• Sonuç bulunamadı

2.8. Zorluklarla Başa Çıkma Sürecinde Sabır

2.8.1. Başa Çıkma Stratejileri

2.8.1.2. Sabırla İlgili Psikolojik Kavramlar

2.8.1.2.4. Teslimiyet ve Tevekkül Diyalektiği

Sabır, her türlü felaket ve musibet karşısında bireyin yıkılmaması, dirençli ve dayanıklı olması için yaşatması gereken bir değer olarak kabul edilir. Sabrın üzücü ve hastanın iyileşme isteğini ruhunda hissetmesini sağlamaktır. Güçlü istek ve doktora duyulan güven bu mekanizmanın harekete geçmesinde en önemli etken haline gelir (Berkmen, 2015, s. 149-151).

durumlar karşısında ses çıkarmadan veya bu üzücü hadiselerin açacağı tahribatı hiçbir şey yapmadan bertaraf etmek manasına gelmediği, aksine bu olaylara karşı ilk sadmede tahammül gösterip sonra onlardan kurtulmak için çalışmak, gerekli tedbirleri almak, musibetler karşısında isyan etmemek gerektiği İslamî inanç sisteminde sıkça vurgulanan bir öğretidir (Hökelekli, 2013, s. 118).

Sabır olgusuyla yakından ilişkili olgulardan birisi de “tevekkül etmek” veya

“tevekkül halinde (mütevekkil) olmaktır. Temelini iman ve emniyet duygusundan alan tevekkül; bireyin tedbir ile takdir ilişkisine teslim olduğu sevgi ve güvene dayalı bilişsel ve duygusal bir tavır alıştır. İslamî kültürde tevekkül, bireyin üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirdikten sonra kaygılarından ve geleceği kontrol etme arzusundan vazgeçerek sonucu Allah’ın takdirine bırakmasıdır. Bu bağlamda Ersoy (1968, s. 111), “Tevekkülün aslı, neticenin hasıl olması için lüzumlu tedbirler alındıktan ve sebeplere tevessül edildikten sonra, tedbir ve tevessülün kifayetini Allah’tan beklemektir. Tedbir alınmadan önce, tedbir alınırken ve alındıktan sonra, kısaca her an ve her zaman Allah’a güven esastır. Çünkü takdire muvafık düşmeyen tedbirin hükmü olmaz” der.

İnsanın tedbir alması ve sorumluluklarını yerine getirmesi kuşkusuz özgür iradesiyle gerçekleşir. Ancak insanın özgür iradeye sahip olması yaygın şekilde kullanıldığı üzere seçim yapması anlamında değil, bireyin neden seçim yaptığının veya hangi dış kuvvetlerin etkisi altında seçim yapmaya zorlandığının farkında olması demektir. Burada insanın önüne kaza ve kader olguları çıkar ve bu durum insan için paranın iki yüzü gibidir. Olaylara indirgemeci ve yerel bakılırsa “kaza”, tümel ve bütünsel bakılırsa “kader” denilir. Kaza, tesadüfleri değil alınan kararları belirtirken kader ise bu kararların bütünsel olarak bağlı olduğu sonuçları ortaya koyar. Diğer bir deyişle bir olayı kaza olarak yorumladığımızda olaylara ayrımcı bir bakış, kader olarak yorumladığımızda birleştirici bir bakış hâkimdir. Tevekkül halindeki kişi kaza ile kaderi bir gördüğünden tesadüflere inanmaz. Her tesadüfün gerisinde kaderin bulunduğunun farkındadır.

İnsanoğlunun iradesiyle oluşan şeyler sınırlı iken, kaderi dâhilinde gerçekleşenler sayılamayacak kadar çoktur. İnsanın dünyanın işleyişi/düzeni hakkındaki bilgisinin artmasıyla kaderine hiçbir zaman tamamen hâkim olamayacağına dair bilinci de artar. Her ne kadar inandığı dinî öğretinin bütün emirlerini yerine getirse ve tıbbî, sosyal ve ahlakî kaidelere riayet etse de; irade dışında cereyan eden olaylarla mukadderatın birbirine geçirilmiş olması sebebiyle insanın ruhen ve bedenen ıstırap

çekmesi mümkün hale gelebilmektedir. Buna örnek olarak İzzetbegoviç (2011, s. 357)

“Tek çocuğunu kaybetmiş bir anne hangi şeyde teselli bulabilir? Beklenmeyen bir hadisede kötürüm kalan bir kişiyi ne teselli edebilir?” diye sorar. Ona göre insanın içinde bulunduğu halin değişmesi için uğraşması gerekir, fakat öyle haller vardır ki esas itibarıyla perdeler arkasında gizlense bile ölmeye, ıstırap çekmeye, mücadele etmeye mecbur kalınır ve tesadüfe tabi olunur. Bu hisler bazen kötümserlik, isyan, yeis, lakaytlık gibi hallerin müsebbibi olur. Bazen de kadere, Allah’ın iradesine teslimiyet şeklinde insanın ruhuna yansır.

