• Sonuç bulunamadı

3.2. Başa Çıkma ve Sabır Bağlamında Zorlanan İnsan Tipleri

3.2.2. Kaygılılar

Hayat yelkenlisini her ne kadar kader rüzgârları sürüklese de insan bu yelkenlinin dümenindedir. Bu söylem, sonuca ulaşamamış ‘insanın özgürlüğü ve sorumluluğu’ ikileminin savunulan tarafıdır ve insandaki suçluluk kaygısı bu tartışmaya bakış açısından kaynaklanır. “Elimden gelen bu muydu, başka türlü olur muydu?”

sorusu insandaki suçluluk duygusunu alevlendiren kıvılcımdır ve bu durum insanın kaygılanmasına, huzursuz hale gelen bilincin çeşitli korkular üretmesine sebep olur.

Dolayısıyla temeldeki suçluluk duygusunun rahatsız ettiği insanı yaprak hışırtısı dahi dehşete düşürür.

Bazen sebebini anlamadığımız bir hüzün sarıverir her yanımızı. Şuur kapanır, duyguların akışı duruverir, kara bulutlar kapanır insanın üzerine. Sanki boğazımızda giderek büyüyen bir düğüm oluşur ve zihnimiz lavabo tıkanıklığına benzer bir hal yaşar.

Günlük hayatın akışı sırasında önemsiz gördüğümüz bazı rutin olaylar önümüze dev bir engel olarak çıkar. Kierkegaard’ın (2014, s. 31) dediği gibi, nasıl tam manasıyla sağlıklı bir insan yoksa yakından incelendiğinde içinde bir tedirginliğin, uyumsuzluğun, bozukluğun, nereden kaynaklandığı bilinmeyen ve hatta bazen bilmeye dahi cesaret edilemeyen bir kaygının bulunmadığı ve umutsuzluktan bağışık tek bir insan dahi yoktur.

Psikologlar ve sosyal bilimciler kaygının, başka bir ifadeyle uyarılmışlık düzeyinin ne aşırı ne de hiç yok denecek kadar az olması gerektiğini, bu seviyenin itidali yakalamasının insanın bilişsel sağlığı için elzem olduğunu savunurlar. Hayatın her safhasındaki bu uyarılmış hali kaygı veya anksiyete terimleriyle anlatılır. Bazı insanlarda bu kaygı hali kronikleşir ve kişiliğinin değişmez bir parçası haline gelir.

Kaygılı kişilik yapısını bir hastalık veya bir rahatsızlık olarak görmediğimi belirtmek istiyorum. Örneğin kronik anksiyete rahatsızlığı olan kişiler güne başlarına kötü bir şey gelmemesini temenni ederek başlarlar. Her sabah uyandıklarında “bugün güzel bir gün olacak” diyerek kendilerini motive etmeye çalışırlar. Ancak kronik anksiyete rahatsızlığı, kişilerin sürekli bir korku içinde olmasına neden olur. Bu korku bireyi yakalamayı bekler ve yakaladığı anda kişi kendini zihinsel olarak kaybeder. Bireyin adeta nefesi kesilir, ürperir ve zihni felaket fikirleriyle dolar.

