarını ve yeteri kadar desteklenmediklerini ifade etti (Tsygankov, 2016: 72). Yeltsin, Batı’nın Rusya’yı eşit değil, “küçük ortak” olarak gördüğünü ve bu yaklaşımın Rusya’yı “lider” olarak değil, “takipçi” olarak kabul ettiğini itiraf ediyordu (Tsygankov, 2016: 72). Rusya, Batı dünyasına kendisini bir türlü Batılı ve büyük bir devlet olarak kabul ettiremiyordu.

Batıcı yönetimin ortaya koyduğu eylemler, diğerlerinin Rusya’yı kendilerinden bir parça olarak kabul etmeleri için yeterli olmuyordu. Bilakis, Rusya’nın uyguladığı Batıcı politika aksi sonuçlar üretiyordu.

Yeltsin, güçsüz durumdaki Rusya’nın güçlü bir devlet olarak kabul edilmesi için ABD ile stratejik bir işbirliği geliştirmek istemekteyken onun bu girişimleri muhatapları tarafından, Rusya’nın güçsüzlüğünün işareti olarak algılanıyordu. 1994’te Brzezinski bu durumu şu şekilde ifade etti: “Rusya ile ciddi bir ortaklık yoktur ve olamaz diyorum. Şu anda o bir ortak değil, sadece bir müşteridir.”(d’Encausse, 2013: 26). Ayrıca, dengesiz dış politikası nedeniyle en az Rusya ve Ruslar kadar Batı da Rusya’nın kimliğini ve nereye ait olduğunu anlamlandırmakta zorluk çekmekteydi. Özellikle hem Yakın Çevre üzerindeki hak ve çıkar iddialarının hem de Batılılaşma iradesinin aynı anda dış politikanın konusu olması bu karmaşayı ortaya çıkardı. Buradan hareketle Brzezinski (1994, 72), 1994’te Foreign Affairs Dergisi için kaleme aldığı bir yazısında Rusya’nın emperyal mi yoksa demokratik bir ülke mi olmak istediğini seçmesi gerektiğini, her ikisi birden olamayacağını ifade etti.

Rusya, Batı’dan beklediğini bulamadıkça ve içeride reform sürecinde sorunlar çıktıkça daha Devletçi bir çizgiye kaydı. Rusya Devletçi çizgiye kaydıkça Batı’nın Rusya’ya yaklaşımı daha mesafeli olmaya başladı. Batı’nın Rusya’ya yönelik yaklaşımlarının daha olumsuz bir noktaya evrilmesinde, Batı’nın kendi içinde gelişen süreçler de etkili oldu. Örneğin, Fukuyama’nın aksine Soğuk Savaş sonrası dönemi Medeniyetler Çatışması ekseninde değerlendiren Samuel Huntington’ın (1996) tezleri, Rusya’yı Batı’nın bir ötekisi olarak konumlandırmaktaydı. Bu yeni düşünsel ortamda Batı’nın siyasal elitleri Rusya’yı bir müttefikten ziyade ya geleneksel emperyal eğilimini tekrar ortaya çıkaran bir tehdit ya da kendisini bile yönetemeyecek noktaya gelmiş “başarısız devlet” olarak görmekteydiler (Tsygankov, 2016: 98-99).

1990’ların ortasından itibaren Rusya’nın Yakın Çevre’yi gündemine almasıyla birlikte ABD için Sovyet sonrası coğrafyada yeniden bir Rus imparatorluğunun ya da SSCB benzeri bir yapının ortaya çıkmasının engellenmesi ve eski Sovyet coğrafyasının parçalanmış halinin devam ettirilmesi öncelik halini aldı (Suslov, 2016: 6). Dolayısıyla, bu dönemde ABD, eski Sovyet cumhuriyetlerinin Moskova’yla olan bağlarının gevşetilmesi ya da kopartılması için çaba sarf etti (Bakshi, 2000: 1273). Rusya’nın

“Yakın Çevre”ye yönelik ilgisine başlarda tepki göstermeyen ve “Önce Rusya”

stratejisiyle Rusya’nın istikrarını önceleyen ABD, 1996’dan itibaren kademeli olarak bu politikasından vazgeçti ve Rusya’nın özel çıkar alanı olarak tanımladığı alanlarda etkinliğini arttırmaya başladı (Tellal, 2013: 79). Bu bağlamda, Merkezi Asya ve Kafkasya ülkeleri başta olmak üzere BDT üyeleri, ABD ile yakın ilişkiler kurmaya başladılar. ABD, Merkezi Asya ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirerek bu ülkeleri Rusya’ya karşı yanına çekmeye çalıştı. Zira ABD’ye göre Merkezi Asya ülkelerinin Rusya ile bağlarının zayıflaması, kendi çıkarınaydı. Bu minvalde, 1995’te Özbek, Kırgız, Kazak orduları BİO çerçevesinde tatbikatlara katıldı. Ayrıca ABD, 1996 baharında, bu üç ülke askerlerinden oluşan 540 kişilik bir “Merkezi Asya Taburu”nun

kuruluşuna öncülük etti ve bu taburun tatbikatlarına 1998-2000 arasında düzenli olarak katıldı (Troitskiy, 2007: 419-420). Dahası ABD ordusu, 1997’de Merkezi Asya’yı kendi

“sorumluluk alanı” içine aldığını ilan etti (Berman: 2004: 60). İlaveten Batı, Rusya’yı Bosna’daki iç savaşın çözüm sürecine dahil etmedi. Rusya’nın tüm eleştirilerine rağmen 1995 yılında NATO’nun hava harekatıyla Sırplar Bosna’da barışa zorlandılar ve neticesinde Dayton Anlaşması imzalandı (Mulchinock, 2017: 83).

Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası dönemin ikinci aşamasında da Rusya, dış politikada aradığını bulamadı. Farklı anlatıların ve bu anlatıları temsil eden güç odaklarının arasında sıkışan Yeltsin Yönetimi, “diplomatik alanda uyumsuz, birbiriyle çelişen tavırlar” ortaya koydu (Macit, 2010: 105). Rusya’nın dış politikadaki tutarsız eylemleri, muhataplarının nezdinde Rusya’nın güçsüzlüğü olarak kabul edildi. Bu nedenle de Rusya, Batılılar tarafından ne bir Batılı ne de güçlü bir devlet olarak görüldü.

Böylece Batıcı elitlerin yönetimindeki Rusya’nın inşa etmeye çalıştığı kimliğin bedensel karşılığı, bu dönemde de üretilemedi ve özneler-arası bir anlam kazanamadı.