İzzetbegoviç (2011, s. 360), “Tabiatın determinizmi, insanın ise kaderi vardır.

Teslimiyet insanın kaderinin hikâyesidir, eğer ta dibine kadar inilirse her kader trajik ve dramatiktir. Kadere teslimiyet, kaçınılmaz olan büyük insanî ıstıraba dokunaklı bir cevaptır. O, hayatı olduğu gibi idrak etmek ve her şeye sabır ve tahammül etmeğe bilinçli bir şekilde karar vermek demektir. İslam kanunlarına, emir ve yasaklarına, beden ve ruhtan talep ettiği gayrete göre değil; varoluşun getirebileceği her şeye tahammül etmeye, rızaya, yani tek kelimeyle Allah’a teslimiyetin hakikatine göre adlandırılmıştır. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasızlığından insanî ve vakarlı tek çıkış yoludur; isyansız, yeissiz, nihilizmsiz, intiharsız tek çare… Teslimiyet, hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelade bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir. Ey Teslimiyet, senin adın İslam’dır” der. Ona göre kaderin kabulü, İslam’ın en büyük ve en son çağrısıdır.

Buraya kadar anlatılanlardan görüleceği üzere teslimiyet ve tevekkül arasında diyalektik bir ilişki vardır. İnanan insanın zihin çerçevesi bu diyalektik ilişkinin kaçınılmazlığı ile bazen sarsılabilir. Zira birey her hareketinden önce bütün sonuçları tahmin etmeye çalışsa, diğer bir deyişle önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra raslantısal sonuçları, daha sonra da hayalî sonuçları düşünmeye kalksa kımıldayamaz hale gelir, tek bir adım dahi atamaz. Zira o, hem yeri geldiğinde hayata aktif olarak katılmak zorundadır hem de mukadderatın getirdiklerini gönül rızasıyla karşılamak ve kabul etmek durumundadır.

İslamî kültürde bireyin teslimiyet halinde olması, Allah’ın mutlak hâkim ve evrenin her alanında kontrol sahibi olduğuna dair iman etmesi ve farkındalığı demektir.

Böylesi bir zihinsel çerçeve, işlerini Allah’a havale eden ve Allah’ın inananlara yardım edeceğini kabul eden insanlarda kaygı ve anksiyeteyi azaltır, iyileştirir (Amer & Jalal, 2015, s. 14). Buna bağlı olarak Kur’an’da: “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a

dayanıp güven. Şüphe yok ki Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever” (Al-i İmran/3, 159) buyrulur. Böylelikle mü’minlerin, onlara sıkıntı veren talihsizliklerden ziyade Allah’ın rahmetine odaklandıklarını ve bunun onlarda bir şükür duygusu yarattığını söylemek mümkündür. Ancak modern çağda günümüz insanı aşırı bireyleşme ve bireyselleşmenin etkisiyle kendine ziyadesiyle güvenmekte, sebepler ve sonuçlarıyla herşeyi kontrol edebileceğini düşünmekte ve davranmaktadır. Bir açıdan güçlü insan modelini yansıtan ve takdire layık addedilen bu tutum bir başka açıdan olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

Örneğin birey bu durumun psikolojik bedelini oldukça ağır ödeme durumuyla karşı karşıya gelebilir. Bu bedel Ayten ve Düzgüner’in de (2017, s. 163) bahsettiği gibi ruh sağlığının bozulmasıdır. Zira sonuçları kontrol etme çabası, insana üstesinden gelemeyeceği bir kaygı yükler. Anlaşılan o ki günümüzün bireyselleşen insanı yaşadıklarını kabullenememek, sabırda zorlanmak ve tevekkül edememek gibi bir sorunla mustariptir. Bu da kaygı ve endişeyi çoğaltırken mücadele gücünü ve hayata tutunma arzsunu azaltıcı olabilir.

2.8.1.3. İslam Kaynaklarında Sabır Olgusu