Vaka II (Şizofren Genç) Gencin babası şöyle söylüyor: “Bir bayan doktor, çocuğun ergenlik çağında olduğunu, telaş edilecek, korkacak birşeyinin olmadığını söyledi. Beş-on gün sabrettik bunun üzerine ama çocuğum acayip hareketler yapmaya başladı. Çocuğu aldım Kayseri’ye götürdüm. Özel muayenehaneler ararken orada bir eczacının dikkatini çekmişim. Telaşlı halimi görünce sordu, ben de çocuğun psikolojik sorunları olduğunu, bir psikyatr aradığımı söyledim. Kim olursa olsun olur, paramızla muayene ettireceğiz dedim. Birini aradı, gittik konuştuk, on ay boyunca çocuğu bana getireceksiniz, Allah’ın izniyle tedavi edeceğiz dedi. Götürdüm. Gerek baba olarak rızık için çarşıya çıktığımızda, gerekse bir ihmallik olarak say, ne sayarsan say, bu sırada çocuk haplarını aksatmış. Haplar acı olduğu için aksatmış veya annesi vermemiş. On ay sonunda doktora şu çocuğun teşhisini bana bir söyle dedim. Çocuğun durumunda bir düzelme olmuyor dedim. Psikoz falan filan dedi ama ben çocuğumu başka doktorlara da götürdüm, tıp fakültesine mesela. Başka doktorlar da şizofreni dediler. Son gittiğimde doktor, Mehmet Bey, iş artık kadir Allah’a kaldı, Osman tedaviden faydalanamadı, dedi. Son üç ayın parasını istedi. Ben iki ay vermedim dedim. Ancak siz de vergi usül kanununun şu maddesi gereğince serbest meslek makbuzu vermeniz gerekiyordu, vermediniz, aksi taktirde sizi defterdarlığa şikayet edeceğim dedim. Bana çocuğu başka doktorlara götürme, doktor değiştirme dedi ama tedavi edemedi. Ben böyle söyleyince kalan parayı da istemedi.”

Vaka IV (elektrik işçisinin ölümü)’te vefat eden işçinin annesi şöyle diyor:

“Allah razı olsun gelinimden, işi gücü rast gelsin, tuttuğu kolay gelsin, gelir gider. Ne yapsın çocuk, yirmi beş yaşında dul kaldı. Ona da kolay değil, iki çocuğuyla dul kaldı, kız torunum babasını hiç bilmiyor, hatırlamıyor. Konu açıldığı zaman hemen kapatın diyor, konuşmak istemiyor. Sabır etmeye ediyorum da bazen insan doluyor, taşıyor.

Anasın! Bazen hocalar da diyor ama anne farklı, herkes anne gibi yanar mı? Çocukları kaldı diyorum, hanımı kaldı diyorum, hala kafamda kurcalıyorum. Konuşmayayım diyorum ama bazen öfkeleniyorum. Namaz kılıyorum, tesbih çekiyorum, bir bizim

başımızda değil diyorum, öbür oğlum var yollara gidip geliyor, Allah onu esirgesin diyorum ama! Bir an geliyor ki patlıyor insan. Kocama sataşıyorum bazı, çevreme zarar veriyorum, kırıp döküyorum. Aşağı yukarı beş yaşımdan beri kafam ağrır, rahatsızım bilirsin, okuyorum tespih çekiyorum ama atamadım! Gel gelelim kör şeytan işte! Şu bayramların gelmesini hiç istemem, bilhassa ramazan bayramını! Torunum oğlan geliyor, babaanne babamı anlat diyor, şurama bir şey tıkanıyor, anlatamıyorum ki.

Gözümden akıyor, yürek yanmasa göz akar mı? Yapacak bir şey yok, Allah geride kalanlarımızı esirgesin, bol bol sabır versin”.

Vaka IV (elektrik işçisinin ölümü)’te vefat eden işçinin babası şöyle der: “Her tarafta oğlumun hatırası var, her tarafta ama! Ben daireye çıkamam, iş arabasını gördüğüm zaman tansiyonum yükseliyor, sepetli iş arabasını. Daireye elektrik faturasını yatırmaya gidemem, başkalarına yatırtırım. İster istemez iş arkadaşlarıyla karşılaşıyorum. Sabırdan başka yapacak bir şey yok, onu söyleyeyim sana. Torunlarımı gelinimi görüyorum bir üzülüyorum. Aradan zaman geçip görmediğim zaman özlüyorum, görmek istiyorum, görüyorum, bu sefer oğlum aklıma geliyor bir üzülüyorum. Oğlan torunum aynı babası, bu kadar mı benzer? Yani neticede çok zor, Allah kimsenin başına vermesin!.

Emekli olunca veya çalışırken birkaç yerden davet etmişlerdi, gitseymişim diyorum bazen Kayseri merkeze, bu sıkıntıları çekmezmişim. Ama diyorum ki sonra, dengesiz adam her tarafta vardır. Bak, ablan burada! Soruyorlar, “Kız yirmi bir senedir evde, kızı niye evermiyorsun, niye kocaya vermiyorsun?! “ Başkası geliyor, “Boş ver, kızı evermeyin, yemeğinizi yapar, size bakar!?” . Siz benim kadar, anası kadar mı yanacaksınız? Sizinle mi biliyorum ben kız evermeyi? Ben hiç düşünmüyorum bunları da sen söyleyince mi gelecek benim aklıma? “Bilemedim baharımı yazımı, felek kırdı benim kanadımı kolumu!” diyor ya. Sen ne biliyorsun da bana konuşuyorsun. Demeyin bir şey, tutun ağzınızı. Şu kız da istemez, biz de istemeyiz böyle olmasını.”

“Başına gelmeyenin hoşuna gelmez derler oğlum. Köylerde çalışıyoruz yıllar evvel, iki dağın arasındayız, “Addiiin! Addiiin!” diye bir ses yankılanıyor. Sorduk kim bu, ne demek bu “addin”. Köylülerden biri söyledi, bağıran emmisiymiş. Oğlu trafik kazasında ölmüş, oğlanın adı da “Selahaddin”. Selahaddin diye bağırırmış, bize “addin”

duyuluyor. O vakit dedim ki nasıl da bağırıyor adam, sonra çektik gittik. Haa, şimdi benim başıma geldi. Ciğer acısının tarifi yok! Bir arkadaşım önce oğlunu, sonra hanımını kaybetti. Bir gün yanıma geldi, “İki dert birden vurdu beni, eve gidiyorum kimse yok, oğlum diğer çocuklarımdan daha sevimliydi bana, ben de giderim de nasıl

giderim bilmem! Sabredeceğiz ama nereye kadar, sabır da taşıyor ama!” dedi. Bu sefer ben ona serinlik vermeye kalktım amma, hakikaten bazen sabır taşın yarılıyor, patlıyor adam. Dikmeliğe gidiyorum, ağlıyorum, sızlıyorum, bağırıp çağırıyorum kendi kendime. Duyan yok eden yok. İki kadın bir araya gelse ağlıyorlar ama sizin yanınızda ben ağlayamıyorum. Niye, ağladığım zaman bana çok görüyorlar, bir tek sende mi var, diyorlar.”

Vaka V (ağaçtan düşüş ve kalıcı sakatlık): Engelli oğluna bakan anne şöyle diyor: “Buralarda eskiden çokça yaptığımız bazı davranışlar günümüzde yadırganıyor.

Mesela mahallede birisi öldüğünde cenaze yakınlarına saygı için evde televizyon, radyo açılmazdı. Akrabalardan birisi vefat ettiği zaman düğünler ertelenir veya yakınlarda bir cenaze olduğu vakit düğün çalgısız olur, gürültü yapılmazdı. Cenaze evine komşular üç gün boyunca tepsi tepsi yemek götürürdü. Ama şimdi cenaze sahipleri yemek derdiyle uğraşıyor! Büyüklerin yanında çocuk sevemezdik biz. Kaynana, kaynata, gelin, damat birarada yaşanırdı ya hani? Belki gelinlerden biri çocuğunu yitirmiştir, yanında seversen acısını tazelersin, sana imrenir de üzülür diye korkarlarıdı. Rahmetlik kocamınan bir yere gittiğimizde o önden, ben de birkaç adım arkasından yürürdüm. Niye? Belki bizi camdan pencereden bir dul yan yana görürse iç çeker, imrenir diye korkardık. Böyle öğrettiler bize. Saygı vardı önceden saygı! Hal hatır sorma vardı, hediyeleşme vardı, oturup konuşma vardı. Şimdi şu televizyon denen şey çıktı, insanlar birbirlerine gidip gelmez oldu. Oturup konuşacak insan yok.”

Vaka XII (Felç süreci ve ölüm): Birlikte yaşadığı oğlu: “Çok sıkıntı çektik bu süreçte. Bazen isyan derecesine geldiği günler oldu. Anneme belli etmemeye çalıştık bunu ama içimizden, şahsen ben “Yeter artık!” düşüncelerine kapıldım. Hastaya bakmak gerçekten çok zor, hele hele felçli bir hastaya bakmak. Gece-gündüz her yirmi dakikada bir tuvalete götürürdük. Uyku diye bir şey kalmamıştı hayatımızda, bu da insanı yıpratıyor yani. İsyan etmiyorsun ama o noktaya geliyorsun. Dile dökemezsin bu durumu, dile getireceksen olsan zaten hastaya yansıtırsın, “Bu ne ya! Bıktım artık, ben sana bakmak zorunda mıyım!?” dedirtmeye çalışırdı şeytanım. Bunu hep içimize attık, bunu kendi içimizde yaşadık yani. Hem Allah rızası vardı, hem de evlatsın. O sana nasıl baktıysa sen de ona bakacaksın ama benim erkek evlat olmam, eşimin bakıp bakmayacağı konusunda tereddütte kalmam beni yıprattı. Bu vaziyette iki buçuk yıl yaşadık”.

Vaka IX (Alkol ve cinayet): Cinayete kurban giden adamın oğlu der ki: “Sabır demeyip fevri davransaydım şu an içerdeydim. Şu an babamın katilleri dışarıda,

geziyorlar. Hâkim yedi yıl birine verdi, on altı sene babalarına verdi, onların da üçte ikisini yatıyorlarmış zaten. Yedinci senesi, oğlan geziyor, bugün yine karşılaştık!

Yanımdan geçiyorlar! Benim gerçekten kaybedecek hiçbir şeyim yok. Ben bugün kardeşimi evlendirmişim, bir de büyük ablam var, iki tane aslan gibi eniştem var. Bugün bana bir şey olsa eniştemin arkadaşları devreye girer, bunları çekip alırlar, eniştelerim dokunmaz bile. Nasıl tahammül ediyorum bu duruma? Düşünüyorum, işim gücüm yoktu, kardeşim çok küçük, ben Kayseri’ye gidemiyorum abi, evden çıkamıyorum!

Acaba bir şey mi yaparlar diye çok korkuyorum. Evi bekliyordum. Karşına çıkıyor abi, şeytan dürtüyor! Bazen öyle kinayetine şeyler yapıyorlar ki, gözüme bir bakıyor,

“Babanı öldürdüm akıllı ol seni de öldürürüm” dercesine yani! Sivil polis ağabeylerim var, dedim ki onlara, abi bunlar dışarıya çıktılar ve benim üstüme üstüme oynuyorlar.

Adaletimiz öyle bir adalet ki ben hiç memnun değilim, işkenceyle adam öldürmeden tut bilmem nereye varana kadar yedi ayrı dosya açıldı bunlara, hakim altı sene veriyor!

Hâkime dedim ki, altı sene sonra karşına ben geleceğim hâkim bey, bu adamlar çıkar çıkmaz ben de onları öldüreceğim, bakalım bana kaç sene vereceksin? Bizim avukat, o altı sene aldıysa sen otuz altı sene alırsın. Kan davası gütmekten sana daha fazla verir dedi. Ne yapacağız dedim, hiçbr şey yapmayacaksın dedi. Anana bacına sahip çıkacaksın, yoluna bakacaksın dedi. Aldığın ceza falan önemli değil de Allah’ın verdiği canı ben alamam! Beni en başta durduran o!”.